Mezheplerimiz

Yazı içeriğindeki tabloyu inançlarınızı gözden geçirmeniz için muhakkak incelemenizi öneririm. Sonra kendi nefsinize dönüp sorun, – Ben “neye / kime” iman ediyorum ? (Ali Aksoy)

Bir kere Kuran’ın dinin tek kaynağı olduğu göz ardı edilip hadisler, içtihadlar dinin kaynağı kabul edilince, birçok mezhebin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu ve yüzlerce mezhep ortaya çıktı. Bugün dört mezhep denilen mezhepler, işte bu birçok mezhepten zaman içinde daha çok kabul görüp, günümüze kadar gelenlerdir. Bir hadise göre erkeklerin baldırını örtmesi gerektiği, diğerine göre baldırın gözükebileceği anlaşılır. Bir hadis yorumuna göre kan akması, diğer hadis yorumuna göre ise kadın elinin değmesi abdesti bozar… Tüm bu örneklerdeki gibi farklı izahlarda doğruyu kim, nasıl bulacaktır? Kuran dışında başka kaynaklara kapıyı açarak kargaşalara yol açanlar, mezhepleri ortaya sürüp bu kargaşayı önlemeye çalışmışlardır. Böylece Kuran’ın dini, yani Allah’ın gönderdiği İslam; mezheplerin dinine, mezheplerin İslam’ına dönüşmüştür. Mezhep kurucusunun biri çıkar diz ile göbek arasını örteceksiniz hadisini alır, diğer hadisi inkar eder ve böylece dine yeni bir haram sokar. Diğer bir mezhep kurucusu ise baldırın gözükebileceği sonucu çıkan hadisi doğru, diğer hadisi yanlış kabul ederek baldırın gözükebileceğini ilan eder. Mezhep kurucularından biri Peygamber’in sivilcesinin koparılması ile ilgili hadisinden kanın abdesti bozduğu sonucunu çıkarır, dine bir ilave yapar. Diğeri ise kadın elinin değmesi abdesti bozdu yorumunu yapar, diğerinin ilavesini reddedip kendi ilavesini dine katar. Oysa bu hadisler başka türlü de yorumlanabilir. Fakat Kuran dinin tek kaynağı olduğu için buna ihtiyaç yoktur.

BİZİM MEZHEPLERİN HIRİSTİYAN MEZHEPLERDEN FARKI NE?

Mezhep imamları nasihmensuh ile Kuran ayetlerinin hükmünü iptal ederek (25. Bölümü okuyun), farklı hadislerden kendilerine göre birini seçerek, kendilerine göre hadisleri yorumlayarak ve kendilerini içtihad yetkisiyle Allah’ın serbest bıraktığı konuları açıklayıcı konumuna getirerek(39. Bölümü okuyun), yepyeni bir dinsel yapı oluşturmuşlardır. Bu yeni yapının Allah’ın dini olduğu sanılsa da, ne yazık ki bu yeni yapı Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlık ne kadar Allah’ın diniyse o kadar Allah’ın dinidir. Bazıları bu mezhep imamlarının çok iyi niyetli olduğunu, din için fedakarlıklar yaptıklarını anlatarak eleştirileri görmezlikten gelmektedirler. Peki Ortodoks ve Katolik rahiplerin de iyi niyetli oldukları ve kendi mezhepleri için çalıştıkları söyleniyor, biz ne yapalım, Katolik ve Ortodoks bağnazlığı bu iyi niyet söylemlerinden ötürü Allah’ın gönderdiği Hıristiyanlıkla bir mi tutacağız? Bu mezheplerin imamları öyle bir konuma getirilmiştir ki; onlara verilen yetkiyle onlar istediğini iptal edilmiş hüküm ilan ederek, istediklerini kendilerince yorumlayarak, dilediklerini kabul ederek, uygun gördükleri durumlarda içtihad ederek Kuran’daki hükümlerden kat kat fazla hacimde sünnetler, farzlar, helaller, haramlar oluşturmuşlardır. Kuran’ın otoritesi dışında oluşturulan bu mezheplere Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Şii adları verilmiş, bu mezheplere uyan mukallidler(mezhep taklitçileri) ise mezheplerinin adlarıyla anılmışlardır. Oysa bakın Kuran’da ne diyor:

Dinlerini parça parça edip hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara yapıp ettiklerini haber verecektir.

6 Enam Suresi 159

BİR MEZHEBE GÖRE CENNETLİK, DİĞERİNDE CEHENNEMLİK OLUYOR

Kuran’da dinimize İslam adı verilip, hiziplere ayrılmamız yerilirken, kendimize Hanefi, Maliki gibi isimler vermeyi, bu mezheplerin ayrı helal, haram ve farzlarını kabullenmeyi ve her biri birbirinden farklı uygulamalara sahip olan apayrı mezheplerin herbirinin de İslam’a eşit olduğunu, birbirlerine ve Kuran’a aykırılıklarına rağmen, hepsinin de doğru olduğunu hangi akıl ve insafla açıklayabiliriz? Örneğin Hanefi mezhebinde namaz kılmaya başlamayan dövülür, Hanbeli, Şafi ve Maliki mezheplerinde ise aynı şahıs namaz kılmaya başlamazsa öldürülür. Sırf mezhepler açısından bile olaya baksak Hanbeli, Şafi ve Maliki olanların Hanefi’ye göre en büyük günah olan adam öldürme fiilini işleyip günaha girdiklerini, Hanefi olanların ise sırf dövdükleri, öldürmedikleri için diğer mezheplere göre Allah’ın bir hükmünü inkar edip zalim olduklarını söylememiz gerekir. Oysa ayrılıkta güzellik gören zihniyete göre Allah, ahirette Müslümanlar’ı mezheplerine göre ayıracak, Hanefi ise sen Hanefiydin dövdün doğru yaptın, Şafi ise sen Şafiydin öldürmeliydin, öldürüp doğru yaptın diyecektir! Namaz kılmayanı eğer Hanefi biri öldürürse katil olup cehennemlik bir fiil yapacaktır, oysa namaz kılmayanı öldüren Şafi, Allah’ın hükmünü yerine getirdiği için cennetlik bir fiil yapmış olacaktır. Yani aynı fiili yapan iki kişiden biri cehennemlik, diğeri ise mübarek kişi olacaktır. Böyle din olur mu? Böyle dine uyanların kelle sayısı ne olursa olsun, doğrulukları mümkün müdür? Ne yazık ki günümüzde bu mezheplere uyan geniş kitlelere bu soruları sormak zorundayız. Aklı kullanmak yerine taklitçiliği esas alan, Kuran’ı insanların hepsi anlayamaz, birkaç insan bunları anlayıp, insanlara aktarıyor diyenlerin, insanları getirdiği nokta budur. Allah dinini yalnız bu mezhep imamlarının anlayacağı şekilde mi indirdi ki insanların sadece hak olduğu söylenen bu dört mezhebe uymaları bir zorunluluk oluyor? Allah dinini ancak bu dört kişi anlasın diye indirdiyse, Kuran’da niye birçok defa “Ey insanlar” diye insanlara direkt hitap ediliyor da “Ey Şafi, ey Hanbeli, ey dört imam, siz bunları anlayın, benim dediklerimi anlamayan diğerlerine de siz anlatın” denmiyor?

Yukarıdaki örneği ele alırsak, Kuran’ın dinde zorlama olmadığını söyleyen ayetlerine ve namaz kılmayanlara dünyevi hiçbir ceza hiçbir yerde geçmemesine rağmen; namaz kılmayanın öldürüleceğini söyleyen üç ve dövüleceğini söyleyen bir mezhebin dördü birden işe yaramaz ve yanlış olacağına, nasıl dördü birden doğru ve hak oluyor? Peki bu mezheplerin dördü birden, dördü de farklıyken nasıl gerçek İslam oluyorlar?

Bazıları: “Mezheplerdeki farklılıklar ufak tefektir, biri namazda elini bağlar, biri salar. Şehirlerde olana Hanefi, köylü olana Şafi uygundur. Dolayısıyla tüm bu ihtilaflar rahmettir…” gibi izahlarla farkları ufak tefek göstererek, mezhepleri sorgulanamaz kılmayı istemekte, halka taklitçiliği yutturmaktadırlar. Oysa mezhebin birinin öldürülmesini emrettiğini biri sadece dövüyor, bir mezhebe göre helal, diğerine göre haram oluyor, birinin farz bildiğini, diğeri farz bilmiyor. Yani mezhepler helalleri, haramları ayrı birer dine dönüşmüş vaziyetteler. Mezhep imamı dilediği hadisi seçerek, nasih mensuh ile oynayarak, hadisleri keyfince yorumlayarak; Kuran’ın da, uydurmalarla dolu hadislerin de üstüne çıkmaktadır. Din, mezhep imamının bakışına göre şekillenmiş, oluşturulmuş oluyor. Ayrılığın iyilik, rahmet olduğu Kuran’a aykırı bir mantıktır ve uydurma bir hadisten gelmektedir. Oysa Kuran’da şöyle geçmektedir:

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra çekişmeye girip fırkalar (mezhepler) halinde parçalananlar gibi olmayın.

3 Ali İmran Suresi 105

AYRILIK RAHMET DEĞİL FELAKETTİR

Ayrılıkta rahmet arayanlar uydurma hadisler yerine Kuran’ı, anlamak kastıyla okurlarsa, fırkalara ayrılmanın, mezhepler kurup helali, haramı, farzı birbirinden farklı yapılar oluşturmanın felaket olduğunu görürler. Ayrılığı teşvik eden diğer bir uydurma hadis “İçtihad eden yanılırsa bir sevap, isabet ederse iki sevap alır.” şeklindedir. Bu hadisle kişilerin kendi görüşünü “içtihad” adı altında dine sokması kolaylaştırılmış ve hata yapanın sevap alacağı şeklindeki rahatlatmayla, adeta “Dinde hata olur, içtihatta yanlış yapanın biraz az da olsa, yine de sevabı olur” denmiştir. Bu hadise dayanan mezhep imamları olaylardan çıkarttıkları sonuçları, kendi görüşlerini rey, kıyas, içtihad, fetva gibi isimlerle dinin bir parçası haline getirmişlerdir. Peygamber’in olduğu iddia edilen davranış ve sözler gibi, sahabelerin de davranış ve sözlerinin, aynı Kuran gibi dinin kaynağı kabul edilmesine, bunun üstüne binlerce uydurmanın sürekli uydurularak eklenmesi, sonraki safhada mezhep imamlarının şahsi görüşlerinin ve evvelden saydığımız tüm kaynaklardaki çelişkilerde, farklılıklarda kendi tercihlerini seçmeleri ve sonuçta bu son seçimlerin neticesinde oluşan yapının din ilan edilmesi, bugünkü mezheplerin İslam’ının hikayesidir. Yani mezheplerin İslam’ına göre din şunlardan oluşur: Kuran + hadis imamının seçtiği hadis + mezhep imamının nasihmensuhla yaptığı yorumlarla Kuran ve hadis hakkındaki değerlendirmeleri + mezhep imamının kıyas, içtihad ederek olaylardan çıkardığı sonuçlar + mezhep imamının sahabeyi değerlendirmesi neticesindeki çıkarımları + yeni oluşan olaylara göre sonradan yeni mezhep imamlarının verdiği fetvalar… Mezhep imamlarının tüm değerlendirmelere son noktayı koymaları, son makası vurmaları ve son eklemeyi yapmaları sonucu bizim geleneklerin dini, mezheplerin dini, hadislerin dini dediğimiz yapı ortaya çıkmıştır. Yeni gelişen olaylarda ise bu mezheplerin bağlıları olan sonraki devir imamlarının verdiği fetvalar, yaptıkları içtihadlar da sonradan dine eklenmiştir. Örneğin kolonya çıkınca necis olup kullanılamayacağı, üstümüze dökülürse namaz kılınamayacağı; televizyonun seyredilmesi ile ilgili farklı fetvalar; sigaraya hem helal, hem haram, hem mekruh diyen ayrı içtihadlar; sonradan ortaya çıkan durumlara karşı ilerki dönem mezhep imamlarınca yapılan yorumların nasıl dine ilave edildiklerinin örnekleridirler.

Tüm bu hazin manzarayı daha hazinleştiren izahlardan biri de ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bu fırkalardan ancak birinin cennetlik, diğerlerinin cehennemlik olacağını söyleyen hadistir. Bu hadisi nakleden de tüm bu olumsuz manzaranın baş aktörlerinden, yaptıklarına daha evvel de değindiğimiz Muaviye’dir.(Darimi, Siyer, sayfa 75) Bu hadise dayanıp her mezhep kendini cennetlik, diğerlerini cehennemlik ilan etmiştir. Sunnilerin Şiileri sapık, Şiilerin de Sunnileri sapık ve cehennemlik yetmiş iki mezhepten biri ilan etmelerinde, her iki tarafın da delil gösterdiği hadislerden biri bu hadis olmuştur. Ehli Sünnet veya Sunnilik diye anılan dört mezhebin taklitçileri ise başta birbirlerine karşı hadis uydurmalarına, birbirlerini sapık ilan etmelerine, birazdan tablolardan göreceğiniz gibi helalleri, haramları ayrı dini yapılara ayrılmış olmalarına rağmen, sonradan Ehli Sünnet, Sunnilik gibi ortak adlarla bu mezheplerin dördünün birden doğru olduğunu, böylece ancak bu dört mezhebin cennetlik olabileceklerini söylemek gibi bir tevile (yoruma) sapmışlardır. Ehli Sünnet olanlar [private] bir mezhep imamına uyar ve adeta Kuran’daki bir hüküm gibi onun koyduğu helali, haramı uygular. Aynı şekilde bir Şii kendi imamına uyar ve adeta Kuran’ın koyduğu hükümmüş gibi onun koyduğu farzı, haramı kabul eder. İki tarafsa birbirini sapık ilan eder. Peki nedir sizin farkınız? İki taraf da Kuran’ı yetersiz bulup, imamlarına, yani bir insana uyuyor ve onun izahını Allah’ın vahyiymiş gibi kabul ediyor. İki tarafın temel zihniyeti aynı taklitçilik, ama biri %100 doğru, öbürü sapık oluyor. Sonuçta temel taklit mantığında bir fark yoktur.

MEZHEPLERDEN KURAN’IN İSLAMI İLE KURTULURUZ

Mezhep taklitçiliğinin dine verdiği zararları Yaşar Nuri Öztürk “Kuran’daki İslam” kitabında şu şekilde açıklamaktadır: “Allah adına yalan uydurmanın bir yolu da mezhepleri din haline getirmek olmuştur. Mezhepler birer din, mezhep imamları tenkit üstü birer Peygamber haline getirilince İslam adıyla ortaya konan karışımın kaçta kaçının Allah’a, kaçta kaçının şuna buna ait olduğunu belirlemek, halk kitleleri için imkan dışına çıkar ve bu durum din adı altında bir kaosu insanlığın başına musallat eder. Aradan yüzlerce yıl geçmesine, insanlık boyut değiştirmiş olmasına rağmen hiç kimse bu eskimiş ve bir kısmı komedi haline gelmiş yorumlara dokunamaz. İşte zulüm ve Allah’a iftira budur. Bu zulüm yüzündendir ki gerçek İslam bilginleri, samimi din görevlileri Allah’ın saf ve berrak

Kuran dinini yüzyılımızın insanına olduğu gibi anlatmaya kalktıklarında sadece zorluklarla değil engeller, iftiralar ve suçlamalarla karşılaşabilmektedirler. çare Kuran’a gidişimizi engelleyen bütün putları, patentlerine bakmadan devirmek ve hükmü yalnız ve yalnız Allah’a bırakmaktır. Buna karşı çıkanlar, görünüşte dini kabul ettiklerini söyleseler de inkarcıdırlar. çünkü ak ve berrak din yalnız Allah’ın tekelindedir (39Zümer Suresi3). Ve bu tekelden rahatsız olup Allah’ın hüküm yetkisine şu veya bu şekilde karışanlar, Allah’a karşı gelmiş olurlar.”

ÇIPLAK UYARI

Kitaplarında mezheplerin oluşturduğu İslam’ın, Kuran’ın dininin önünde oluşturduğu engeli gören Yaşar Nuri Öztürk “çıplak Uyarı” kitabında devşirme dinin kaosu başlığıyla somut örnekler vererek mezheplerin oluşturduğu felaketi şöyle anlatır: “Sıkıntı, Allah’ın dini ile Allah’a fatura edilen devşirme dinin karıştırılmasından kaynaklanıyor. Allah’ın dini bizzat Allah tarafından İslam diye adlandırılan ve apaçık, kuşkusuz, detaylı bir kitapla insanlığa öğretilen dindir. Kaynağı Kuran, tebliğcisi Hz. Muhammed’dir bu dinin. Kuran’daki İslam’dır bu. Devşirme dine gelince onun kaynağı tek olmadığı gibi kitabı ve tebliğcisi de tek değildir. O, Kuran’daki İslam’ın tevhidine karşı bir şirket dinidir. Kitabı birkaç tane, önderi birkaç tane, hatta ümmeti birkaç tanedir. Bir tür anonim şirket gibidir. Bunun içindir ki devşirme dinde birlik ve ahenk yerine tefrika ve kaos vardır. Devşirme dinin tüm rahatsızlığı, ondaki hüküm kaynağının tek olmayışıdır. Devşirme dinde tam bir otorite boşluğu vardır. Ona göre, buna göre, falancanın kavlince, filancanın rivayeti mucibince, üstadın beyanına göre, hazretimizin fermanı gereğince v.s. devşirme dini bir yamalı bohça haline getirmiştir. Allah’ın dinindeki: Hüküm Allah’ındır. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir. (5Maide Suresi44,45, 47,50) ilkesi saf dışı edildiği için bu şirket dinin ortaya koyduğu tabloda hakim özellik didişme ve bozgundur. Bu bozgunda hüküm yetkisinin mezhepler, hizipler, gruplar, partiler, tarikatlar ve daha bilmem neler tufanında kime veya kimlere ciro edildiği belli değildir. Bunun içindir ki bu tufanda aynı din kimliğini taşıyanların aynı niyetle icra ettikleri aynı fiil, şirketin bir elemanına göre sevap olurken, bir başka elemanına göre büyük günah olabilmektedir. İki vatandaşımız, bir gazetede din adına verilmiş bazı fetvaların kupürlerini de ekledikleri mektuplarında, bu fetvaları değerlendirdikten sonra soruyorlar. Bu nasıl şey? Allah’ın dinine fatura edilen bu fetvaların bazılarını Allah’ın dinini tenzih ederek dikkatlerinize sunmak istiyorum: Namazda Ettehiyyat okunurken Şafiler’in şehadet parmağını kaldırması sünnet, Hanefilerin kaldırması ise bazılarına göre mekruh, bazılarına göre harammış. Bu bakımdan, Hanefiler’in Ettehiyyat okunurken parmak kaldırmamaları gerekirmiş. İfadeye konuluşu bile bir kaos sergileyen bu fetvanın vermek istediği acayiplik şudur: Aynı dinin iki mensubu aynı kitabın buyruğu olan bir ibadeti icra ederken aynı duayı okuyorlar ve o duanın aynı yerinde şehadet parmaklarını kaldırıyorlar. Gel gör ki, bunu yapmakla biri sevap kazanıyor, biri haram işliyor, yani büyük günaha giriyor. Ve bunun adı İslamiyet oluyor, öyle mi? Şu fetvayı da bir okuyucunun sorusuna verdikleri cevaptan izleyelim: Dişlerinde dolgu veya kaplama olan kişiler eğer Hanefi mezhebinde iseler onların gusül(boy) abdestleri geçersizdir. Başka mezhepten iseler problem yok. Bu fetvanın önümüze koyduğu gerçek şu: Allah’ın kitabı Kuran’a bağlı olduğunu istediği kadar söylese de, eğer bir insan yakasını Hanefi keyfine kaptırmışsa, dişlerini doldurtamaz, kaplatamaz. Aksi halde ömür boyu cenabet gezmiş olur. (Kıldığı namazlar da geçersiz olur) Yok eğer her nasılsa Şafii kampına kapılanmışsa sorun yok dişlerini doldurtabilir, kaplatabilir. Şimdi sormak lazım: Dinin temel amacından biri nefsi yani insanın varlığını, sağlığını korumaktır. İnsanın kendisini tehlikeye atmaması ise Kuran’ın emirlerinden biridir. Şimdi Müslüman, bu temel emirlere uyarak sağlığını korumak için dişlerini doldurtma, kaplatma yoluna mı gitsin, yoksa mezhep hatırı için Kuran’a ters düşmek veya ömür boyu cenabet gezmek şıklarından birini mi seçsin? Hayır efendim, Şafii olup kurtulsun diyorsanız, o zaman Hanefilik sıkıntısıyla cebelleşmek niye? Peki bütün bu hengameye dalmak yerine tek ve dosdoğru yolu çizen Kuran’a bağlı kalsak ne kaybederiz? Bizzat Kuran’ın sorduğu gibi: Allah, kuluna kafi gelmiyor mu? Diyeceksiniz ki Kuran’da diş doldurtmakla ilgili hiçbir bahis yoktur. Peki öyle ise, size ne oluyor da Allah’ın dinin kaynağı yaptığı kitaba koymadığı bir şeyi din bünyesi içine çekip ikinci bir ilah gibi insanın karşısına buyruklar, tartışmalar çıkarıyorsunuz? Allah bazı şeyleri eksik mi bıraktı da siz düzeltiyorsunuz?”

NE OLACAK DİŞLERİ ÇÜRÜYEN HANEFİLERİN HALİ?

Ne yazık ki halkın geniş kitleleri mezheplerin gerçek yüzünü, bu yapının Kuran’la çeliştiğini bilmeden mezhebe tabi olmakta, dini Kuran yerine mezheplerin izahlarına göre oluşmuş ilmihal kitaplarından öğrenmektedirler. Yukarıdaki örneği ele alırsak Türkiye’de halkın büyük bir kesimi Hanefi mezhebinden olduğunu söylemektedir. Fakat büyük bir kesimi Hanefi olan halkın büyük bir kısmı, mezheplerinin dişlere dolgu yapmayı yasaklayan izahını bilmediklerinden dişlerini doldurtmakta ve kaplatmaktadır. Böylece boy abdestleri ve dolayısıyla namazları Hanefilik dedikleri mezheplerine göre geçersizdir. Kitlelerin önüne “Ya Sunni olursun, Hanefi mezhebine uyarsın, ya da Şii, Alevi gibi sapık bir mezhepten olursun” şeklinde klişe laflarla, korkutmalarla; mezhepçilik adeta bir milliyetçilik, ırkçılık şekline dönüştürülüp sunulmuştur. Sunni olmamak adeta kafir olmakla eşdeğer gösterilmiş, bu fikrin her alternatifi de sapık ilan edilmiştir. Şiilik ve Alevilik’te de durum farklı değildir. Onlar da aynı şekilde ırkçılığa dönüştürülmüş mezhep taassuplarıyla Sünniliğe aynı şekilde yaklaşmaktadırlar. Bu kitlelerin görmezlikten geldiği ve halkın bilmesi gereken alternatif; Kuran’ın din olarak tek başına ele alınıp, tüm bu mezheplerin inkar edilmesi ve dinin yalnız Kuran’a dayanarak oluşturulmasıdır.

Mezheplerin kurucuları Kuran’ı ve hadisleri kendilerine göre yorumlayıp, diledikleri hadisleri veya ayetleri seçtikleri, dinin serbest bıraktığı konularda rey ve içtihad adıyla hüküm oluşturdukları için aslında Kuran’ın da, hadisin de üzerinde bir yetkiye sahip kılındılar. Bu yetkiyi kullanışlarından bizim gibi sadece Kuran’ı yeterli görenler değil, mezhep imamlarından sonra yaşayan ve bizim her fırsatta eleştirdiğimiz hadis imamları bile rahatsız olup, mezhep kurucularına çok şiddetli eleştiriler getirdiler. Eleştirilerin odaklandığı en önemli noktalardan biri mezhepçilerin kendi görüşlerini, reylerini kimi konularda hadisin önünde tutmalarıydı. Hatta bazı hadisçiler, ehli rey fakihleri diye çağırdıkları mezhepçileri; elde ettikleri sonuçlara, kendi reylerine uygun hadisler uydurmakla eleştirdiler. En meşhur hadisçi Buhari’nin, en büyük mezhebin kurucusu Hanefi’yi eleştirmesi ve güvenilmez ilan etmesi hadisçilerin bile bazı mezhepçileri beğenmediğinin en dikkat çekici örneğidir. Sonuç olarak bugün uyulan İslam, Kuran’ın İslam’ı olmadığı gibi aslında uydurmalar ile dolu hadisler bile değildir. Bugün uyulan İslam mezhep imamlarının kurduğu ve kendi kafalarına göre tüm bu kaynakları değerlendirdikleri İslam’dır. Mezheplerin kurulduğu dönemde ne Buhari, ne Müslim hadis kitaplarını yazmamışlardı. Hadisler sahih, zayıf, hasen şeklinde ayırımlara da mezhepler oluşturulduğu zaman tâbi değillerdi. Yani mezhepler, en titiz çalışması bile birçok uydurmayla dolu olan hadislerin, en doğru hadis çalışmaları olduğu iddia edilen kütübi sitte (altı meşhur hadis kitabı) ortada yokken oluşturuldu. Yani mezheplerin izahlarında uydurmaların yüzdesi birçok hadis kitabının çok çok üstündedir. Oysa ne yazık ki halkın önemli bir kesimi tüm bunlardan habersiz, kendi mezheplerini İslam’a eşit saymakta ve bu yapıların Kuran’la çelişikliğinden habersizdirler. Kuran dini açıklamış ve birçok konuyu açıklamayarak serbest bırakmış ve böylece dinin her devre, her ortama uymasını sağlamıştır. Mezheplerse dinin serbest bıraktığı her detayı, haşa Allah açıklamayı unutmuş gibi açıklayıp, dini birçok devirle, birçok durumla, hatta insanın yaratılışıyla çelişir hale getirmişlerdir.

HARİCİLERE GÖRE KADIN

Birazdan göreceğimiz tablolar Kuran dışındaki konularda mezheplerin nasıl kendi aralarında çeliştiklerini göstermektedir. İslam’ın Kuran dışı kaynaklarından biri olarak “İcma” da gösterilmektedir. “İcma”yı Ehli Sünnet, tüm alimlerin bir konudaki ittifakı (ortak görüşü) olarak açıklar. Oysa aşağıdaki tablo aslında hiçbir konuda ittifakın (icmanın) olmadığının delilidir. Ehli Sünnet’in kendi içindeki mezheplerde “İcma”nın bazı konularda varlığı doğru olsa da, İslam tarihini baz alırsak, Kuran’da geçmeyen ama icma edilmiş hiçbir konu kalmaz. Kuran’a hangi konuda ilave yapılmaya veya Kuran’a aykırı bir izah getirilmeye kalkışılmışsa tarih içinde o izaha muhalefet olmuştur. Örneğin hayızlı kadının namaz kılamayacağında, namazın 5 vakit olduğunda, kadının devlet başkanı olamayacağında, zina yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesinde Ehli Sünnet’in tüm mezhepleri görüş birliğindedir. Fakat bu Ehli Sünnet’in kendi içindeki görüş birliğidir. Örneğin Hariciler, hayızlı kadının namaz kılmasını, kadının devlet başkanı olabileceğini, farz namazların 5 vakitten az olduğunu, zina edenin taşlanarak öldürülemeyeceğini bu mezheplerin ilk kurulduğu yıllarda söylemişlerdir. Bu da bize Kuran’da geçmeyen her konunun nasıl güvenilmez, çelişkili olduğunu ve dolayısıyla Kuran’ın tek ve güvenilir kaynak olduğunu bir de bu yönden göstermektedir. Sırf Kuran’dan dini anlamak geçerli bir yöntem olmadığı sürece din adına birbirinden farklı mezheplerin ortaya çıkması kaçınılmaz sonuç olmaktadır. Kuran dışı mezhepler, ayrı ayrı fikirleriyle Kuran’dan sapmaktadırlar. Bu mezheplerin görüşleri, helalleri, haramları farklı olduğu için, bunların Kuran’ın İslam’ına karşı çıkışları bir birlik oluşturamaz. çünkü her biri Kuran’dan sapmışlık konusunda bir olsa da, vardıkları sonuçlar açısından farklı oldukları için kendi aralarında bir sayılamazlar. Bu yüzden her ne kadar bazıları Sunni gibi başlıklarla bu mezhepleri bir potada gösterme çabasındaysalar da birazdan sunacağımız tablolardan göreceğiniz gibi her biri ayrı uçlardadır. Bu yüzden bu mezheplerin arasındaki bir birlik ancak hayali bir birliktir, yutturmacadır, her birinin helali de, haramı da apayrıdır.

MEZHEP İMAMININ RüYADA ALLAH’I GÖRDüĞü UYDURMASI

Mezheplere halkı inandırmak isteyenler, kendi mezhep imamlarını öven, diğer mezhep imamlarını yeren hadisler uydurmuşlardır. Bu arada mezhep kurucularının ne kadar bilgili, ne kadar dinine bağlı olduğu şeklindeki hikayeler de mezhep taklitçilerini mezheplerine bağlı kılmak için anlatılır. Bizim gördüğümüz en insafsız uydurmalardan biri ise Ebu Hanife’nin rüyasında 100 defa Allah’ı gördüğünü söyleyen uydurmadır. Ne yazık ki mezheplere halkı bağlayacağız diye kantarın topuzu bu kadar kaçmıştır. Mezhep kurucularını anlatan bu uydurmaların hepsinin gerçekten kendi izahları mı, yoksa sonradan talebeleri ve mezhep bağlıları tarafından mı uydurulduğunu tam olarak tespit edemiyoruz. Ama her durumda ortaya çıkan tablonun korkunçluğu ve Kuran’ın yeterliliği açıktır.

Biz günümüzde Hanefi mezhebi adına kabul edilenlerin Ebu Hanife ile de alakası olmadığı kanaatindeyiz. Ebu Hanife’ye tarihte “Ehli Rey” denmiştir. Bu Ebu Hanife’nin Kuran’da bulmadığı bir hususu kendi yorumu ile halletmeye çalışması sebebiyledir. Hadisi kaale almayan bir tutum olarak değerlendirilen bu davranış tarzına tüm “Ehli Hadis”, özellikle Şafi ve sonraları Buhari aşırı tepki göstermiştir. Oysa günümüzde anlatılan Hanefi mezhebi komple hadisçi bir mezheptir. Hanefi mezhebinin her izahı bir hadise dayandırılmak istenmektedir. Oysa tarihsel kayıtlara göre Ebu Hanife’nin öldürülme sebebi kendisinin “Reyci” özelliğine bağlanır. Bugünkü Hanefi mezhebini bize, Ebu Hanife’yi öldüren iktidarın yönetimi altında aktardılar. Öyle ki Hanefi mezhebinin Ebu Hanife’den sonra iki numaralı kişisi kabul edilen Ebu Yusuf (3. bölümde gördüğümüz, kabak sevmem diyeni öldürmeye kalkan kişi), Ebu Hanife’yi öldüren iktidarın resmi fetva makamı olmuştur. Hocasının görüşlerini kendisini iktidar yapanların devrinde hem de kendisini iktidar yapanlar aynı zamanda hocasını öldürenlerken açıklayanların açıklamaları ideolojik, çarpık ve saptırılmış olmadan kalabilir mi? Ebu Hanife’nin “Reyci” tanıtılıp, bugünkü Hanefi mezhebinin “Hadisçi” olmasının temel sebebi bizce budur. İkinci sebep de mezhep sahiplerinin kendi görüşlerini doğru çıkarmak için mezhepsel görüşleri doğrultusunda hadis uydurmuş olmalarıdır. Hadis kitaplarının bir çoğu mezhepler kurulduktan sonra yazılmıştır. Bu yüzden mezhep görüşlerini doğru çıkartmak için hadis uyduranların hadisleri “Reyci” görüşlerin, nasıl “Hadisçi” görüşe dönüştüklerini açıklar. Ebu Hanife’nin görüşleri her ne olursa olsun, kitabımız boyunca eleştirdiğimiz “Hanefilik” mezhebi diye anlaşılan, anlatılan ve uygulanandır.

UYDURULAN DİNİN TEMELLERİNİ ŞAFİİ ATTI

İyi bir araştırma yapılırsa bugünkü Ehli Sünnet fikirlerin, hadisçi dini yapının temelinin, ilk olarak Şafii mezhebinin kurucusu İmamı Şafii tarafından atıldığı anlaşılır. Şafii’den sonra açık bir Kurani hükmün bulunduğu birkaç durum hariç, fıkhi bir fikri bir veya birden fazla hadise dayandırmak mecburi hale geldi (W. Montgomery Watt, İslam Nedir?) Aynı yargıyı İlhami Güler şöyle açıklamaktadır: “Bu arada İslam dini düşünce tarihinde Kütübi Sitte ve özellikle Sahihi Buhari’nin neredeyse Kuran’a denk epistemolojik öneminin temelinde, Şafii’nin sünneti, gayri metluv vahye indirgemesinin büyük payı olduğunu unutmamak gerekir. Şafii’ye kadar birçok alim tarafından çeşitli şekillerde değerlendirilen ve sözlü akla tabi olan hadis kültürü, Şafii’den sonra yazım aşamasına ulaşarak bir nevi dogmalaşmaya ve önem itibariyle Kuran’a yaklaşmaya başladı. (I. Kuran Sempozyumu, sayfa 310, Arkoun Tarihiyyetu’lFikri’lArabi, sayfa 7879) Bugünkü sünnet anlayışının temelinin İmam Şafii ile atıldığını Osman Taştan ise şöyle anlatır: “Şafii’nin çıkışı bu durumu değiştirdi. Şafii Peygamber’in sünnetini toplumun sünnetinden ayırdı ve onu hukuki açıdan Kuran’ın seviyesine çıkardı. İdealde bu Hz. Muhammed’in Peygamber’liğine maksimum düzeyde bir saygı duymak ve aynı zamanda hizmet etmekti. Gerçekte ise bu tavır Hz. Peygamber ile onun toplumunun arasına kapatılması güç olan bir mesafe koymaktı. Böylece sünnet, vahiy potası içerisinde Kuran’la birleştirilmişti. Artık yapılacak olan şey sahabi sözlerini de sünnetle birleştirip vahyin kapsamına dolaylı olarak dahil etmekti… Sonuçta bu tür teorik gelişmeler aslında Kuran’a mahsus olan vahyi önce Sünnet’e sonra da sahabi sözlerine teşmil etmişti. Bir diğer ifadeyle bu durum kutsallığı ilahi kelam olan Kuran’dan beşeri kelam olan sahabi sözlerine kadar yaymaktı.” (I. Kuran Sempozyumu, 317321)

Mezhepler tarihine bu kitapta geniş yer ayırmak istemedik. Bunun yerine mezheplerin vardıkları sonuçlara ve bu sonuçların Kuran’la çelişkilerine detaylı bir şekilde yer verdik. Mezhepler tarihini inceleyen her kişi Şafii’nin Hanefi mezhebine saldırılarını, Maliki, Hanbeli, Şafii mezheplerinin Ehli Sünnet adlı bir mezhebin dört ayrı kolu değil fakat her birinin apayrı birer mezhep olduklarını anlar. Birazdan göreceğiniz tablolardaki 100 örnek de mezheplerin farklılığını göstermeye yetecektir. Aslında apayrı olan bu mezhepler ilerleyen asırlarda siyasi otoritenin rolüyle ve siyasi otoritenin, Nizamiye Medresesinin Rektörü yaptığı Gazali’nin katkılarıyla tek bir mezhepmiş gibi gösterilmeye çalışılmışlardır. Ehli Sünnet veya Sünnilik adı altında dört apayrı mezhep toplanmıştır. Apayrı olduklarına inanmayan, tabloları incelesin. Tablolardaki 100 örneğimiz az gelirse bu dört mezhebin hükümlerini karşılaştıran Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı gibi kitapları okusunlar; tek ad altında toplanmaya çalışılan bu mezheplerin, apayrı hükümleriyle birbirlerinden ne kadar ayrı olduklarını bu şekilde görsünler. Allah bize tek bir din indirmişken kendi aralarında binlerce çelişkiyi taşıyan mezheplerin doğru olması mümkün mü? Apaçık, çelişkisiz, korunmuş Allah’ın kitabı yerine, mantıksız, çelişkili, tahrif edilmiş ve insan yapısı olan mezhepleri din diye kabul etmek hiç doğru olabilir mi? Bu dört mezhebin ortak noktaları; Kuran’la yetinmemek, Kuran dışı dini kaynaklar edinmek suretiyle Allah’ın dindeki otoritesini bozmaya çalışmak ve dini fırkalara bölmektir.

Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, fırkalara bölünüp ayrılmayın.

3 Ali İmran Suresi 103

HALA ATALARINIZIN MEZHEBİNE Mİ İNANIYORSUNUZ?

Mezheplerin kendi aralarında nasıl çeliştiklerini aşağıdaki tablolardan görelim ve Allah’ın tek dininin mezhepler aracılığıyla nasıl farklı dinlere dönüştürüldüğünü anlayalım. Bu tablolarda ayrıca mezheplerin kendi içlerindeki çelişkilerine yer vermiyoruz. Örneğin Hanefi mezhebinin ilk kurucusu Ebu Hanife ile onun talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed’in farklı görüşleri olduğu da kabul edilir ve bunlarda da çelişki çoktur. Bu tablolarda sadece Sünni 4 mezhebin çelişkileri vardır. Şiilikle Sünniliğin ayrılıkları da ayrı bir kitap yazdıracak kadardır. Bu tablolar çelişkilerin ancak az bir kısmını göstermektedir. Mezheplerin tüm çelişkilerini anlatmaya bu kitabın hacmi çok dar gelir. Allah bizim Kuran’ın hacmi dışındakilerden dinimizi öğrenmemizi istememiş olması sayesinde bu kargaşanın, bu çelişkilerin içinde boğulmuyoruz.

Siz eğer hala atalarınızdan miras aldığınız mezheplere, sırf atalarınız bunlara iman ettiği için inanıyorsanız, lütfen sunacağımız 100 örneği inceleyip mezhebinizi iyice öğrenin. Öğrendikten sonra; tüm bu çelişkilerden sonra mezhebinizi bir kenara atıp ister Kuran’la yetinin, ister bu tabloları uygulayıp bu farkları “rahmet” diye niteleyin. Uyarı bizim; akıl sizin, seçim sizin, sorumluluk sizin.

Mezheplerin Çelişkilerine 100 tane örnek

Konular

Hanefi

Maliki

Şafii

Hanbeli

1

Ölü Hayvanın derisi helal midir?

Haram

Helal

Haram

Helal

2

Pislikle beslenen hayvanların eti helal midir

Helal

Haram

3

Yılan balığı yemenin hükmü nedir?

Helal

Haram

4

Erkeğin kırmızı elbise giymesinin hükmü nedir?

Mekruh

Helal

Haram

Mekruh

5

Erkeğin sarı elbise giymesinin hükmü nedir?

Haram

Helal

Haram

Haram

6

Ud, zurna, dümbelek, boru davul çalmak nedir?

Mekruh

helal

Helal

Haram

7

Karga eti yemenin hükmü nedir?

Haram

Helal

Haram

Haram

8

At eti yemenin hükmü nedir?

Haram

Helal

9

Midye yemenin hükmü nedir?

Haram

Helal

10

İstiridye yemenin hükmü nedir?

Haram

Helal

11

Istakoz yemenin hükmü nedir?

Haram

Helal

12

Kırlangıç eti yemenin hükmü nedir?

Helal

Helal

Haram

Haram

13

Kartal eti yemenin hükmü nedir?

Haram

Helal

Haram

Haram

14

Yarasa eti yemenin hükmü nedir?

Haram

Mekruh

Haram

Haram

15

Beyt-i Tavaftan öne abdest almak nedir?

Vacip

Farz

Farz

Farz

16

İlk iki rekatta Fatiha okumanın hükmü nedir?

Vacip

Farz

Farz

Farz

17

Rüku ve secdelerde tesbih etmek nedir?

Sünnet

Sünnet

Vacip

18

İlk iki rekatta Fatiha’dan sonra sure okumak nedir?

Vacip

Mübah

Sünnet

Sünnet

19

Fatiha’dan evvel Besmele çekmek nedir?

Sünnet

Mekruh

Farz

20

Namazda ayakların arası ne kadar açık olmalı?

4 parmak

2 karış

1 karış

2 karış

21

Vitir namazının hükmü nedir?

Vacip

Sünnet

Sünnet

Sünnet

22

Tüysüz bir delikanlıya değen erkeğin abdesti bozulur mu?

Hayır

Evet

Hayır

Hayır

23

Namazda selam almak abdesti bozar mı?

Evet

Hayır

24

Namaz kılan kimsenin önünden geçilmesinin haram olduğu mesafe ne kadardır?

40 kulaç

1 kulaç

3 kulaç

3 kulaç

25

Namaz içinde unutarak konuşmak namazı bozar mı?

Evet

Hayır

Hayır

Evet

26

Namazda hatayla yanlış bir kelime geçerse namaz bozulur mu?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

27

Namazda af ve of demek namazı bozar mı?

Evet

Hayır

Evet

Evet

28

Eti yenen hayvanların sidiği ve artığı necis midir?

Evet

Hayır

Evet

Hayır

29

Eti yenen hayvanların menisi necis midir?

Evet

Evet

Hayır

Hayır

30

Abdestin farzları kaçtır?

4

7

6

7

31

Abdesti belli bir sıra ile almak farz mıdır?

Hayır

Hayır

Evet

Evet

32

Abdesti ara vermeksizin almak farz mıdır?

Hayır

Evet

Hayır

Evet

33

Abdestin sünnetlerinin sayısı kaçtır?

18

8

30

20

34

Misvak kullanmak sünnet midir?

Evet

Hayır

Evet

Evet

35

Abdestte ellerin, yüzün ve kolların üçer kere yıkanması sünnet midir?

Evet

Hayır

Evet

Evet

36

Abdestte başın üç defa mesh edilmesi sünnet midir?

Hayır

Hayır

Evet

Hayır

37

Abdestte kulakların içten ve dıştan meshi sünnet midir?

Evet

Evet

Evet

Hayır

38

Abdestte kulaklar kaç defa mesh edilmelidir?

1

1

3

1

39

Abdesti bozan şeylerin sayısı kaçtır?

12

3

5

8

40

Cinsellik organına dokunmak abdesti bozar mı?

Hayır

Evet

Evet

Evet

41

Namazda kahkaha ile gülmek abdesti bozar mı?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

42

Deve eti yemek ve cenazeyi yıkamak abdesti bozar mı?

Hayır

Hayır

Hayır

Evet

43

Abdest şüphe ile bozulur mu?

Hayır

Hayır

Hayır

Evet

44

Kan akması abdesti bozar mı?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

45

Delikli meshin üzerinden mesh etmek caiz midir?

Evet

Evet

Hayır

Hayır

46

Gusül abdesti almayı gerektiren sebeplerin sayısı kaçtır?

7

4

5

6

47

Gusül abdestinin farzları kaç tanedir?

11

5

3

48

Umursamazlıktan veya tembellikten dolayı namaz kılmayanın hükmü nedir?

Hapsedilir, kanatılana kadar dövülür, öldürülür

Tevbe etmezse öldürülür

üç güniçinde tevbe etmezse öldürülür

üç güniçinde tevbe etmezse öldürülür

49

Ezanın sözleri peşpeşe okunmasa da geçerli olur mu?

Evet

Evet

Hayır

Hayır

50

Arapça bilmeyen kimsenin kendisi için ezanı kendi dilinde okuması caiz midir?

Hayır

Hayır

Evet

Hayır

51

Ezanda niyet şart mıdır?

Hayır

Evet

Hayır

Evet

52

Ezan ve kamet esnasında selam almak caiz midir?

Hayır

Hayır

Hayır

Evet

53

Fatiha suresi okunmadan kılınan namaz geçerli olur mu?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

54

Namazı bitirirken selam vermenin farz olduğu miktar nedir?

Farz değildir

1 tarafa vermek farzdır

1 tarafa vermek farzdır

2 tarafa vermek farzdır

55

Erkeğin avret yeri neresidir?

Göbeğiile diz kapağı arası

Ön ve arka uzuvları

Göbeğiile diz kapağı arası

Göbeğiile diz kapağı arası

56

Ölünün yıkanmasının farz olması için cesedin ne kadarının bulunması gereklidir?

01.Şub

02.Mar

Az da olsa olur

Az da olsa olur

57

Ölüyü yıkarken ağzına ve burnuna su vermek gerekir mi?

Hayır

Evet

Evet

Hayır

58

İhramlı iken hacda ölen kişinin üstüne hoş koku sürülüp başı örtülür mü?

Evet

Evet

Hayır

Hayır

59

Cenaze namazını kimin kıldırması gerekir?

Sultan Devlet Başkanı

Kaldırması vasiyet edilen kişi

Velisi

Kaldırması vasiyet edilen kişi

60

Cenaze namazı, namaz kılmanın yasak olduğu kaç vakitte kılınmaz?

5

3 k

Her vakitte ılınabilir

3

61

Ölü gömülmek için, öldüğü yerden başka bir yere nakledilebilir mi?

Evet

Evet

Hayır

Hayır

62

Oruç için dil ile söyleyerek niyet etmek şart mıdır?

Evet

Evet

Hayır

Evet

63

Ramazan orucu için hergün ayrı ayrı niyet etmek şart mıdır?

Evet

Hayır

Evet

Evet

64

Kan aldırmak orucu bozar mı?

Hayır

Hayır

Hayır

Evet

65

Zekatın farz olması için hangi mallardan borçlu olmamak şarttır?

Zirai ürün dışındaki mallardan

Altın ve gümüş

Böylebir şart yoktur

Bütün mallardan

66

Erkek ve kadının ziynet eşyalarından zekat vermeleri farz mıdır?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

67

Kâğıt paradan zekat vermek farz mıdır?

Evet

Evet

Evet

Hayır

68

Madenlerden ne kadar zekat verilmesi gereklidir?

01.May

01.May

Oca.40

Oca.40

69

Ticarî bir eşyanın zekatının şartları kaçtır?

4

5

6

2

70

Topraktan çıkan her şey için zekat vermek farz mıdır?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

71

Balın zekatını vermek farz mıdır?

Evet

Hayır

Hayır

Evet

72

Vakfedilen topraktan zekat vermek farz mıdır?

Evet

Evet

Hayır

Hayır

73

Kiralanan veya emanet alınıp ekilen toprağın zekatını vermek farz mıdır?

Hayır

Evet

Evet

Evet

74

Zeytinin zekatını vermek gerekli midir?

Evet

Evet

Hayır

Evet

75

Yem ile beslenen ve çalıştırılan hayvanlardan zekat vermek farz mıdır?

Hayır

Evet

Hayır

Hayır

76

Koyun ile keçi kaç yaşlarında olursa zekatı farzdır?

Koyun 1 Keçi 1

Koyun 1 Keçi 1

Koyun 1 Keçi 2

Koyun 1/2 Keçi 2

77

Kadın yanında kocası olmadan hacca gidebilir mi?

Hayır

Evet

Evet

Hayır

78

Acizlik veya zaruret yüzünden hacca gidemeyen kişinin kendi yerine başkasını göndermesi caiz midir?

Evet

Hayır

Evet

Evet

79

Haccın şartı kaç tanedir?

2

4

5

4

80

Şeytan taşlarken atılan taşın cemreye düşmemesi caiz midir?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

81

Müslüman olmayan bir fakire yemek verilmesi caiz midir?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

82

İpeğin üzerine oturmak, yaslanmak, yastık olarak kullanmak, duvar örtüsü yapmak haram mıdır?

Hayır

Evet

Evet

Evet

83

Erkek çocuğa ipek giydirmek caiz midir?

Hayır

Hayır

Evet

Evet

84

Gümüş ile süslenmiş kaptan su içmek ya da abdest almak caiz midir?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

85

Sakalı kesmek haram mıdır?

Evet

Evet

Hayır

Evet

86

Tavla oynamak haram mıdır?

Hayır

Evet

Evet

Evet

87

Satranç oynamak haram mıdır?

Evet

Evet

Hayır

Evet

88

Ölen bir kişinin borçları ödenmeli midir?

Hayır

Evet

Evet

Hayır

89

Kişi kendi arazisinde bulunan maddenin ne kadarını devlete vermelidir?

01.May

Hiç

Hiç

Hiç

90

Bir araziyi gasp edip eken kimse çıkan ürünün sahibi midir?

Evet

Evet

Evet

Hayır

91

Yapılan bir sözleşmeyi değiştirme veya feshetme süresi ne kadardır?

3 gün

İhtiyaç gereği kadar

3 gün

Anlaşma ile belirlenir

92

Cinsi tecavüzde bulunulan hayvanın hükmü nedir?

Öldürülür, eti yenmez

Öldürül mez, etiyenebilir

Öldürülmez, etiyenebilir

Öldürülmesi gerekir

93

Şarap ve diğer sarhoş edici maddelerin içilmesinin cezası kaç değnektir?

80

80

40

80

94

Şarap kokan veya şarap kusan kişiye değnek cezası uygulanır mı?

Hayır

Evet

Hayır

Hayır

95

Dinden döndüğü için öldürülen bir kişinin malı mirasçıla-rına verilebilir mi?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

96

Dinden dönen kadın öldürülür mü?

Hayır

Evet

Evet

Evet

97

Terketmek, hapsetmek, aç ve susuz bırakmak suretiyle bir kişiyi öldürmek, kasten öldürmek gibi midir?

Hayır

Evet

Evet

Evet

98

Bir kadının hakimlik yapması caiz midir?

Evet

Hayır

Hayır

Hayır

99

Köpek necis bir hayvan mıdır?

Hayır

Hayır

Evet

Evet

100

Müezzin okuduğu cezandan dolayı ücret alabilir mi?

Hayır

Evet

Evet

Hayır

Sitemizde sık sık bölümlerini yayınladığımız Kuran’daki Din kitabını bu bağlantıyı kullanarak bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

Kitabı Pdf formatında indirmek için tıklayın.

Bu yazı Kurandaki Din sitesinden alıntıdır.

[/private]

Mezheplerimiz” üzerine 62 yorum

  1. yüz madde saydın ve eleştirdin. şimdiiiii eleştirdiğin bu konuların doğrularını kuranı kerime göre delilleri ile sen söyle bakalım.sakın kaçma ve kıvırma.

  2. Selam Ali,

    Son cümleni cahilliğine veriyorum. Bunların doğrusu şu: Bu yüz maddede yazılanların hiç biri haram değildir. Kuran’da buna dair hiç bir delil yoktur. Daha detaylı bilgi ve tartışmalar için,

    http://www.hanifdostlar.com sitesine bakabilirsin.

    Selam ile…

  3. namaz kılıyormusun?kılıyorsan nasıl kılıyorsun?namazdaki hareketleri ve sözleri nerden öğrendin?hz peygamber 23 yıl vahiyden başka kelam söylemedimi?uydurma hadisleri ayıklayın.eyvallah.fakat kaş yaparken göz çıkarmayın.cahil olduğuma gelince, bana ne olduğumu hatırlattığın için,teşekkür ederim.çünki ben bir aynayım!

  4. “cahil olduğuma gelince, bana ne olduğumu hatırlattığın için,teşekkür ederim”

    Sorun değil… 🙂

    Ne kaçarız, ne kıvırırız…

    Sen görüşünde çok mu sadıksın… O halde “kaçma” , “kıvırma” , yukarıda maddeler halinde yazan dinini yaşa… Harfi harfine yaşa… Öyle ya… Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün… 🙂

    Sakın sarı veya kırmızı elbise giyme, sakın namaza üşeneceğin tutmasın… Senin (Mezhebinin) dininde katlin vaciptir. Senin dinin sana, benim dinim bana…

    “hz peygamber 23 yıl vahiyden başka kelam söylemedimi?” Kuran oku… İyi gelir…

    Dininin inceliklerini tartışmak istersen linki yazdım… http://www.hanifdostlar.com Seni de bekleriz…

    Selam deyip geçiyorum…

  5. kendinize müridmi arıyorsunuz?ben direk Allaha (cc) bağlıyım kardeş.ben aynayım cümlesini neden pas geçiyorsun?şiir köşendeki yorumumu iyi oku ve anla. namaz sorusuna neden cevap vermedin?bu kıvırmak ve kaçmak değilmi?selam

  6. selamınaleyküm sizin yazdıklarınızı okumak çok hoşuma gidiyo galiba herkes sizi anlayamıyo yada kör olmuşlar göremiyolar bana göre 4 mezhep yerine hz muhammedi kılavuz edinseler anlarlar kuranı rehber edinseler anlarlar bende önceden bunun sıkıntısını çekiyodum ama allah insana akıl vermiş onu kullanmak en doğrusu hocam ayrıca ben sizden ölülerimiz için ne yapmalıyız kuran okumak olurmu neden fatiha yasın okuyoruz bunu öğrenmek istiyorum peygamberimiz sav bizi hadiste söylemiş 6 7 madde halinde ben burda insanlara kuran okumayın diyorum sice yanlışmı yapıyorum selamın aleyküm.

  7. syn ali aksoy.resullulah zamanındaki dini yaşamak için robot olmak lazım.insan ise yorum yapar hayatı yorumlar değişen siyasi ekonomik sosyal kültürel coğrafi etnik mistik fiziki şartlara göre göklerin ve yerin kralının razı ve hoşnut olacağı şekilde adaletle hüküm vermek zorundadır.insan allahın yeryüzündeki halifesidir. allah adaletle hükm edenleri sever.hükm edecekseniz adaletle hükm edin.dünyaya ne zaman bir din geldi ise bu sebeple mutlaka mezhepleri ve tarikatları olmuştur. çünkü insanlar hayatı yorumlar. elbette her tarikatı ve mezhebi dğru olarak adlandırmak yanlıştır.doğru kriterler itikadlar elbette kuranda mevcuttur.ancak kuran’ı okurken tarafsız ve önyargısız olunmak zorundayız.işine gelen ayetleri alıp gelmeyenleri görmemezlikten gelmek nekadar insanlıktır erdemliktir. kuran bizi ikinci bir kaynağa yöneltiyor.deki siz allahı seviyorsanız bana tabiolunki allahta sizi sevsin.allah ve resulu bir işe hükm ettimi mümin ve mümine için seçim hakkı yoktur.ona tabi olunki hidayet bulasınız.allah elçisinin izinden gidenlere rahmetini yazdı.o size neyi veriyorsa onu alın neden sakındırıyorsa ondan sakının.ve daha nice 10 larca ayet.peygamberin altın ve ipek ile ilgili hadisini rivayet eden imamın fetvasını uygulayınca müşrik olucam sülün osmanın kuranda geçmiyo diye böcek yemek helaldir fetvasına uyarsam hanif dostlarınızdan olucam dimi?peygamberi örnek almadan deil namaz su meselesinin içinden bile çıkamazsın.zikri indiren elbette onuda koruyacaktır.peki zikrden kasıt nedir?eğer namaz allah’ın peygemberine öğrettiği gibi deilde onun hilafında kılınacaksa şartları ve şekli deişecekse yani kıyamete kadar korunmayacaksa başka güçler tarafından şartları ve şekli belirlenecekse oruç zekat hac gibi ibadetlerde bu duruma dahil olacaksa kuran ın korunmuşluğu hiç birşey ifade etmez.yani kuran dışı vahiy de korunma altındadır.sakın kuran dışında vahiy yok deme. peki nasıl ve hangi şartlarda korunmuştur? imam şafii imam azam malik ve ahmed bin hanbel nekadar büyük olurlarsa olsunlar kendi devirlerinin sorunlarına meselelerine çözüm üretmişlerdir.elbetteki verdikleri hükümleri günümüze aynen getirip uygulamak ve ya olduğu gibi hepsini yanlış saymak hatalıdır.ama kimin peşinden gideceksin. herkes kuran dan konuşuyo islam düşmanlarıda kuran dan ayetler getirerek müslümanları birbirine düşürmüşler.tarih bilen bilir ne vahşilikler yaşanmış.mezhepler arasındaki farklılıklara gelince. imamı azam ;buhari,müslim ebudavut,nesai,tirmizi,ibn mace ,muvatta,müsneti görmedi. o elindeki kısıtlı olan malzemeyle devrinin problemleriyle müslümanların problemleri ile islamın düşmanları ile mücadele edip adaletle hükm etmeye çalışmış. bunda ne sakınca var.yaptığı mücadele hepimize örnektir.halkta takvasından niyetinden ilminden şüphe duymamış.benim görüşüm aleyhinde 2 isabetli görüş bulursanız benim görüşümü terk edin demiş.elindeki malzemenin kısıtlığını bildiği için böle demiş.imam şafiide benim görüşüm aleyhinde hadis görürseniz görüşümü duvara çarpın demiş. onların verdiği hükümleri ozamanın şartları ve hükümlerini göz ardı ederek nasıl olurda kendi zamanının şartları ve problemleri ile mükayese edersin.mecelle nin temel kaidelerinde ezmain teğayyuru ile ahkamın teğayyuru inkar edilemez prensibi vardır yani zamanın deişmesi ile ahkam deişir imam azamın elindeki kıt malzemesi ile kendinden 10 yıllar sonra yüzyıllar sonra çıkacak olan mezhepler arasındaki farklılığı (elbetteki ahmed bin hanbelin ulaşmış olduğu hadisler imam azama göre daha çok ve farklıdır devrin problemi ve şartlarıda farklıdır)islamın itikadı ile nasıl yanyana getirebilirsin.yorumlar kutsallaştırılamaz.bu mezhebe bağlı kişilerin bağnazlık yapmasıda o kişinin kendini bağlar.mezhebi deil.yani ben imam azamın kurana ve sünnete kıyasla yaptığı yorumları fetvaları uygularsam (bilmiyorsan bilene sor)müşrik olacam yaşar hocanın dediğini yapınca hanif olucam muvahhitmi olucam.peki ne olması lazım doru ne ? halifemiz olsa idi çevresinde alimler ordusu olsa idi herbir alime bağlı niversiteler olsa ve günümüz meselelerine uygun fetvalar araştırılsa kıyas yapılsa yüz binler bununla uğraşsa insanların sorunlarına problemlerine cevap ve çare üretilse adaletle uygulansa.negüzel dimi ama düşman izin vermiyo.islamın şerefi ayaklar altında herkes birbirini tekfir ediyo emperyal güçlerin böl parçala yönet taktiği kusursuz bir şekilde işliyo analar ahıt yakıyo babalar evlatlarının mezarını kazıyo.küçük masum kızlar hıçkırıklarını gözyaşlarını kalbinin derinliklerine akıtıyo. yok işin içinden çıkacak beyin yok.neden kurandaki islam biliyomusun ? çünkü peygamberin nasıl cihat ettiğini bilmesinler.mücadelenin nasıl yapılacağını kurandan hayata tatbike geçiren kendisinde uyulması gereken engüzel örnek bulunan peygamberin metodunu kullanmasınlar. alel acele bukadar yazdım daha çok şey yazmak isterim.güç ve kuvvet allahtandır yardım allahtandır

  8. Selam…

    Yazdıklarınızın pek çoğuna, özellikle; “Peygamberimizin örnek alınması” kısmına tamamen katılıyorum. Kuran’da Peygamberin vahiyden başkasına uymayacağı bildirilmiş, Peygambere de kendisine indirilen vahye uyması / tabi olması emredilmiştir. Mesele, Peygambere uyulup uyulmayacağı değildir. Hiç bir müslüman, müslümanlığını devam ettirerek Peygambere uymayın yahut uymam diyemez. Sorun, Peygamberin sözü veya uygulaması diye sunulan pek çok sözün gerçekten peygambere ait olup olmadığı meselesidir. Bu sitede veya bu yazının alıntı yapıldığı Kurandaki Din sitesinde, Peygambere ait olduğu söylenen ve güya en sahih hadislerin yer aldığı kitaplarda bulunan, Kuran’a açıkça aykırı pek çok husus örnekleriyle sergilenmiştir. Bu kitaplara bakılırsa, Peygamberimiz haşa kendi söylediği şeylerde zaman içerisinde defalarca çelişen, Kuranda yer verilmeyen emir ve yasaklar getiren, zaman zaman Kuran’ın hilafına konuşan, sözleri ile Kuran ayetlerinin bir kısmını nesheden bir kimsedir. Bizim Peygamberimize yönelik bu türlü yakıştırmaları kabul etmemiz mümkün değildir.

    Peygamberimize içinde müminlerin uyması gereken Kuran harici vahiy indirildiği meselesi ise sağlıklı düşünen bir kimse için tam anlamıyla bir faciadır.

    Çünkü; Din, Kuran ile eksik kalıp, Peygambere haricen indirilen vahiyler ile tamamlanır dediğniz anda, mevcut dininizin eksik olduğunu, Peygamberimizin hadislerini hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yazdırmaması sebebi ile bütün müminler için telafisi imkansız bir kötülük yaptığını kabul etmiş olursunuz.

    Peygamberimiz Kuran haricinde, içinde müminlerin hüküm vereceği vahiy almamıştır. Ya değilse, bunları apaçık yazdırması ve mezheplerin / farklılaşmanın oluşmaması, birinin sahih dediği bir hadise diğerinin uydurma diyememsi gerekirdi. Keza, bu görüşten yola çıkarak, Kuran’da sadece Peygamberimize has olacak bir gece ibadetine dahi yer verildiği olgusu bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Peygamberimize Kuran haricinde inen vahyin sadece ona has meseleler üzerinde olduğunu dahi iddia edemezsiniz.

    Hadis ilmi diye bahsettiğiniz ilmin duayenlerinin en erken dönem alimlerinden olan Buhari’nin dahi hicretten 200 sene sonra doğduğu gerçeği düşünüldüğünde, Peygamberimizin hicretinden 200 – 300 sene sonra oluşturulan “hadis / söz” ilminin güvenilirliği sarsılacaktır. Buna, Peygamberimizin neredeyse tüm nübüvvet hayatı boyunca yanından ayrılmamış sahabe-i kiram’dan alınan hadislerin sayısı ile, Peygamberimizin yanında sadece bir yıl on ay kalmış olan Ebu Hureyre isimli kişinin 5475 adet hadis naklettiği daha doğrusu en sahih kitaplarda bu zevattan rivayet edilen 5475 adet hadise yer verilmiş olması, tüm bu kaynakların şüpheliliğini arttırmaktadır.

    Konu bu sitede bulunan değişik makalelerde yeterince detayları ile tartışıldığı için burada uzatmak istemiyorum.

    Sonuç olarak bizlerin Peygambere uyulması hususunda hiç bir şüphemiz yahut aksi görüşümüz yoktur. Sıkıntı; peygambere at olduğu söylenen pek çok sözün gerçekten ona ait olup olmadığı meselesidir. Biz, sözlerin sıhhatini uykuda görülen rüyalardan değil, Kuran’dan araştırırız. Delil ve sıhhat anlayışımız budur.

    Selam ve dua ile…

  9. # yardımallahtandır Diyor:
    23 Apr 2007 4:03 pm e

    syn Ali AKSOY
    oryantalistlerin başlattığı ve bazı Müslümanlarca da kabul gören “kuran dışında vahiy olmadığı ve sünnetin vahiy olmadığı” sloganları belli bir mesafe kat etmiş ve Müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Bugün artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak mümkündür. Bu Müslümanlar, sanki kendilerinin hak yoldan ayrıldıklarını müsteşrikler görmüşler de doğru olanı anlatıp onların hak yola dönmelerini istiyorlarmış gibi onların fikirlerini alıyor kurana ve hayata öylece bakıyorlar.bu kişilerin eğitim ve öğretimleri ve entellektüel bakışları içine düştüleri durumu görmelerine yetmiyor.Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün meselenin çözüm noktasının “Kur-an’dan başka vahyin” Resulullah’a inip inmediğidir.Resulullah’a Kur-an’dan başka vahyin inip inmediğinden bahsedeceğim. Bunu yaparken de sünnetten değil Kur-an’dan yola çıkacağız. Sünnetten yola çıkmayışımızın sebebi, sünnette bu konu için deliller olmayışından dolayı değil, şüphenin zaten sünnette olup inkarın bizzat kendisinde vuku bulmasından dolayıdır.

    1.delil
    “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.” (Tahrim 3)

    Ayetten de anlaşıldığına göre Peygamber efendimiz, hanımlarından birine gizli bir söz söylüyor. Hanımı da bunu annelerimizden diğerine veya başka bir kimseye haber verince Allah-u zulcelal, Peygamber Efendimize vahiyle durumu bildiriyor. Allah (cc)’ın bildirdiği bu şeylerin bir kısmını, Nebi (as) hanımına bildiriyor, bir kısmını ise bildirmiyor. Böyle bir durumla karşılaşan hanımı ise bunu kimin bildirdiğini soruyor, Peygamber Efendimiz de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi”.

    Peygamberimizin zevcesine bildirdiği kısım hakkında bazı rivayetler söyleniyor olsa da bunlar bir yorumdan öteye gitmeyecektir. Söylemekten vazgeçtiği kısım hakkında ise hiç bir fikrimiz yoktur ve olamazda.

    Kur-an’ı Kerimin her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulüne bildirdiği bu şeyin metnini vermemiştir. Yani Resulullahın eşine bildirdiği kısım ile bildirmediği kısmın metni Kur-an’da yoktur. Vahiy ise Allah’ın Resulüne olan bildirilerini taşır. İşte, yine böyle bir bildiriyi getirmiş olan Allah’ın vahyi, metniyle Kur-an’da mevcut olmayıp “vahyi gayri metluv” vahiyle Resulullah’a bildirilmiştir. Allah bildirdiğine şahadet ederken, Resul de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi”. (Ahzab 53) derken artık bundan öte bir kimsenin, Kur-anın iki kapağı arasından başka bir vahyin Resulullah’a gelmediğini söylemesinin, La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah, şahadetiyle bağdaşabileceğini söylemek mümkün değildir.

    Haram ve helallerle hayatı bir intizam altına alınan insanoğlu başıboş bırakılmamıştır. (Kıyame 36) O halde, yüce Allah’ın, hanımları arasında ki basit bir konuşma için Kur-an’dan ayrı, Nebisine vahiy indirdiğini kabul edip, külli kaideler içeren şu Kur-anın ayetlerinin açıklanmasında Allah’ın vahiy göndermeyeceğini iddia etmenin ilim ve irfan adına ifade edeceği hiçbir gerekçesi yoktur. Allah “indirdim” derken “indirmedi” diyen bu insanlar acaba, Kur-an’dan bir hakikati inkar etmenin sahibini nasıl bir konuma düşüreceğinin bilincindelermi?çıkaracağını biliyorlar mı

    2.delil
    “Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzab 37)

    Peygamber efendimiz, halasının kızı olan Zeyneb binti Cahşı, (Hadislerle Kur-anı Kerim tefsiri İbni Kesir c.12 sayfa 6544) Zeyd b. Harise’ye nikahlamak istemişti. (Lubabun Nukul fi Esbabin Nuzum, Suyuti s. 178,179 Medarikut Tenzil ve Hakakut Tenzil, Nesefi c.3 s. 304 Celaleyn s. 389 ) Fakat Zeyneb (ra) ilk önce tereddüt etmiş mazeret öne sunmuştu. (Nubabul Nukul s. 178 ) Bunun üzerine şu ayet:

    “Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36) ayet nazil oldu. Bu ayetten sonra Zeyneb, Zeyd ile evlenmiştir.( Nubabul Nukul s. 179)

    Bir müddet iyi giden evlilikleri bozulmaya başlayınca Zeyd, Resulullah (sav)’e gelir ve aralarını ayırmasını ister. Efendimiz (as) Zeyd’e nasihat eder ve eşinden ayrılmamasını tavsiye eder. Aradan bir müddet daha geçince yürümeyen evliliğin tefriki için Zeyd, Peygamber Efendimize ikinci ve üçüncü defa gelir. Peygamber (as) her seferinde nasihat edip eşini nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını Zeyd’e tavsiye etmişse de artık başka çıkar yol kalmamıştı. Nihayet Zeyd ve Zeyneb’in aralarını tefrik eder. Ama bütün bunlar olurken Allah Resulünde bir korku bulunmaktaydı. Acaba bu korku neydi?

    Doğrusu bu korkunun ne olduğu hakkında yenilmez yutulmaz öyle şeyler söylendi ki; bilmem Resulullahı böyle büyük bir iftiraya layık görebilmek için acaba (Resulullahın kadir ve kıymetini taktir konusunda) ilim ve irfandan ne kadar uzak ve vicdansızlığın hangi uç noktasında olmak gerekir.

    Allah’ın kendisinde güzel örnekler bulunduğuna şahitlik ettiği (Ahzab 21), Rabbi Zülcelalin terbiyesinde yetişen, kendisine itaatın farz kılındığı, (Nisa 59, Ahzab 36, Nur 63, Nisa 80 ) ve bununda imandan addedildiği (Nisa 65,115) insanlara namusları korumayı öğretecek bir Resul olan Muhammed hakkında, oğulluğunun zevcesine göz dikip “boşasa da ben alsam” demeyi, o şahsiyete layık görebilmek, kasıt yoksa, bırakın da diyelim ki, büyük bir cehalettir.

    Esasen bu gibi haberler zaten sahih olmadığı için (İbni Kesir age. c. 12 s. 6544) biz burada, “küçüklüğünden beri beraber yaşadığı Zeyneb’in güzelliğini yıllar sonra kapı ağzında mı gördü, oysa Zeyneb’i, Zeyd’e isteyen de Resulullahın bizzat kendisidir”, diyerek haberin metninin, İslam hakikatlerine uymayacağı bahisleriyle sayfaları kabartmayı istemiyoruz. Allah Resulünün Makam-ı Mahmud’ta tâcı güneş gibi parlamaktadır. Onun duruluğunda, aydınlığında hiç bir yarasa ruhlu insanın iftiraları bulunmayacaktır.

    Yukarıda Zeyd’in, Zeyneb’ten ayrılışının ilk habercisi olan şikayetler başlayınca, Allah Resulünün nefsinde bir korkunun başladığından bahsetmiştik. O halde nedir bu korku? Onu açıklamaya çalışalım. Zeyd, cahiliyye de Resulullah’a köle olmuş, ama Resulullahın azat edip kendisine evlatlık olarak aldığı bir sahabedir. Fakat Allah Zeyd’in, Resulullahın evladı olmadığını, İslam da böyle şeyin olmadığını ve evladı olmadığı için de kişinin evlatlığının eşini boşadığı zaman, onunla evlenmesinde bir mahzur olamadığını göstermek istemişti. Yani Allah (cc) evlatlığı ortadan kaldırmak istemiş ve kişinin, oğulluğunun boşadığı hanımıyla evlenmesinde şer’an bir mahzurun olmadığını göstermeyi istemiştir. Fakat cenabı Allah bu ilk uygulamayı Resulullahın bizzat kendi nefsi üzerinde uygulamayı dilemiş ve Resulullah’a, Zeyd’i Zeyneble evlendirip daha sonra Allah’ın onları tefrik ettiği gün de Nebi (sav)in Zeyneb ile evlenmesini Peygamber Efendimize emretmişti. Yani Resulullah (as), Zeyd’i Zeyneb ile evlendirirken daha işin başında ne olacağını biliyordu. Konuyla alakalı olarak İbn Kesirde şöyle bir rivayet geçiyor: İbn Ebu Hatim der ki, “Bize babam… Ali b. Zeyd ibn Cüdandan nakletti ki o şöyle dedi:. Hüseyin oğlu Ali bana. “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor, insanlardan da gizliyordun.” Kavli hakkında ne dediğini sordu. Ben de ona anlattım. Sonra dedi ki: “Hayır, Allah Resulü onu Zeyd’le evlendirmezden önce, Zeyneb’in kendi eşleri arasında olacağını çok iyi biliyordu. .Zeyd eşinden şikayet etmek üzere Peygambere gelince, Resulullah ona Allah’tan kork ve eşine sahip ol, dedi. İşte bunun üzerine Allah Teala Resulüne buyurdu ki: Ben, seni onunla evlendireceğimi haber vermiştim. Sen ise“Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyorsun.” Suddi’den de bu şekilde söylediği rivayet edilir. (Age c. 12 s. 6544-6545) İbn Cerir Taberi bu konuda şöyle diyor: Zeyneb’in Peygamberle evlendirilmesini isteyen Allah Azze ve Celle idi. (Age c. 12 s. 6545)

    Rivayetlerin ışığında tekrar edelim ki, Zeyd’in Zeyneb ile evlenmesini Peygamber (as)’a Allah (cc) emretmiş, ayrıldıklarında da Peygamberin, Zeyneb ile evleneceğini daha işin başında biliyordu. Bu evlendirme işini bizzat Cenabı Allah’ın emrettiği ayette:

    “Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman…” Ahzab 36) ifadesiyle açıktır. Emir Allah’tan gelmiş, Resulullah uygulamıştır.

    O günkü Mekkeli Arapların geleneklerine göre bir baba, evlatlığının boşadığı eşiyle evlenemez idi. Bunu tarihi kayıtlarda görebileceğimiz gibi bir sonraki ayette geçen

    “…biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın.” (Ahzab 37) ibaresinden de anlamaktayız.

    İşte şu açıklamadan sonra, sanırım Allah’ın Resulünü korkutan şeyin ne olduğunu daha iyi anlayacağız. Resulullahın korktuğu şey; toplumun çirkin gördüğü bir şey olan, babanın evlatlığının boşadığı eşiyle evlenmeyi, Allah’ın emriyle bizzat gerçekleştirmekle karşı karşıya kalma durumunda olması idi.

    Düşünün, babanız size evlatlık bir kardeş alsaydı, sonra bir gün onu evlendirip yuvalarını kursaydı ve daha sonra onlar ayrılınca babanız, kardeşinizin bu hanımını nikahı altına alsaydı, bu size garip gelmez miydi? Ben bunu, İslam’ın bu gibi engelleri ortadan kaldırdığı şu ortamda söylüyorum. Bu garipsemenin boyutunu bir de Allah’ın Resulünün dönemi içerisinde düşünün. Soy-sop ilminin revaçta olduğu, insanların köle-hür statüsüne büründüğü asalet-sefalet kavramlarının topluma hakim olduğu, kölelerin insan mı yoksa değil mi düşüncelerinin zihinlerde dolaştığı dönemi düşünün. Herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda, toplumun ayıp olarak nitelendirdiği bir şeyi yapacaksınız. Allah’ın Resulü utangaç bir bekar kızdan daha çok haya sahibi idi. Ve işte o Nebi böyle bir ortamda (tabir caizse) toplumca ayıp addedilen bir işi bizzat yaparak bunu Allah indinde ayıp olmadığını gösterecekti. O da bir insandı Zeyd kendisine gelip de evliliklerinin yürümeyeceğini haber verince, Allah’ın hükmüne bağlandığı anın yaklaştığını hissediyor ve toplumun ayıp dediği şeyin, artık adım adım kendisine yaklaştığını görmeye başlayınca korkusu ve kaygısı da başlıyordu. Ama Allah’ın Resulü Zeyd’e Onu nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını tavsiye etti. Bu hal üç kez tekrarlanınca Allah’ın Resulü onların arasını tefrik etti. İşte toplumun ayıp dediği şeyi Allah’ın Resulü o haya boyutunun genişliğinden dolayı insanlara söyleyemiyor, onlardan gizliyordu. Konuyla ilgili ayet şöyle:

    “Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzab 37)

    Buraya kadar olan açıklamalarımız ayet hakkındaki yüzeysel bilgi idi. Şimdi gelelim vahyi gayri metluv’a delaletine. Dikkat ederseniz ayette şöyle bir ibare geçmişti, “Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun..”

    Peygamberin nefsinde gizlediğinin ne olduğunu tekrar edecek olursak, Zeyd, Zeyneble boşandıktan sonra Resulullahın, Zeyneble evlenecek olmasıdır. Allah’ın Resulü bunu insanlardan gizliyordu ve çekiniyordu.

    İkinci delilimizin başında Resulullahın gaibi bildiğini açıklamıştık. O halde soruyoruz: İleride Peygamber efendimizin Zeyneble evleneceğini Allah (cc) Kur-an’ın herhangi bir yerinde vahyetmemişken Peygamber Allah’ın açığa vuracağı bu gaibi bilgiyi nereden bildi? Oysa İsa dahi olsa bir insanın nefsinde ne olduğunu bilmeyeceğini Kur’an bize haber veriyor. (Maide116)

    Peygamber Efendimizin ileride olacak olan böyle bir hadiseyi bildiğini Allah (cc) ikrar ediyor ve diyor ki; “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun.” Peygamber (as)’ın nefsindekini bilgiyi ve bu bilgiyi Kur-an’ın herhangi bir yerinde daha önce vahyedilmiş olarak da bulamayacağına göre bu bilgiyi nereden buldu? Resulullah bir kahin değildir ve kahine gidip onu tasdik edenin kafir olacağını da söylemektedir. (Resailüs Selefiyye, Şevkani,s.13)

    O halde bu bilgi Resulullah’a, Allah (cc)’dan vahyin üç yoldan biriyle gelmiş bulunmaktadır. (Şura 51) Ve bu bilgi Kur’anın iki kapağı arasında bulunmamaktadır. Demek ki, Allah’ın Resulüne Kur-an’da bulunmayan vahiyler de gelmektedir. “İmana yer bulabilmek için bilgiyi inkar ettim” (Din felsefesi, Mehmet s. Aydın, s20) dediği gibi, “Kur-an’ın sıhhatini korumak için sünnetin vahiy olduğunu inkar edip terk ettim.” diyenler, acaba Kur’andan bir hakikati inkar ettiklerinin farkındalar mı? Allah Zulcelal, bu cehalete hidayet buyursun

    3.delil
    “Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144)

    Bu ayetle, Resulullahın Medine’de yöneldiği Beyt-ül Makdisten değil de, gönlünün Kabe’yi arzuladığı açıktır. Eğer Beyt-ül Makdise kendi isteğiyle dönmüş olsaydı, neydi onu Kabe’ye dönmekten men eden şey? Neden Beyt-ül Makdise kendi isteğiyle döndüğü gibi Kabe’ye de dönmüyordu?onlar diyeceklerdir ki; “Allah’ın Resulü önceki ümmetlere veya kendi görüşüne uydu.” Yani onlar bu sözleriyle, Resulullahın Beyt-ül Makdise yönelmesinin Allah’u Tealadan gelmediğini anlatmak isteyeceklerdir. Bu, onların, dinde samimi olmadıklarının bir sonucudur. Onlar hak zahir olunca işittik ve itaat ettik diyenler değil, (Nur 51) ifsat etmelerine rağmen, “Biz ancak ıslah edicileriz” (Bakara 11) diyecek kadar nankör olmalarındandır.

    Oysa bu kimseler, Resulullahın hiç bir haram ve helal koyamayacağını, eğer böyle bir şey kabul edilirse Allah’ın Resulünün, ilah kabul edinilmiş olacağını söyler ve bu sözleriyle de bütün ulemayı tenkit ederler. O halde bu kimseler söylesinler, Allah’ın Resulü tecrübesinden veya Allah’tan bir haber gelmeden aklınca önceki şeriata uyduğunu söylemekle acaba, Resulullahı ilah edinenler bizzat kendileri olmuyorlar mı? Biz diyoruz ki, bu emir Allah (cc)’ın emridir ve Resulullahda bu emre uymuştur.O her iki yöne de Allah’ın emriyle dönmüştü. Zaten bundan öte bir yetkisi de yoktur. Resulullah (as) namazda Kudüs’e yönelirken de bizzat Allah’a itaat ediyordu. Zira kendisine vahyedilenlerden hiç dışarı çıkmaz, vahy gelmeden bir mesele hakkında karar vermezdi. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

    “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En-am 50)

    “De ki: Ben ancak Rabbim den vahyolunana uyarım.” (Araf 203)

    “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunan dan başkasına uymam. Çünkü Rabbim’e isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

    “De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 9)

    Vahyedilenden başkasına uymam diyen Resulullah’a, hayır, uyabilirsin deyip de Kudüs’e dönmesini kendi arzu ve hevasına bağlayanlar hata etmişlerdir. Eğer Resulullah kendi heva ve hevesine uyduysa bu kıbleden, yani Beyt-ül Makdis kıblesinden memnun olması gerekirdi. Oysa Resulullah yahudilerin çıkardığı dedikodulardan dolayı kıbleyi, İbrahim’in kıblesi olan Kabe’ye dönmeyi çok arzu ediyordu.
    Resulullahın Kabe’ye dönmesini emreden ayetler bellidir. Peki Beyt-ül Makdise dönmesini emreden vahiy nerededir? Kur-an’ın her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulünün Beyt-ül Makdise doğru namaz kılmasını emretmiş değildir. O halde bu emir Resulullah’a hangi yolla gelmiş olabilir? Elbette ki, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla. Demek ki, Resulullah (as) Kur-an’da mevcut olmayan veya mevcut olan mücmel ifadenin kapsamını, detaylarını nefsinden veya tecrübesinde değil, bizzat Allah Zülcelalden gayri metluv vahiyle almaktadır.

    4.delil
    Nadiroğullarının Peygamber Efendimizi öldürme teşebbüslerinden dolayı, Müslümanlarla, Nadiroğulları arasında savaş olmuştur. (İbni Kesir, c.14, s.7800.7804) Bunun üzerine, Allah Resulü, Nadiroğulları’nın sağlam kalelerini muhasara etmiş, onların ümitlerinin kesilmesi ve teslim olmaları içinde, Nadiroğullarının hurmalıklarının belli bir bölümünün kesilmesini emretmişti. Bunun üzerine hurmalıkların bir kısmı kesilmiş, fakat daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Resulullah’a gelip “Ey Allah’ın Resulü, kestiğimizden dolayı bize bir vebal, bıraktığımızdan dolayı da bir günah var mı?” diye sormuşlardır. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Haşr suresinin 5. ayetini inzal buyurdu. (Lubabun nukul s.214, İbn Kesir c.14 s.7804) İnen bu ayetle Cenabı Allah müminlerin düşmüş olduğu meseleye çözüm getirmiştir. Ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:

    “Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.” (Haşr 5)

    Ayetin ifadesinde de açıkça anlaşılacağı gibi, müminlerin arasında tartışmaya yol açan hurmalıkların kesilmesi, bizzat Allah’ın emriyle olmuştur. Kur-anın her hangi bir yerinde hurmalıkların kesilmesi hakkında daha önceden inzal olan bir ayet yoktur. Olaydan, yani tartışmadan sonra konuyla ilgili inen bu ayet tekdir. O halde Resulullah, Allah’ın izniyle olan bu hurmalıkların kesilmesi emrini, Kur-anda olmayan bu vahyi, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla almıştır.

    Ne var ki, konuyu gereği gibi anlayamayanlar bu hususta da hataya düşmüşlerdir. Müsteşriklerden veya Müslüman evlatlarından olan inkarcılar şöyle bir itirazda bulunmaktadır: “İlk bakışta tamamen doğru gibi görünen bu mantık yürütmenin, ayet yakından incelendiğinde tartışmalı bir hal aldığı görülmektedir. Zira ayetten, ileri sürülen mananın çıkarılması “izin” kelimesine, “müsaade etmek” anlamı verilmesi esasına dayanmaktadır. Ancak bu kelime Arapça da bu anlamda kullanılmakla beraber, onun asıl anlamı “bilmek, bilgisi dahilinde olmaktır.” (İslam düşüncesinde sünnet, Hayri Kırbaşoğlu s. 265), diyen yazar, söz konusu ayetin, ancak ilk anlamı kabul edildiği takdirde delil olabileceğini öne sürmekte ve Mevdudi’den bir nakil alarak, kesme emrinin Resulullah’a ait olduğunu söylemektedir. (age, s.266)
    Doğrusu mezkur delilde öncelikli itirazın Müslümanlar tarafından geliyor olması bizi üzmektedir. Üstelikte hatalı olarak.

    Olaya dikkatlice bir bakalım: Allah Resulünün emriyle sahabe hurma ağaçlarının bir kısmını kesmişlerdir. Ama daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Konuyu Allah Resulüne arz ederek bir günah işleyip işlemediklerini sormuşlardır. Zira bu onlara ağır gelmişti. (Lubabun nukul s.214) Bunun üzerine Cenab-ı Allah, sahabenin bu ihtilafına dair vahy göndermektedir. Dikkat edilirse, vahiy sahabenin söz konusu durumuna binaen iniyor. O da, acaba “Biz hatamı ettik, bir günaha mı girdik” demeleridir. Buna göre ayetin ifade edeceği husus, “Hayır, bu sizin yaptığınız işten dolayı size bir günah yoktur. Zira bu, benim emrim ve müsaademle olmuştur.” şeklinde olacaktır. Yani mesele, Allah’ın olan şeylerden haberdar olması meselesi değildir. Bu yüzden ayetteki “izin” kelimesine Allah’ın olan şeylerden, yani hurma kesilmesi hadisesinden haberdar olması ve bilgisi dahilinde olması manasını veremeyiz. Çünkü bu mananın, sahabenin yaptığı ve aralarında çıkan “günah mı ettik acaba” tartışmasına cevap olacak bir konumu yoktur.

    Eğer Allah Zülcelalin bir şeyden haberdar olması, o şeyin helal olduğuna delalet ediyorsa, Allah sarhoşun içkiyi içtiği anda da onun bu içişinden haberdardır, ve bunun da o içkinin helal olduğu anlamına gelmesi gerekirdi. Oysa içkinin haram olduğu bellidir. Yani Allah Zülcelal, her kötülüğün yapıldığı esnada ondan haberdardır. Ama Rabbimizin bir şeyden haberdar olması onun helal ve caiz olduğuna delalet etmez. Bu yüzden ayetteki “izin” kelimesi bu davranışlarının bizzat Allah tarafından müşahede edilmiş, izin verilmiş olması manasına alınması ayetin sebebi nüzul açısından uygun olanıdır. Zaten izin kelimesinin müsaade etmek manasına geldiğini beyan eden lügatlerde onun bir şeyi helal kılmak, birine veya birilerine söz konusu meseleyi mubah kılmak anlamlarının olduğu da belirtilmiştir. (Mu’cemul Vasit, bkz.. ezn mad)

    Ayrıca konunun, Resulullahın ictihadıyla hiçbir alakası yoktur. Zira Efendimiz (as) Allah’ın emri gelmeden bir görüş belirlemez, bir meselede Allah’ın önüne geçerek meseleyi karara bağlama durumu yoktur. Bunu da inşallah ileride açıklayacağız. O Resul (as), Allah’ın emrinden başka bir şeye istinat etmez, Allah’u Tealanın emrini beklerdi.

    Resulullahın emrinin Allah’tan geldiğini bilen ashabı kiramın aralarında ihtilaf çıkması, onların bu davranışlarından dolayı kimseyi tereddüde düşürmesin. Zira ashab gökten inmiş bir topluluk değildir. Onlar da bizim gibi bir beşerdirler.

    Sahabenin ihtilafına sebep olan nokta şudur: Resulullah yağmacılığı nehyetmişti. Ben-i Nadir gazvesinde ki savaş bir hiledir. Peygamber efendimiz bir ara sahabesine, hurmalıklardan belli bir bölümünü kesmeyi emretmiştir. Bunun üzerine Nadiroğulları kalelerinden yüksek sesle şöyle bağırdılar: “Ya Muhammed doğrusu sen, bozgunculuğu yasaklar ve bozgunculuk yapanı kınardın. Hurmaları kesmek ve yakmakta ne oluyor öyleyse? (İbn Kesir,c.14,s.7801,7804)

    Ağaçlardan bir kısmını kesmekte olan sahabe onların bu sözünü duyunca bazı kimselerin de bu sözden etkilenerek aralarında çıkan bu ihtilaftan kalplerini ve gönüllerini tatmin etmek, günahtan emin olmak için meseleyi Resulullah’a arz ederler. Cevap yüceler yücesi Allah Tealadan gelir ve yaptıklarının bizzat kendi izni ile olduğunu Resulüne belirtmiştir.

    6.delil
    Fetih süresi Hudeybiye’den ayrıldıktan sonra nazil olan bir suredir. (Tefsir usulü, İsmail Cerrahoğlu, s81; Kur-anı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek başkanlığında, s510) Peygamber efendimiz Kabe’yi ziyaret etmek istemiş ama müşriklerin muhtemel bir saldırısından da çekinerek civar kabilelerinde bu ziyarete katılmaları için haber göndermiştir. (Fizilalil Kur-an, Seyyid Kutub, c13 s 420) Fakat bazı kabileler Allah Resulünün bu çağrısına icabet etmemiştir. Daha sonra, Hudeybiye’den iki aydan daha az bir zaman sonra vuku bulan Hayberin fethiyle (age c13 s451) elde edilen ganimetler taksim edilmeye sıra gelince, Hudeybiye’de geride kalıp iştirak etmeyen bu bedevi Araplar da ganimetten pay istemişlerdi. İşte bu konuyla alakalı olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

    “Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Onlar size: Hayır, bizi kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.” (Fetih 15)

    Ayette de görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, Resulüne şöyle demesini emrediyor: “De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Oysa Cenab-ı Allah’ın önceden indirmiş olduğu böyle bir emri Kur-an da mevcut değildir. Ama, Allah (cc) bunu daha önce buyurduğunu Resulüne bildirdiğine şahadet ediyor. O halde, Allah bunu Resulüne bildirmiştir ki, ayet buna şahittir. Bu bildirisi Kur-an da mevcut değilse o zaman Kur-an dışında başka bir yolla bildirmiştir ki, oda vahyi gayri metluv yoludur.

    7. DELİL:

    İlahi sıfatlara sahip tek varlık, Allah Zülcelaldir. İnsanların davranışlarını haram-helal yönünde kayıt altına almak ilahi bir sıfatı iktiza ettiği için bunu yapacak tek varlık da Allah’tır. Allah (cc) sıfatlarında hiçbir kimseyi ortak etmediği için haram ve helal belirlemede de tektir ve bunun tersi bir düşünceye sahip olanları da kınamıştır.

    “Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şura 21)

    İşte sıfatlarında hiçbir ortak tanımayan Allah Sübhanehu, Resulünü kendine ortak tanımamış, bilakis onu da koyduğu dine itaatle sorumlu tutmuş ve bu yüzdende Peygamber Efendimize hitaben:

    “De ki: Ben, Rabbim’e isyan edersem gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.” (En’am 15) buyurmuştur.

    O halde dinin kaynağı Kadiri Mutlak Allah (cc) dır. Resul, Rabbimizin emirlerinden bize ulaşmasında kul ile Allah arasında bir elçidir. Dinin bir kısmında Allah’a ortak değil. Diğer bir ifadeyle Resul, Allah’ın mücmel olarak bildirdiği bir hükmü, tecrübesi veya başka herhangi bir anlayışıyla yorumlama, tefsir etme, değerlendirme veya yönlendirmede bulunamaz. Aksi taktirde Resulü, kendi değerlendirdiği düşüncesine itaatten sorumlu tutulması söz konusu olup, Allah insanlara şirk koşmayın derken bizzat kendisi bir aday teklif etmiş olacaktır. Bu konunun daha iyi berraklaşması için biz, Peygamberliğin vakıasını ileride tekrar ele alacağız. Ama burada hararetle vurgulamak isteğimiz nokta, dinin koyucusunun ancak Allah Zülcelal olduğudur.

    Resulün Rabbinden gelen dine hiç kendi indinden belirleme yetkisi yoktur. İnsanlığa ışık tutmuş, onları saadete ulaştırmış ve ulaştıracak olan Kur-ana herhangi bir şey eklemesi mümkün müdür, desem siz elbette ki hayır, diyeceksiniz. Esasen doğrusuda budur. Peki, bu Kur-anın açıklamasında Resul, acaba kendi indinden bir şey katıp onu kendi tecrübe veya başka herhangi bir anlayışıyla yorumlama, tefsir etme, değerlendirme veya yönlendirmede bulunabilir mi, desem ne dersiniz? Dinin yegane kaynağı olan Allah’u Teala, dinin mücmel ifadeleri kendine has kılıpta acaba geri kalanını Resulün inisiyatifine mi terk etti?

    Vacibül Vücut olan Allah’a iman eden her müminin buna vereceği yegane cevap “Hayır” olacaktır. Çünkü Kur-ana bir şey eklemesine Allah’ın razı olmadığı gibi Resulun eklemesi, Kur-anın tefsiri, açıklaması yani beyanında da olmayacaktır. Nitekim Cenab-ı Allah Kur-anın beyanının kendisine ait olduğunu bildirmektedir.

    “Resûlüm!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyamet 16-19)

    Dini oluşturan iki kaynağının Kur-an ve onun açıklaması olan sünnetinde yalnız kendisine ait olduğunu bildiren Allah (cc) din alanında da Resulüne ortaklık teklif etmemektedir. Resulünde diğer insanlar gibi bir kul olduğunu ve Rabbisinden vahyedilene uymakla görevli olup cehennemin münziri ve cennetin de mübeşşiri olduğunu Allah (cc) Kur-anda buyurmaktadır.

    “De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.” (A’raf 203)

    “De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

    Resulün vahiyden başkasına uyacak hali yoktur. Şimdi, şöyle bir soru soralım: Eğer Resul, Allah’ın Kur-anını kendi tecrübe ve bilgisine dayanarak açıklamış olsaydı ve yanlışlık yapsaydı, bir konuda Allah’ın muradının hilafına beyanda bulunsaydı, Kur-anın manasını değiştirerek nefsinden bir şey uydurmuş olmazmıydı? Ve böylece, vahye uymamış, fakat tecrübesine uymuş olmayacak mıydı? Oysa Allah (cc) yukarda ki ayetlerde onun durumunu belirtip Resulünün vaziyetini o hal üzere ikrar buyurmuştur. Zira Allah, şayet Resul din adına bir şey söyleseydi onu helak ederdi. Ama Resulün nefsinden dini yorumlamasını kabul edipte sonucu Allah’ın sözünü tatbik etmemesine bağlamak, Allah’a kudret noksanlığı atfetmek demektir. (İbn Kayyım el-Cevziyye, Et-Tibyan Fi Aksamil Kur-an)

    Oysa Allah’u Teala Kur-anda Resulünün, Allah’ın kendi dininde söylemediği bir şeyi söylemesi halinde Resulünü ani bir ceza, dünyevi bir azapla helak edeceğini belirmiştir:

    “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (Hakka 44,47)

    Peygamber Allah’ın dininde, Allah Zülcelalin bir vahy gelmeden söz söylemeye yetkisi yoktur. İşte Resulullahın içtihad etmediği hakikatı ve gerçeğinin esprisi de burada yatmaktadır.

    Zira, Peygamber bile Allah-u Tealanın nefsinde olanı bilemeyeceğini Kur-anda bildiren Allah’ın dininde, Resul, bilemediği Allah’ın zatındaki hükmü beklemeden meseleyi bir karara bağlaması, görüş belirtmesi, o husustaki Allah’ın muradını, kastını, değiştirmek ve aksi bir yöne de karara bağlaması demektir. Bu ise, Resul için olacak şey değildir.

    “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)

    İşte, buradan hareketle diyoruz ki Resulullah, vahyin geciktiği zamanlarda içtihad da bulunup, o hususu kendi görüşüyle bir karara bağlardı, şeklinde düşünenler, Allah’ın ortak tanımadığı şu dini mübinin de, yukarda ki saydığınız bütün ayetlerin hakikatlerine rağmen vahiyden başka hiçbir şeye uymayıp, Allah’tan vahy gelmediği zaman kendisine meseleler sormaktan sahabesini men eden Allah Resulüne (İslam Fıkhında Rey Taraftarları, M. Esad Kılıçer s16-17), Allah’ın sözünün önüne geçerek indinden görüş belirtme cehaletini caiz görmüşlerdir.

    O halde diyoruz ki, Allah’ın külli kaideler içeren Kur-anından ayrı olarak yapılacağını belirttiği Kıyamet suresinin 19. ayetinde ki beyan görevi yine Allah’a aittir. Ve bunu da Resul insanlara Allah’tan alarak belirtecektir. Nitekim Begavi’nin Buhari’den yaptığı bu ayetin tefsiriyle ilgili rivayet: “Onu senin dilinle beyan etmek bize aittir.” (Lubabut Tevil Fi Meanit Tenzil, Alauddin Ali Muhammed b. İbrahim Mu’cemut Tefasir adlı tefsir kitabının 6 cildinde mündemiçtir. S412) şeklinde geçmektedir. Lubabut Tevil Fi Meanit Tenzil adlı tefsirin sahibi ise bunu şöyle tefsir eder: “Yani onu, senin dilinle insanlara beyan etmek bize aittir. Böylece de sen Cibrilin sana okuduğu gibi sende bunu insanlara okursun. Ve yine bu ayet şöyle de tefsir edilmiştir. Eğer Kur-anın herhangi bir manası kapalı gelirse onu sana biz beyan ederiz. Kur-anda ki ahkamı, helalı, haramı beyan etmek bize aittir.”

    Beyan lügatte, bir şeyin hakikatini, içyüzünü gösteren söz demektir. (Mu’cemül Vasit bkz. B-Y-N mad.) Demek ki, Kur-anın külli kaideler içeren ayetlerini açıklayacak beyanda Allah Azze ve Celleye mahsustur. Din belirleme, dini kaideler belirleme ancak, Allah’a mahsustur. İşte insan hayatını dini kaidelerle, haram-helal yönünde kayıt altına almak Resulün indinden değil, Allah’ın indinden olacaktır.

    Bu kaidelerde iki türlüdür; biri Kur-an, diğeri de Kur-anın beyanı sünnet. Resul, bu iki kaynağı insanlara ulaştırmakla mesuldür. (Maide 67) İşte bu hakikati ifade ederek Allah Resulü şöyle buyuruyor: “Dikkat edin bana Kur-an ve benzeri verildi.” (Ebu Davut Süneni 6)

    Ne var ki, sünnet münkirleri bu hadisle alay etmişler, duydukları zaman gülüp geçmişlerdir. Alay ettikleri şeyin bizzat Allah’ın dininden kati olarak küfrü icap ettirdiğini düşünerek onların bu hallerine bakan insanlar, niyetlerinde samimi olmadıklarını ve hakikatleri onların kalplerine gösterme imkanına kavuştukları hallerde yüzlerinin kızarıp inkarlarında devam ettiklerini görmek mümkündür.

    Oysa Resul, bana Kur-an verildi ve birde benim onun gibi bir benzeriyle dine ekleme yapma hakkım var, demedi. Bilakis, “Bana Kur-an ve benzeri verildi.”

    Yani Allah (cc) bana bu iki yönlü vahiyde bulundu demek istemiştir

    8.delil

    Allah (cc), Enfal suresinin başında, ganimetin kendisi ve Resulüne ait olduğunu beyan eder. Sonrada Müminlerin vasıflarından bahseder. Daha sonra Cenabı Allah Müminlerin halleri ile bir teşbihte bulunur ve Bedir Savaşı öncesine döner. Şöyle buyurur:

    “Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir.” (Enfal 5)

    Biz esasen önceki delillerimizde Nebinin, sadece vahye uyduğunu, vahye göre hareket ettiğini bazı ayetlerin eşliğinde izah etmiştik. İşte buradan da Cenabı Allah’ın gönderdiği emirle Resulullah Bedir Gazvesine çıkıyor. Cenabı Allah, emriyle yola çıkan Resulünün çıkışını; “….Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı…” ifadeleri ile izah ediyor.

    Kur-anda Allah’u Tealanın bu emri, Resulüne çıkması için gönderdiği bu vahyi mevcut değildir.

    O halde, Resulün (as), evinden çıkmasını emreden Allah’ın vahyi Peygamber Efendimize vahyi gayri metluv olarak gelmiştir.

    Oysa; Allah Resulü bir işte kendisinden izin isteyene izin verebileceğine dair Allah Zülcelalin emri gelmiştir. (Nur, 62) Fakat, Resulullah, burada, Bedir’e çıkışta bazı kimselerin çıkmaya hiç de gönlü olmadığı halde, onlara izin vermedi. Nitekim Allah’u Teala bunu Kur-anda açıkça belirtmektedir:

    “Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda) seninle tartışıyorlardı.” (Enfal 5-6)

    İstişare etmesi istenen Allah Resulüne savaşmaya zorlayan, istişare sonucuna uydurtmayan, fakat Müminleri razı edene kadar onları dinlemeyen ve nihayet kılıçları çektirene kadar direttiren şey neydi? Allah (cc); “istişare et” “izin isteyene izin ver” derken, Müminleri savaşa sokup ta onlardan bazılarının ölümüne sebep olmak bir Peygamber için olacak şey değildir. Yoksa Resul, Allah’ın emrine isyan etmiş (haşa), Onun emrinin önüne geçecek, dinde dilediği gibi hareket etme, inisiyatifini mi ortaya koymuştu?

    Hayır! Bunların hiç biri değildir. Vahiyden başka hiçbir şeye tâbi olmadığına şahitlik eden Allah (cc), Resulünün kervan değil orduyla savaşmasını emretmiş, bu hususta Allah’ın önceden sonuca bağladığı muradı yerine getirilmiştir. Yani Resule savaşa çıkması için vahiy gelmişti.

    Oysa Kur-anda böyle bir vahiy mevcut değildir. Gerek bu vahiy gerekse Allah’ın (cc) vaat ettiği “iki taifeden biri” müjdesi Kur-anda mevcut olmayıp vahyi gayri metluv yoluyla gelen vahiylerdir. Şöyle buyuruyor yüce Allah:

    “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz.” (Enfal 7)

    Mealini verdiğimiz bu ayette cenabı Allah’ın daha önceden vaat ettiği “iki taife” sözü vardır. (Geniş bilgi için tefsirlere bakılabilir) Bu iki taifeden maksat biri kervan, diğeri de Ebu Cehil’in başkanlığında gelmekte olan ordudur. Cenabı Allah, önceden karara bağladığı, bunun tahakkuku için Resulünü evinden hak ile çıkarıp Bedir meydanında buluşturduğu küfür ordusunun arkasını kesmeyi önceden murad etmişti. Allah (cc) bu orduyu istiyordu. Bunun içinde Müminlere: “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu;” şeklinde hitapta bulunuyor. Bu hitap, Kur-anda daha önce geçmiş bulunmaktadır, yani, Allah’ın “yaptım” dediği hitabı Kur-anda yoktur. Çünkü bu hitap vahyi gayri metluv ile bildirilmiş, cenabı Allah, bu yolla Müminlere vaatte bulunmuştur.

    9.delil
    Devam eden ayetlerde Allah’u Teala, karşılaşan iki ordunun durumundan bahsetmektedir. Müminler kendilerinin az, kafirlerin çok olduğunu gördükleri zaman yegane dayanakları olan Allah’a dua etmekteler. Onlarla beraber Resulullah ta dua etmektedir.

    Geçmişte olan bu hadiseyi müminlere anlatan ve böylece onlara olan nimetini hatırlatan Allah (cc) şöyle buyuruyor:

    “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal 9)

    Oysa Kur-anda bu vaat mevcut değildir. Zira bu vaat de Cenabı Allah’ın, Kur-anda değil vahyi gayri metluvla vahiy etmiş Resulüne bildirmiştir.

    10.delil
    Öte yandan Kur’an’da, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Resulü’ne havale edin”[9] buyurulmuştur.

    Burada “itaat edin” emri Allah Teala için ayrı, Hz. Peygamber (s.a.v) için ayrı zikredilmiş, bir diğer ifadeyle ikinci husus ile ilk husus atıf harfi ile birbirinden ayrılmıştır. Lügat kaidesi, atıf harfi ile birbirinden ayrılan hususların birbirinden farklı olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah’a itaat ile Resul’e itaat, birbirine karıştırılmaması gereken hususlardır. Allah Teala’ya itaat Kur’an’a itaat iken, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat Sünnet’e itaattir.[10]

    11 delil
    meryem süresi 4-10
    4, O şöyle demişti: “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.”

    5, 6. “Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!”

    7. (Allah şöyle dedi:) “Ey Zekeriyya! Haberin olsun ki biz sana Yahya adlı bir oğul müjdeliyoruz. Daha önce onun adını kimseye vermedik.”

    8. Zekeriyya, “Rabbim!” “Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?”

    9. (Vahiy meleği) dedi ki: “Evet, öyle. (Ancak) Rabbin diyor ki: “Bu bana göre kolaydır. Nitekim daha önce, hiçbir şey değil iken seni de yarattım.”

    10. Zekeriyya, “Rabbim, öyleyse bana (çocuğumun olacağına)bir işaret ver”, dedi. Allah da, “Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde insanlarla (üç gün) üç gece konuşamamandır” dedi.

    Hepimiz biliyoruz ki hz zekeriya tevratla hükm etmiştir ona bir kitap gelmemiştir.ayetlerden de anlaşılacağı üzere hz zekeriya ile allah cc arasında geçen bu konuşma vahiy olmasına rağmen kitabında yer almamıştır.yani diğer peygamberlerdede kendilerine verilen kitabın dışında vahiy geldiğine delildir. bunlar gibi peygamberlere verilen kitapların dışında vahiy vardır.Onlarca ayet delil vardır.

    Yukarıdaki yazında;Din, (Kuran ile eksik kalıp, Peygambere haricen indirilen vahiyler ile tamamlanır dediğniz anda, mevcut dininizin eksik olduğunu, Peygamberimizin hadislerini hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yazdırmaması sebebi ile bütün müminler için telafisi imkansız bir kötülük yaptığını kabul etmiş olursunuz.) diye yazmışsın şimdi soruyorum peygambere as kuranı cem edip mushafa dökmeyerek kötülükmü etmiştir? hz ebubekir ben peygamberin yapmadığını yapmam diyerek kuranı mushafa yazmadığı için kötülükmü etmiştir? kur anın korunması nasıl olmuştur? onlarca yüzlerce hafızların ezberledikleri kuranın mushafa yazılması peygamberin vefatından yıllar sonra yapılması kuranın korunmuşluğuna zelal vrmiyorsa sahih ve mütevatir hadislerin yaklaşık 200 yıl sonra yazılması neden onların delilliğine gölge düşürsün?Hadislerin doğruluğunu yanlışlığını yanlış kuran anlayışı ilemi kuran süzgeçinden geçirerek anlayacaksın.allahın hareket ve iradesi yanlış kuran anlayışı olanların donuk beyinli olanların kapasitesi ilemi sınırlanacak?onların dar görüşlülüğünemi hapsedeceksin?

    Netice

    Sünnet Kur’an’ın –haşa– rakibi değil, beyan ve tefsir edicisidir. Özellikle dinin tebliği ve Kur’an’ın beyan ve tefsiri sadedinde varit olmuş sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu vakıası göz önünde bulundurulduğunda bu tür sünnetler ile Kur’an ayetlerinin kaynağının aynı olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

    Kur’an’ın beyanı sadedinde varit olan ve hüküm bildiren sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu gerçeği kabul edilmeden sağlıklı bir Kur’an ve Sünnet tasavvuruna sahip olmak mümkün değildir. Sünnet’i sadece Kur’an’da yer alan hükümlerin tefsiri sahasıyla sınırlandırmak, her şeyden önce Kur’an’a aykırı bir tutumdur. Zira Sünnet’in fonksiyonunun bu şekilde sınırlandırılabileceğini Kur’an’a dayanarak isbat etmek mümkün olmadığı gibi, vakıa da bunun tersini göstermektedir.

    syn ali aksoy ben sizin niyetinizden şüphe etmiyorum.hatta doğru bildiklerinizi savunarak islam adına birşeyler yapma azmi ve heyecanınızı takdirle karşılıyorum. ancak bu heyecanınız elbette birgün sönecek. Bu gerçekleşmeden önyargılarınızı bırakıp kur anı tarafsız birşekilde değerlendirmenizi dilerim. güç ve kuvvet allahtandır yardım allahtandır.

  10. # Ali Aksoy Diyor:
    24 Apr 2007 9:32 am e

    Selam…

    Allah razı olsun. Bizleri ve sitemizin ziyaretçilerini bu yazınızla aydınlattığınız için teşekkür ederim. Aşağıdaki link altına da benzer bir yazı koydunuz ve yayınladık.

    https://aliaksoy.wordpress.com/2007/03/22/hadis-i-kutsi-vahy-olupta-kuranda-olmayan

    Şimdi;

    İddialarınızın tamamını Kuran’a dayandırmanız, yazınız içerisinde “uydurulmuş rivayetlerden” bahsederek bunu bir vakıa olarak kabul edebilmeniz gayet güzel.

    Ben Rasulullah’ın söylediği her şeye iman ederim. Bilirim ki, O kendi heva ve hevesinden konuşmaz.

    Onun yaptığı ve emrettiği her şeye razıyız. Bunun aksi düşünülebilir mi ? Hem iman ettim deyip hem de Resule itaat etmemek mümkün mü ?

    Mesele, hangi sözün ve davranışın gerçekten Peygamberimize ait olduğu hususundaki açık şüphedir.

    Sizin yazınızın içerisinde de uydurma rivayet ve yakıştırmalardan bahsedilmiştir. Siz ne haddinize ki “Peygamber yahut ashabına ait olduğu söylenen” bir kısım sözler için uydurma / asılsız diyebilirsiniz ? Ama demişsiniz. Bunu yaparken de bazı kıstasları göz önünde bulundurmuşsunuz. İşte bizim yaptığımız da budur. Yoksa kimsenin ben Peygambere itaat etmem dediği ve Allah saklasın “diyeceği” yok.

    Hadis adı altında Peygamberimize iftira derecesine varan sözler / uydurmalar hususunda sitemizde ve onların kaynak sitelerinde yeterince açıklama mevcuttur.

    Peygamberimizin vahiyle hareket ettiği hususunda sizinle hem fikirim. Bu vahyin adı ve türü ile çok ilgilenmiyorum. Zira Allah, Resule itaat edin buyurdu. Bu söz benim için meseleyi kapatıp atar. O’nun heva ve hevesinden konuşmayacağını da buyurdu. Fakat burada bir istisna da koymalısınız. Vahiyle hareket etti demek, bir robot gibi her ne yaptı ise bunu vahiyle gelen izin üzerine yaptı anlamına gelmez. Evinin bir odasından diğerine geçerken vahiy beklememiştir herhalde. Vahiyle hareket ayrım getiren / özellik arzeden konularda olabilir. Yoksa, “İhtiyar geldi diye yüzünü ekşitti” sözünü Allah kendi emri hakkında söylemiş olur. Yahut, “Neden onlara izin verdin” sorgusu da kendi emri hakkında vukuu bulmuş olur. Bu konularda hem fikir olduğumuzu düşünüyorum.

    Meselede ayrışacağımız yer, Kuran’da yazılı olmayan ve din adına helal ve haram tayin eden hususların “vahiyle” bildirilip dine ilave yapılıp yapılmadığı hususudur.

    Linkini verdiğim yazıda da açıkça anlatıldığı üzere, Peygamberimize ait olan pek detaylı bazı meselelere Kuran’da yer verilip, “recm – taşlayarak öldürme” gibi ağır bir cezadan hiç bahsedilmemesini nasıl izah edersiniz ? Bu hususta da sitemizde yeterince yazı ve açıklama mevcuttur.

    Sadece Peygambere ait olacak bir gece namazını Kuran’da emir ile bildiren Allah, neden diğer “helal ve haramları” başka yollarla bildirsin ?

    Keza, Kuran’da yer almayan “helal ve haramlar” “vahyi gayri metluv” ile Peygambere bildirilmiştir inancı kabul edildiğinde, bunların açıkça korunmaya alımamış olmasını, hatta bunlar hakkında ilahi korumanın da vaad edilmemiş olmasını nasıl izah edersiniz ? Peygamberimizin sağlığında neden Kuran ayetleri yazılmıştır da, insanlar için güya helal ve haramlar bildiren hadisler yazılmamıştır ?

    Kısaca siz benim ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsunuz, ben de sizi çok iyi anlıyorum.

    İlgi ve duyarlılığınız için teşekkür ederim. Görüşlerinizi her daim bekleriz.
    # Ali Aksoy Diyor:
    25 Apr 2007 6:00 pm e

    Selam
    Aşağıda konu ile ilgili bir makale sunuyorum.

    Vahyi Gayri Metlüv Hangi Asl’a Dayanmaktadır?

    Mehmet DURMUŞ (www.kuranislami.com)

    Muhterem M. Said Çekmegil Beyefendi, dergimizin Ekim – 1996 sayısında benim, vahyi gayri metlüv ile ilgili kanaatime katılmadığım ortaya koyan itirazî bir yazı lutfetmişlerdi. öncelikle üstadın, görüşlerine katılmasak da, yazısındaki nazik ve seviyeli üslöbundan dolayı teşekkür etmek istiyorum. Ve bu üslubun, bütün ilmî tartışma taraftarlarınca örnek ittihaz edilmesini temenni ediyorum.

    Öyle anlaşılıyor ki, sayın Çekmeğin kendi deyişiyle, yoğun çalışmaları arasında, kendisini böyle bir yazı yazmaya iten sebep, bizim, vahyi gayri metlüvle ilgili “tamamen asılsız bir varsayım” şeklindeki ifademiz olmuş. Eğer, “katılmıyorum” deseydi bir şey denmeyebilîrdi” diyor sayın Çekmegil.

    Biz, Allah Rasulü’ne Kur’an’dan başka bir vahiy daha geldiği inancına, “asılsız bir varsayım” demekle zaten kendi kanaatimizi izhar etmiş oluyoruz. Yani amacımız zaten katılmadığımızı belirtmektir. Yoksa hiç kim-seye düşüncelerimizi dayatmak gibi bir niyetimiz hiç olmamıştır. Bu iddia sonuçta bize aittir, kimse paylaşmak zorunda değildir. Kaldı ki, her cümlemizin basma “benim kanaatime göre…”, “görüşüm odur ki” gibi bir şerh eklememiz gerekmez kanısındayım.

    Diğer taraftan, sayın Çekmegil’in ileri sürdüğü gibi, böyle bir kanaate, ilmî hiçbir etüd yapmadan ansızın ulaşmış olmadığımız gibi, – zaten bu sadece bizim kanaatimiz de değildir – “kardeşlerimize yerli yersiz yüklenme” gibi bir niyetimiz de hiç olmamıştır. Amacımız, dinimiz islam’ın doğru anlaşılması uğrunda vüs’atimiz oranında hizmetkar olmaktan başka birşey değildir. Kaldı ki muhterem Çekmegil’in kendisi de, yazdığı birçok kitapla birçok insanı gücendirmiş (!), kendisinin mezhepsizlik, sünnet inkarcılığı gibi ithamlarla suçlanmasına neden olmuştu! Oysa biz biliyorduk ki, onun amacı böyle değildi, kardeşlerine yüklenmeyi de amaçlamıyordu.

    Biz bu yazıda vahyi gayri metlüvün varlığına delil olarak sunulan bazı öncülleri tartışıp, bunların algılanışındaki yanılgıya dikkat çekmeye çalışacağız. Bunun için ilk önce, vahyi gayri metlüvden ne anlaşıldığını ortaya koymaya gayret edeceğiz, arkasından, Necm suresi/ 3. ayetinin ne anlama geldiği üzerinde duracağız.

    Vahyi Gayri Metlüv Nedir?

    “Vahyi gayri metlüv” kavramını kabul edenler genelde vahyi iki kısma ayırmaktadırlar.

    1) Vahyi metlüv: Tilavet edilen, okunan, yani Allah’dan Hz. Peygamber’e inzal edilen vahiy. Ki bunun Kur’an’dan başka bir şey olmadığı açıktır. Buna “vahyi celî” (açık, zahir vahiy) adını da vermişlerdir.

    2) Vahyi gayri metlüv: Tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy. Buna da vahyi hafî (gizli vahiy) demişlerdir. Bu durumda vahyi hafî ya da gayri metlüv, Kur’an olmamaktadır. Mesela kudsî hadis denen bir tür hadis (?) vahyi gayri metlüv cinsinden kabul edilmiştir.

    Vahyi gayri metlüv derken kastedilen şey şudur:

    Allah, Rasulü Hz. Muhammed’e Kur’an’ın dışında ikinci bir vahiy daha gönderiyordu ve O’na bazı haberleri bildiriyor, bazı sırları ifşa ediyor veya birtakım işleri şöyle şöyle yapmasını emrediyordu. Bu anlamda Rasulullah’ın, bu tür vahye istinaden söylemiş olduğu sözlere kudsî hadis dendiği gibi, işlediği fiiller de vahye müstenid olmuş oluyordu. Kısacası, kimine göre Rasullullah’ın bütün hayatı, kimine göre sadece dinî alandaki işleri vahye müsteniddir.

    Sayın Çekmegil, “Rasulullah’ın söylediği her söz, yaptığı her iş vahye müsteniddir” görüşüne de; Kur’an dışı vahiy yoktur diyenlere de katılmamakta, ikisinin ortasında bir yol tutmaktadır.

    Vahyi gayri metlüv mefhumu, öyle zannediyorum ki İmam Safî île birlikte güncelleşmiştir. Safî, sünnetin vahiy ürünü olduğuna inanmaktadır. O şöyle diyor:

    “Ben, dininden, aklından ve ilminden razı olduğum birini işittim. Diyordu ki, (Rasulullah), mül’ane isteyen karı-koca ve benzeri konularda ancak Allahu Teala’nın emri île hüküm verdi. Allah O’na iki şekilde vahyetmiş olabilir: Birincisi, O’na indirilen ve insanlara okuduğu vahiydir, ikincisi ise, Allahu Teala’nın O’na şöyle şöyle yap diye emretmiş olduğu elçiliktir.” (1)

    Safî, bu görüşte olanların delilinin muhtemelen Nisa suresi 113. ayeti olduğunu zikreder. Daha sonra, Rasul’ün sünnetinin, Allah’ın, hikmetten O’na ilham ettikleri olabileceği üzerinde durur.

    Bu anlayışın gereği olarak imam Safi, Rasulullah’ın haram kıldığı bir şeyin de Allah’ın izniyle kıyamete kadar haram olduğunu kabul eder(2) . Zira ona göre sünnet de sonuçta vahiydir.

    İşin doğrusu biz vahyi gayri metlüv adı altında Allah Rasulü Hz. Muhammed’e (sav) Kur’an dışında bir başka vahiy geldiğine inanmıyoruz. Akşını iddia edenlerin bunu kanıtlamalarının mümkün olmadığı görüşünü taşıyoruz. Yalnız “Kur’an dışı vahiy” derken, arıya vahyedilmesi gibi Kur’anî hikmetlerin konumuzla doğrudan alakası olmadığım düşünüyoruz. Zira tartıştığımız sorun, arının fıtrat kodlarıyla alakalı bir vahiy değildir.

    Şimdi, sadece Said Çekmegil Hoca’nın değil, daha başkalarının da yanlış algıladıklarına inandığımız, hatta kimilerinin ayeti tamamen mecraından saptırdığını düşündüğümüz Necm suresinin 3-4. ayetlerinin anlamı üzerinde duracağız. Böylece vahyi gayri metlüv’ün mukni kanıtı sanılan ayeti celilenin öyle olup olmadığım anlama imkanım elde etmiş olacağız.

    Rasulün Okuduğu Şey, Vahyedilen Kur’an’dan Başka Birşey Değildir

    Kur’an-ı Mübin’den anladığımıza göre Mekke putperestleri Hz. Muhammed’in “şair” (21/5; 37/36; 52/30; 69/ 41), “mecnun” (15/6; 68/51), “öğretilmiş mecnun” (44/ 14) ve “kahin” (52/29) olduğunu düşünüyorlardı. Allahu Teala değişik biçimlerde onların bu saçma yakıştırmalarına cevap veriyordu. Muhammed’e gelen ilmin şiir olmadığı, buna gerek de olmadığı gibi (36/69), kendisinin de bir şair, mecnun ve kahin olmadığını hatırlatıyordu (69/41-42; 68/2; 52/29).
    Necm suresinin ilk ayetlerinde anlatılmak istenen de müşriklerin aynı saçma ve kindar iddialarına karşı bir cevaptan başka birşey değildir. Yani, Mekke putperestlerinin “Muhammed cinlendi, ona şiir öğretiliyor, o bir kahindir” gibi ithamlannın doğru olmadığı üzerinde durularak. O’nun kendi heva ve hevesiyle, kendi kalından birtakım şiirsel düzmeceleri, vahiydir diye arzetmediğini bildiriyor. O’nun Kur’an diye okuduğu şey doğrudan doğruya vahiydir. Biz ilk dört ayetin yorumunu şöyle anlıyoruz:

    “İndiği/battığı zaman andolsun o yıldıza ki, arkadaşınız, yani içinizden biri olan, kendisini çok iyi tanıdığınız, kırk yıldır beraber yaşadığınız ve kendine ‘emîn’ lakabını verecek kadar güvendiğiniz tanıdığınız Muhammed, kendisini daha önceden nasıl bilir idiyseniz hala öyledir! O, kendine vahiy geldi diye sapmış, azmış, ne dediğini bilmeyen, (haşa) saçmalayan birisi değildir. O, kendi hevasından, kendi arzularıyla, kendi kuruntularıyla konuşmuyor. O’nun size okuduğu ayetler, kendi yakıştırdığı sözler olmayıp Rabbi tarafından O’na inzal edilen vahiydir. Size okuduğu o ayetler Allah’ın kelamıdır, Kur’an’dır!”.

    Necm suresinin ilk inen surelerden olduğunu gözönünde tutarsak; putperestlerin, o güne kadar çok iyi tanıdıkları, kendisiyle bir alıp veremedikleri olmayan Muhammed (sav)’e, vahyin inzal süreciyle eş zamanlı olarak “mecnun”, “şair” ve “kahin” dedikleri bir ortamda bu ayetlerle sözümona. “Muhammed vahiy dışı konuşmaz, söylediği her söz, yaptığı her iş vahye müsteniddir” anlamının kastedilmiş olmasının bir manası olamaz ama; “O size ayetleri hevasından söylemiyor, o Kur’an vahyedilmiş bir vahiydir” anlamını çok ama çok büyük bir manası olmalıdır! Zira bu anlam, fiilen mevcut bir tartışmaya cevap oluşturmaktadır.

    Her ne kadar üstad Çekmegil. “doğru bulduğumuz görüşlerimize katılan ilim adamları, Necm suresinin 3. beyyinesine dayanarak muknî izahlar getiriyorlar” diyorsa da (3) biz de aynı ayetin tefsiri için baktığımızda bazı müfeskirierin bizim anladığımız manada muknî izahlar yaptıklarım görüyoruz.

    Örneğin müfessir Taberî şöyle diyor: “Allahu Teala diyor ki, Muhammed bu Kur’an’ı hevasından konuşmuyor (yani o ancak vahyedilen bir vahiydir). Bu Kur’an diyor. Allah’ın kendisinden O’na vahyettiği bir vahiyden başkası değildir” (4).

    Fahreddin Razi de ayetle ilgili çok geniş izahlar yapmakta ve tercihini şu yorumuyla bizim kastettiğimiz yönde kullanmaktadır: “Zira o, (Allah) Teala’nın sözüdür. Sanki Allahu Teala şöyle söylüyor: O Kur’an Muhammed’in kelamı, Muhammed’in nutku değil, o ancak bir vahiydir… O cinlenmedi, O’na cin dokunmadı, O bir kahin de değildir, “ve ma ğava”: Yani O’nunla azgınlık (ğavayet) arasında bir alaka yoktur. O şair de değildir. Zira şairlere ancak azgınlar uyarlar. Bu durumda ayet müşriklerin, ‘onun sözü kahinin sözüdür, şairin sözüdür’ tezlerini reddetmek için inmiş olur” (5).

    Razi, bazı müfessirlerin peygamberin bütün sözlerini vahye dayalı olarak konuşmuş olduğu kanaatlerine bu ayette delil bulunmadığını da vurgulamaktadır. Zaten böyle bir iddianın Peygamber’in içtihat etmediği anlamına geleceğine, halbuki vakıanın bunun tam tersi istikamette olduğuna dikkat çekmektedir. Buna da tahrim olayı gibi bazı ictihadi kararlarını örnek vermektedir (6).

    Abdurrahman ibnül Cevzi de tefsirinde, Peygamber’in hevasından konuşmadığı şeyin Kur’an olduğunu belirtmiştir (7). Kadı Beyzavî, Hazin ve Zemahşerî gibi müfessirler de burada sözkonusu edilenin Kur’an vahyi olması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Günümüz müfessirlerinden Prof. Dr. Süleyman Ateş de ayeti böyle anlayanlardandır (8).

    Vahyi Gayri Metlüvü Mümkün Kılmayan Bazı Deliller

    I- Allah, Kitabında “Zikr’i biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” (15/9) buyurmuştur. Ayette kastedilen “ez-Zikr”in Kur’an olduğu açıktır. Allah, kitabını koruma taahhüdünde bulunmuştur. Bunun dışında, koruma vadinde bulunduğu bir başka kaynak görmüyoruz. Sayın Çekmegil kitabında, Kadı Beyzavî’nin ayetteki “ez-Zikr”in Kitap ve sünnet olduğu şeklindeki görüşüne yer vermişse de, sanıyorum burada bir yanlışlık var. Zira Beyzavî, 15/9. ayetin tefsirinde “zikrin Kur’an olduğu görüşünü işlemektedir (9). Hatta Hazin, İbni Abbas ve Nesefî tefsirlerinde de “zikr”in Kur’an olduğu açıklanmaktadır (10) Hazin ve Beyzavî, Allah’ın zikr’i tahrifden, ilave ve eksiltmeden, tağyir ve tebdilden korumayı vadettiği izahını getirmektedirler (11).

    Kur’an’ın korunduğu ve nazım/metin itibariyle (müslümanların yorumları haricinde) noksansız olarak günümüze kadar geldiği açıktır. Oysa Kur’an’ın dışında korunmuş bir kaynak bilmiyoruz. Rasulullah’ın, kendi döneminde, sözlerini yazmaktan menettiği bilinmektedir. Ve bilinen kesin bir gerçek olarak, Rasulullah’ın sözleri tahrif, tağyir, tebdil edilmiş, zaten bu haliyle de O’nun hayatından yüzyıl sonra derlenmeye başlanmıştır. Bu tablonun içine “kudsî hadisler” denen sözde ilahî hadisler de dahildir!

    Eğer Rasulullah’a vahiy hafî gelmiş olsaydı, bunları yazdırmamakla, korunmasını düşünmemekle Rasulullah’a, görevini ihmal etme zaafiyeti isnat edilebilirdi. Halbuki Allah risaletinden herhangi bir şeyi gizlemesi, duyurmaması halinde Allah’ın elçiliğini yapmamış olacağını duyurmaktadır (5/67). Allah’a karşı herhangi bir şey uydurması halinde ise Peygamberin can damarını koparırdık şeklindeki ilahi tehdidi ile Hz. Peygamber’in nasıl bir vazife ile tavzif edildiğine dikkat çekilmektedir (69/44-46).

    Ezcümle, Hz. Peygamber’in söz ve fiîllerinin vahiy ürünü olduğunu söyleyip de bunların aynı zamanda korunmamış olduğunu düşünmek, vahyin korunmamış olduğunu söyleme anlamına gelir. Bu ise doğru değildir.

    Allahu Teala Peygamberine “Sana ağır bir söz vahyedeceğiz” (73/5), “…Seni gönderdik ki sana vahyettiğimizi onlara okuyasın” (11/30) buyuruyor, İsra/88, 89. Şura/7, Bakara/2 gibi ayetlerde Kur’an’ın ne için gönderildiği ve Kur’an’ın önemi vurgulanmaktadır. Bu ayetlerdeki vurgudan, Peygamber’e vahyedilen şeyin yalnız Kur’an olduğunu anlamak mümkündür. Kur’an’ın nüzulü döneminde de inanan Kur’an’a inanmakta, reddeden Kur’an’ı reddetmektedir. Hz. Peygamberle Mekkelilerin arasını açan Kur’an’dı (10/16).

    II- Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed aynı zamanda bir kul idi. O da bir beşerdi ve ancak kendisine vahyolunan Kur’an’a tabi olmaktaydı. Bu gerçek 6/50. ayette çok net bir biçimde ifade edilmektedir. Ayrıca bir başka ayette, müşriklerin Hz. Peygamber’e “Ya bu Kur’an’dan başka bir Kur’an getir, ya da bunu değiştir” dediklerine yer verilir. O ise bunun mümkün olmadığını, zira ancak kendisine vahyolunana uyacağını söyleyerek cevap vermektedir (10/15).

    Bir beşer olarak Peygamber (sav) de elbette kendi re’yi ile karar verme hürriyetine sahipti. O da içtihat yapardı. Kur’an’ı doğru bir biçimde hayata aktarıyordu. Kur’an zaten anlaşılır bir kitaptı. Hele de Elçi o kitabı anlamazsa kim anlayacaktı ki?! Bununla beraber, savaş, barış, esirler, ganimet, evlilik hayatı, miras gibi konularda içtihat etmesi, ashabı ile istişare etmesi gereken konular elbette olacaktı. Bu şahsi kararlarında yanıldığı an Allah O’nu düzeltiyordu. Bu anlamda Hz. Peygamber sürekli Allah’ın kontrolü altındaydı. Yani O’nun sünneti Allah’ın takririnden, onayından geçmekteydi.

    Allahu Tealanın Peygamberini düzeltmesi yine Kur’an’da yer almıştır.

    Bu şekilde düzeltmesine örnek olarak Tabük seferine katılmak istemeyen münafıklara izin vermesi (9/43);

    Bedir esirierinden fidye alınması (8/67-68);

    Rasulullah’ın eşlerinden gördüğü bir muamele sonucunda helal bir şeyi kendisine haram kılması (66/1);

    Hz. Zeyneb’in Zeyd’den boşanmasından sonra onu nikahlamayı düşündüğü halde Hz. Peygamber’in, insanların levminden çekinerek açığa vurmaması (33/37);

    A’ma bir kişinin gelmesine yüzünü ekşitmesi (80/1-10) gibi olayları gösterebiliriz.

    Bütün bu olaylarda, bilahare ikaz edici olarak gelen Kur’an ayetlerinin üslubuna baktığımızda görüyoruz ki, Hz. Peygamber, sadece kendisine gelen Kur’an vahyine sahipti. O’nun da her insan gibi toplumsal, siyasi, askeri v.b. ilişkilerden edindiği birtakım tecrübeleri vardı. Toplumun örfünden tamamen soyutlanmış değildi. Örfün, şeriatla çatışmayan kısmını almakta beis görmüyordu. Vahiyden kazandığı nebevî kişilik ile bu tür tecrübeleri mezcettiği zaman elbette doğru kararlar verebilirdi. Yanlış kararları ise vahiy ile düzeltiliyordu.

    Eğer ki Kur’an dışında bir ikinci vahiyle yönlendirilmiş olsaydı, yukarıda verdiğimiz örneklerde Allahu Teala vahiyle yönlendirdiği kulunu tekrar vahiyle düzeltmiş olurdu. Daha doğrusu, azarlamış, yerine göre sert ikazlarla tekdir etmiş olurdu ki böyle bir çelişkiyi Allah adına düşünmek bile mümkün değildir. Allah her türlü noksan sıfatlardan beridir.

    III- Öte yandan Allah Rasulü, örnek edinmemiz gereken, dini kendisi gibi yaşamamız gereken bir kişiliktir. O’nda bizim için üsve-i hasene vardır. Biz sünneti de böyle anlıyoruz. Yani Rasulullah’ı Kur’an’ın pratiği, bir yaşayan Kur’an olarak değerlendiriyoruz. Fakat, kendisi Kur’an’ın dışında ikinci bir tür vahiyle sürekli kontrol edilen, desteklenen, yöneltilip/yönlendirilen bir Elçi’nin, nasıl “bizim gibi bir beşer” (18/110; 17/93) olduğu ve bizim O’nu nasıl örnek edinebileceğimiz sorusu, doğrusu sorulmaya değer bir sorudur. Kur’an hükümlerinden bizim de kendisi gibi sorumlu olduğumuz bir Elçi, bizden. hiçbir zaman gideremeyeceğimiz bir farkla avantajlı olursa, onu taklit etmemiz nasıl mümkün olabilir? Bu, peşin peşin Rabbimize karşı birtakım verili mazeretlerimizin bulunması anlamına gelir herhalde.

    Çok iyi biliyoruz ki Hz. Peygamber de, “kendîsine vahyolunana uyduğunu” (10/15) duyuruyor. Biz de O’nun örnekliği eşliğinde O’na vahyolunana uymak durumundayız.

    İsra suresinin 73-75. ayetlerinde hem Rasulullah’a vahyedilen vahyin bir tek (Kur’an) olduğu vurgulanmakta; hem de, O’nun müşriklerin telkininden neredeyse etkilenmek üzere olduğuna dikkat çekilerek, bir beşer olarak zaaflarının da bulunduğuna işaret edilmektedir. Ama Allah O’nu sebatkar kılmıştır da böylece sözkonusu tehlikeden kurtulmuştur.

    IV- Peygamber bir postacı olmadığı gibi, bir makina da değildir. Kamuoyunda “mealci” olarak bilinen bir ekolün Peygamberi bir postacı olarak görmelerini şiddetle eleştiren bazı kişilerin, vahyi gayri metlüv varsayımını kesin bir inançla kabullenmeleri, peygamberi postacıdan da öte bir makina, bir robot seviyesine indirgemek değil de nedir? Zira, eşine söyleyeceği “karnım aç” sözünden tütün da, bir krala göndereceği davet mektubuna varıncaya kadar, hemen her sözü ve her davranışı vahye dayanan bir peygambere “postacı” konumu bile yakıştırılamaz. Halbuki O’nun da bir iradesi ve aklı mevcut idi ve Allah bunları O’na boş yere vermemişti.

    Rasullullah’ın Uhud savaşma çıkarken “Medine içinde mi kalalım, dışanya mı çıkalım?” şekilli bir istişaresi dahi tek başına, vahyi gayri metlüvü olumsuzlayan bir örnektir. Rabbinden bir vahiy alsaydı ashabı ile neyi tartışacaktı ki?

    Eşi Hz. Aişe’ye yapılan iftira (ifk) hadisesinde de aynı Peygamber’in, izdıraplı bir otuz gün beklemek zorunda kaldığını görüyoruz. En sonunda gelen bir vahyi metlüv ile (24/11-12) bu çirkin iftira herkesin gözünde aydınlanmıştı. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür.

    Vahyi Gayri Metlüve Örnek Olarak Gösterilen Hadiseler

    Tahrim olayı, kıblenin tahvili ve Rasulullah’ın Hz. Zeyneb’le evlenmesi gibi olaylar, yanlış yorumlar neticesinde vahyi gayri metlüv için örnek olarak gösterilmektedir.

    Örneğin tahrim olayına baktığımızda görüyoruz ki, ilgili ayetteki (66/3) “Allah, (Peygamberi) o sırra vakıf kıldı” anlamındaki metin, “gizli bir vahiyle bildirdi” şeklinde anlaşılmak istenmektedir. Halbuki durum şöyledir:

    Rasulullah (a.s.) bir hanımına bir sır veriyor. O hanımı, söz verdiği halde bu sırrı başka birine ifşa ediyor. Hz. Peygamber ise eşinin, sırrı tutamayıp yaydığını duyuyor. Muhtemelen bir ikinci eşi bu bilgiyi getiriyor. Rasulullah da birinci eşinin ayıbını yüzüne vuruyor; niçin sırrı ifşa ettiğini sorguluyor. Eşi ise, suçu açığa çıkan kişinin haleti ruhiyesi ile paniğe kapılıyor ve “bunu sana kim söyledi?” şeklinde sormak zorunda kalıyor. Rasulullah da o anda. verilebilecek en münasip cevabı veriyor:

    “Alîm ve habîr olan (Allah) haber verdi” Rasulullah orada, kendisine bu haberi getiren ikinci eşinin adını verse onu zor durumda bırakırdı, ahlaki açıdan da doğru olmazdı. Böylesi ifadeleri bizler de çok sık kullanmaktayız. Çok zor durumda kalan bir insan, bir yardım eden bulduğu zaman “Rabbim verdi” der.

    Nitekim aynı örneği Hz. Meryem’in, kendisine gelen rızıkları, “o Allah indindendir” diye adlandırmasında (3/ 37) buluyoruz. Meryem, kendine gelen rızkı, Allah’ın bir lütfü ve ihsanı olarak anmakta, rızkı getiren insanların adlarını saymamaktadır.

    Kıblenin tahvilinde ise, ilk kıblenin gizli bir vahiyle tesbit edildiği iddia edilmektedir. Sayın Said Çekmegil Beyefendi de aynı kanaati benimsiyor olmalı ki. kitabında konuyla ilgili ayetleri vahyi gayri metlüvün isbatı sadedinde referans göstermiştir (12). Oysa ki, ilk kıblenin vahiyle belirlendiğine dair bir bilgi yoktur (13). Kabe’nin kıble yapılması ise 2/142-144 ayetleriyle sabittir. Zaten 144. ayette Rasulullah’ın, Kabe’nin kıble olmasını arzu etmekte olduğu bildirilmektedir. Bunu ayetteki “Biz senin yüzünü göğe doğru çevirmekte olduğunu görüyoruz…” ifadesinden anlıyoruz. Bu ifade O’nun, Rabbinden bu doğrultuda bir emir beklediğini’ gösterir. Şu halde kıblenin değiştirilmesi vahyi hafî ile değil, vahyi celî (Kur’an) ile gerçekleşmiştir.
    Hz. Peygamber’in Zeyneb (r.a.)ı nikahlaması ise 33/37. ayette bildirilmektedir. Nikahın önceden gizli bir vahiyle yapıldığına inandıracak herhangi bir bilgiye sahip değiliz.

    Haşr suresi 5. ayetinde anlatılan (Nadiroğullarının hurmalarının kesilmesi olayı) Hz. Peygamber ve müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiş fakat Allahu Teala, bu olayı haklı bulmuş, kendi rızasına aykırı bulmamış, tabir caizse olaya sahiplenmiştir.

    Kudsi Hadis

    Bu konuda son olarak kudsi hadis terimine de kısaca değinmemiz gerekmektedir.

    Genel tarife göre, manası Allah Teala’ya, lafzı Hz. Peygamber’e ait olan ve “Rasulullah’ın Rabbinden rivayet ettiği hadiste…” gibi sened kaydıyla rivayet edilen sözlere hadis-i kudsî veya ilahi ve Rabbani hadis denmektedir (14).

    Aslında kudsi hadisler konusu dikkatlice incelenirse, bunların bir kısmının Kur’an’daki ayetlerin meali olduğu görülür. Diğer bazıları da, ya Kitab’ı mukaddesten uyarlanmış sözler, yahut da, sufilerin vahdet-i vücut felsefelerine kaynaklık eden uydurmalar olduğu zanni galibi hasıl olmaktadır.

    Nitekim, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmiyordum, bilinmek istedim…” kudsî hadisi (!) de bunun en açık örneğidir. Ulema bu hadisin aslının olmadığını ortaya koymuştur (15).

    Allah Rasulü’nün, ashabına, mescidindeki hurma kütüğü üzerinden hitap ederek onlara dini anlatırken, “Rabbim şöyle şöyle buyurdu…”, “Rabbim diyor ki…” gibi ifadelerle söze başlaması, bu minvalde onlara Kur’an’ın yorumunu yapması gayet doğal bir durum diye düşünüyoruz. Fakat belli ki, zaman içerisinde bu anlatım biçimi kudsi hadis diye bir kavrama dönüştürülmüş durumdadır.

    Kudsi hadis denen vahyin neden Kur’an’a alınmadığı. “zikir” adı altında Kuranla özdeş tutulan kudsi ve diğer hadislerin neden Allah’ın koruma vadinde bulunduğu vahiy kapsamına alınmadığı, cevap bekleyen sorulardır. Nasıl olur da Allah Rasulü, kendisine gelen vahiy sözlerini normal bir şeymiş gibi geçiştirir, bunların Allah’dan gelen özel haberler (vahiy) olduğunu vurgulamaz? Bunun yanında kendi sözlerini (hadisleri) yazmaktan sahabeyi menetmekte idi. En azından kudsi hadislerin yazımı için çok özel bir itina göstermesi gerekmez miydi? Oysa, Hz. Peygamber’den yüz sene sonra derlenmeye başlayan hadislerin zayıfı, sahihi, uydurması, kudsisi hepsi birbirine karışmış, eldeki hadis kitaplarındaki hadisler tamamen, hadis ulemasının kendi geliştirdikleri kriterlere göre sağlamlık-zayıflık tasnifine tabi tutulmuşlardır. Bu hadis külliyatından kudsi olanını, olmayanını ayırmak hemen hemen imkansız bir durumdadır. Belki de son çare olarak bütün hadisler “kudsî” kabul edilmek icab edecektir!

    Sonuç olarak, adeta Kur’an’dan başka bir kitabı çağrıştıracak “vahyi gayri metlüv” tezi sağlam bir delile dayanmamaktadır. “Vahyi gayri metlüv yoktur sözünün ilmi bir dayanağı olmadığını” ileri süren müslümanlara, en büyük kanıt olarak Kur’an’ı işaret ediyoruz. Kur’an çerçevesinde bu konuyu tartışmaya açık olduğumuzu duyurmak istiyoruz. Öyle İmam Şafi’nin dediği gibi “dininden, aklından, ilminden razı olduğumuz” ama kimliğini bile bilmediğimiz kişilerin sözlerine istinad ederek, Kuranla çelişen bir görüş ortaya koymanın ilmî tarafı olmadığı kanaatindeyiz.

    Kudsi hadisler meselesi tabir caizse islam kültürünün yumuşak karnı kılınmış, isteyen, istediği bozuk akideyi saf islam akidesine sokuşturmak için bu kanalı kullanmıştır. Kur’an elbette bütün hurafeleri silip süpürücü özelliktedir. Önemli olan ona ram olmaktır.

    Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, kullarını hidayete erdirendir.

    NOTLAR:

    1- İmam Şafi. el-Ümm, Darül Maarif, Beyrut, C.5, s. 128.
    2- a.g.e..s. 127.
    3- Said Çekmegil, Kur’an’a Muhatap Olmak, ist-1996, s. 136.
    4- İbn Cerir et-Taberi, Camiul Beyan, Mısır-1954. C.24, s.42.
    5- Fahreddin er-Razi, Mefatihul Gayb. C.7, s.728-729.
    6- Razi. 7/729.
    7- Abdurrahman ibnul Cevzi, Zadul Mesir fi llmit-Tefsir. 1987, C.8, s.63. ‘
    8- Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, C.9, s. 101-104,
    9- Mecmuatun Minet Tefasir, C.3, s.550.
    10-aynı yer.
    11-aynı yer.
    12-Çekmegil. s. 138.
    13-Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu. İslam Düşüncesinde Sünnet-Yeni Bir Yaklaşım, Ank-1993, s.263.
    14-Subhi Salih. Hadis İlimleri ve Istılahları, Ank-1973, s.8-9.
    15-el-Aclunî. Keşful Hafa. 1352 (H.) Beyrut, C.2. s.132.

    http://www.kuranislami.com/sunnet/vahymetluv.html
    # Ali Aksoy Diyor:
    25 Apr 2007 6:10 pm e

    Vahiy nedir, çeşitleri nelerdir?

    Sözlükte gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, îma ve işâret etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve göndermek anlamlarına gelen vahiy, dini bir terim olarak, Allah’ın Peygamberlerine iletmek istediği mesajlarını, doğrudan doğruya veya Cebrail vasıtasıyla bildirmesine denir.

    Kur’ân ve diğer kutsal kitaplar, vahiy ürünüdür. Vahiy, ilâhi ve gayr-i ilâhi olmak üzere iki kısma ayrılır. İlâhi vahiy, Allah’ın vahyi demek olup 5 çeşittir:

    1- Cebrail’e (Necm, 53/10) ve diğer meleklere vahyi (Enfâl, 8/12).

    2- Cansız varlıklardan yeryüzüne (Zilzâl, 99/4-5) ve gökyüzüne (Fussilet, 41/12) vahyi. Bu vahiy, “emretmek” anlamındadır.

    3- Canlılardan bal arısına vahyi (Nahl, 16/68-69). Bu vahiy, ilham, içgüdü anlamındadır.

    4- İnsanlardan Hz. Musa (a.s)’ın annesine (Kasas, 28/7) ve Hz. İsâ (a.s)’ın havarilerine (Mâide, 5/111) vahyi. Bu vahiy, fıtrî ilham, îma, emir anlamındadır.

    5- Peygamberlere vahiy (Nisâ, 4/162. A’râf, 7/117, 160) Bu vahiy, ıstılâhî anlamdaki gerçek vahiydir. Vahiy denince ilk akla gelen bu vahiydir. Bu vahiy, sözlü, sözsüz ve Cebrail vasıtasıyla olur. Sözlü vahiy, Allah’ın perde arkasından Peygamberine hitap etmesidir. Sözsüz vahiy; rüyada veya uyanık iken vahyin Peygamberin kalbine ilkası şeklinde olur. Cebrail vasıtasıyla vahiy;

    a) Peygamber uyanık veya uykuda iken vahyi Peygamberin kalbine ilkası ile,

    b) Cebrail’in melek veya insan suretinde vahiy getirmesi ile,

    c) Cebrail görünmeden vahyin çıngırak sesi şeklinde gelmesi ile olur.

    Vahyin geliş şekillerinden bir kısmı, Şûrâ suresinin 51. âyetinde bildirilmiştir. Vahiy, Allah ile Peygamber arasında bir sırdır. Mahiyetini insanların tam anlaması imkansızdır. Vahiy geldiği anda Peygamber titrer, rengi değişir, alnı terler ve nefesi sıkışırdı. Hz. Muhammed (a.s.) gelen vahyi aynen hafızasına alır (Kıyamet, 75/16-19), sonra vahiy katiplerine yazdırırdı. Her sene Ramazan ayında inen âyetleri ve sûreleri Cebrail’e okuyup arz ederdi.

    Gayr-i ilâhi vahy yani ilâhi olmayan vahy ise, cin ve insanlar arasında cereyan eden vahye denir. Zekeriya (a.s)’ın kavmine vahyi gibi (Meryem, 19/11), bu vahiy, imâ ve işâret etmek anlamındadır. Şeytanın şeytana vahyi gibi (En’âm, 6/121); bu vahiy, fısıldamak ve gizli konuşmak anlamındadır.

    http://www.diyanet.gov.tr/turkish/sorular.asp?id=29
    # Ali Aksoy Diyor:
    25 Apr 2007 6:10 pm e

    Soru: Vahiy nedir?

    Cevap: Vahiy, bir bilgiyi, bir işareti muhataba en hızlı ve en kestirme yoldan ulaştırmak anlamını taşır. Bu ulaştırma işi çeşitli vasıtalarla olabilir.

    Bu, meselenin filolojik tarafıdır.

    Vahyin terminolojik ve dinsel yönüne gelince: Kuran’ın tetkikinden anlıyoruz ki; vahiy, Yaratıcı Kudret’in bütün varlıklara, yaradılış düzenine uygun hareket tarzlarını bildirme yolu ve insanla ‘‘konuşma’’ yollarından biridir.

    İlk ve genel şekle göre, Allah, varlıklara hareket tarzlarını vahyetmektedir. Bu anlamda vahiy, yaradılış düzeninin varlıklar tarafından algılanması ve bu düzene uygun hareketlerin sergilenmesi sistemidir. Vahyin bu kısmı, zorunludur. Bu vahyin gerektirdiği davranışları icra etmek bir varoluş zorunluluğudur. Burada hürriyet ve irade söz konusu değildir. Kuran bu tür vahye değinirken göklere, yeryüzüne, hayvanlara vs’ye görevlerinin hareket tarzlarının vahyedildiğini söyler. Örneğin, Fussılet suresi 12. ayette şöyle deniyor: ‘‘Böylece gökleri, yedi planlı gök olarak kendi zaman ölçüleriyle iki günde düzenledi ve her gök planına, kendisiyle ilgili görevlerini vahyetti.’’

    Nahl suresi 68′inci ayette de şöyle deniyor: ‘‘Rabbin, balarısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin…’’ Zilzal suresinde yeryüzünün şiddetli sarsıntısı anlatılırken şöyle deniyor: ‘‘O gün arz, kendi üstünde neler olup bittiğini bir bir anlatacaktır. Çünkü, Rabbin ona böyle yapmasını vahyetmiştir.’’

    İnsan, biraz sonra göreceğimiz vahiy ile beraber, şu ana kadar gördüğümüz vahiyden de pay almaktadır. Çünkü, insan da, ‘‘sünnetullah’’ denen ilahi tavır ve tarzın ölçüleri içinde seyreden bir varlıktır. O da vahyin, sünnetullahı düzenleyen direktiflerinden sıradan bir varlık olarak nasipleniyor. Ama, onun muhatap olduğu daha başka bir vahiy türü veya şekli vardır.

    Burada altı çizilecek bir nokta da şudur: Vahyin kurumsal kısmını mühürleyen Son Peygamber Hz. Muhammed’in zuhurundan sonraki devrede, Yaratıcı’nın insanla diyaloğu bir kurumsal vahiy olayı değil, bireysel ilham olayı olarak devam etmektedir.

    Ancak, İslam’a göre ilham sadece ona sahip olan kişiyi bağlar; genel ve bağlayıcı bir özellik taşımaz. Bu genellik ve bağlayıcılık sadece bilimindir.

    Bu ilkeyi çiğneyerek kişilerin ilham ve rüyalarının ardı sıra giden İslam dünyası, bilimden uzaklaşarak evliya ve şeyh unvanlı yüzlerce düzenbazın hegemonyası altına girmiş ve perişan olmuştur. (Yaşar Nuri Öztürk)

    http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/99/01/18/yasam/02yas.htm
    # Ali Aksoy Diyor:
    25 Apr 2007 6:14 pm e

    Vahiy Savunması / Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı

    İnsanı özgürleştirmeyi hedefleyen, aklı, vahyin rehberliğinde, yönlendiriciliğinde temel seçici ve belirleyici olarak gören Kur’an vahyi, zamanla yerini kaderci/cebriyeci anlayışlara terk etmek zorunda kaldı. İnsan özgürleşemediği gibi, Kur’an’ın her bir buyruğu ile bir halkasını kırdığı köleliği en son kaldıranlar arasında kendini İslami olarak tanımlayan yönetimlerin de olması işin traji komik yanını oluşturdu.

    Aynı şey kadınlara yönelik uygulamalar için de söz konusuydu. Örneğin kadınların şahitliği kabul edilmezken, evlendiğinde veya boşandığında fikri sorulmazken, mirastan herhangi bir hak alamazken, Kur’an bir ilk adım olarak tüm bu ve benzer alanlarda onlara yeni haklar tanırken ve bu hakların daha da genişletilerek geliştirilmesini ön görmüş iken Kur’an’ın verdiği haklar bile ellerinden alınarak özellikle şehir merkezlerinde dört duvar arasına mahkum edildiler. Pencerelerden bakmaları bile fitne olarak algılanır oldu.

    Toplumsal ilişkileri, ben merkezci ve totaliter bir anlayış içerisinde değil, istaşereye ve karşılıklı rızaya dayandıran, bunun içinde bir çok yeni hüküm getiren Kur’an’a ve bu hedefleri kendi hayatında bire bir uygulayan Resul’un örnekliğine rağmen toplumsal hayat hep buyurgan ve tepeden inmeci bir anlayış içerisinde yeniden dizayn edildi. Toplumsal hayatın bu yeni totaliter anlayışa göre akması sağlandı. Yöneticilerin kutsallığını reddeden ve Allah’tan başka bir kutsal kabul etmeyen bir anlayışa rağmen günümüze kadar (günümüz dahil) yöneticiler Allah’ın gölgesi olarak anılageldi

    Ne olmuştu da Kur’an’dan başka vahiy kabul etmeyen veya vahiy denince aklına sadece ilahi kelam gelen insanların çocukları, torunları Resul’un her sözünü vahiy olarak algılamaya başlamışlardı. Hatta adına “veli”,”şeyh” denilen insanların bile sıradan bir dost gibi Allah ile konuştuğuna inanılır olmuştu. Vahiy algılamasındaki bu sapmanın kaynağı neydi? Bu insanları, kimler, yaşadıkları hangi olaylar bu kadar çok değiştirmişti? Babaları, dedeleri her şeyi “ne”, ”nasıl”, ”niçin”, ”kim”, ”kimden”, ”niye”, ”nereden” gibi sorularla anlamaya çalışırken, oğullar ve torunlar bunları, bir suç ve günahmış gibi, niçin ağızlarına almaya korkar olmuşlar, hatta zihinlerinden bile geçirmez duruma gelmişlerdi.? Ne olmuştu da böyle olmuştu? İşte bu kitap bu soruların cevabını aramaktadır.

    Mehmet Yaşar SOYALAN

    Yayınevi : Anka Yayınları
    Yazarı : Mehmet Yaşar Soyalan
    Editör : Erhan Güngör
    Kategori : Düşünce
    ISBN : 975-9044-15-3
    Fiyatı : 25,00 – YTL
    Boyutları : 13,5 x 21 cm
    Sayfa Sayısı : 712
    Basım Yeri : İstanbul
    Basım : Kasım – 2005

    VAHİYSAVUNMASI/KURAN DIŞI VAHYİN İMKANSIZLIĞI KİTABI NİÇİN YAZILDI?

    Yüce Rabbimiz, insanoğlunu, bir kez daha karanlıklardan aydınlığa, kaostan sükuna, cehaletten adalete, kölelikten özgürlüğe yöneltmek için son vahyi Kur’an’ını inzal etmiştir. O’nda insanoğlunun hidayeti için gerekli bütün açıklamaları yapmış, dalalet içinde çırpınıp bahaneler üretmesine fırsat vermemiştir. Resulü Hz Muhammed, kendisine gelen vahyi “beşer bir resul” olarak toplumuna ulaştırmış, “seçilmiş örnek” ve “Müslümanların ilki” olarak ilk uygulamayı da içinde yaşadığı toplulukla birlikte ortaya koymuştur. Ancak çok geçmeden insanlar, bir çok işlerinde yaptıkları şeye şirk bulaştırdıkları gibi, vahiy algılamalarını da bulandırdılar. Kur’an’ın dışında Allah’tan, Kulu Muhammed’e başka vahiyler de geldiğini iddia etmeye başladılar. .

    Bunu, Allah’ın, kitabı Kur’an’ında açıkça “size vahiy olarak Kur’an’ı indirdim” demesine, bunun dışında herhangi bir vahiy verdiğini ifade etmemesine rağmen yaptılar. Bu iddialarına, Allah’ın Resulü Hz Muhammed adına uydurdukları sözler yanında konu ile herhangi bir ilgisi olmayan çok sayıda ayeti de delil olarak göstermeye çalıştılar. Bu çabaların doğal bir tezahürü olarak, Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu “beşer bir resul” anlayışı “ melek bir Resul” anlayışına dönmüş, böylece, resul örnek olmaktan, dolayısıyla “melek resulün” getirdiği ayetler de yaşanılır olmaktan çıkmış, Resulün, yirmi üç yıl, yaklaşık bir o kadar da sahabelerinin Kur’an’ın hedeflerini gerçekleştirebilmek için ortaya koyduğu çaba ve emekler, bu anlayışın tüm Müslüman coğrafyaya egemen olmasıyla birlikte akamete uğramış, Müslümanlar bildiğimiz manzara ile karşı karşıya gelmişlerdir.

    İşte elinizdeki bu çalışmada önce bu manzaranın bir fotoğrafı çekilmekte ve bunun nasıl bir manzara olduğu gözler önüne serilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun nedenleri üzerinde bir tartışma açılmakta ve bu nedenler farklı boyutlarıyla masaya yatırılmaktadır. Bu manzaranın oluşmasının, tarihi, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal nedenleri, insanoğlunun arzu, istek, hırs, korku, nemelazımcılığı ve kan dökücülüğü ile birlikte ele alınmakta, sonuçta akıl almaz bir travmanın yaşandığının tespiti yapılarak, bu travmadan Kur’an dışı vahiy algılamasının doğduğu ifade edilmektedir. Bu konu özel bir başlık altında olmaktan öte, kitabın geneline serpiştirilerek yeri geldiğinde yapılmaktadır.

    Bu çalışmanın asıl teması, Kur’an dışı vahiy algılamasının Kur’ani bir temelinin olup olmadığının bir tespitini yapmaktır. Bunun için Kur’an’ın, vahiy ve resul öğretisinin ne olduğu konusunda bir anlayış geliştirmeye çalışılarak, Kur’an dışı vahiy iddiasının, bu resul ve vahiy öğretisi karşısındaki konumu ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bu bağlamda ilgili iddianın ileri sürdüğü deliller, özellikle de Kur’an ayetlerine dayanarak ileri sürdükleri iddialar tek tek ele alınarak, ilgili ayetler, siyak sibakı, konu ve Kur’an bütünlüğü, ayrıca nüzul ortamı da göz önünde bulundurularak cevaplandırılmaktadır.

    Bu nedenle çalışmaya öncelikle; Kur’an’ın vahyedilmesi ile ilgili temel kavramlar ele alınarak başlanmaktadır. Bu terimlerin dildeki ve Kur’an’daki kullanımlarından örnekler verilerek, sözünü ettiğimiz anlayışla ilgisi araştırılmaktadır.

    Bilindiği gibi Kur’an, “Arapça bir kitaptır”, bu nedenle Arapça dil yapısı ve dil algılaması önem arzetmektedir. Çünkü insanlar, kendileri dışındaki dünyayı ana dilleri ile algılarlar. Dil algılamaları hem çevre algılamalarını hem de din algılamalarını şekillendirir. Dil bir süreç içerisinde oluşur ve oluşmaya devam eder. Ancak bu süreçteki hazır dil algılaması, o dili kullananların hayat ve eşya algılamalarını da yönlendirir.

    İşte Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki insanlar da şehirlisiyle, çölde yaşayanıyla herkes kendi dil algılamasına göre eşyayı anlamlandırdıklarından, gelen vahiyle de bu algılamaya uygun bir muhataplık sergilemişlerdir. Kur’an’ın, şehir dil algılamasını esas alarak kendi metnini inşa etmiş olması, çevre bölgelerdeki insanların bu şehirli dil ile iletişim kurmada veya onu algılamada sorunlar yaşamları nedeniyle Kur’an’ın mesajlarını içselleştirmelerinde de bazı sorunlar yaşanmıştır. Peygamberimizin vefatının hemen ertesinde çöl bedevilerinin önemli bir kısmının irtidat hareketlerine destek vermeleri, Kur’an vahyini içselleştiremediklerini açık bir şekilde gözler önüne sermiştir.

    Bunun sonucu olarak özellikle bedevi kökenli insanların sahip oldukları zahiri dil algılamaları dolayısıyla Kur’an’ın sembolik, soyut ve mecaz ifadelerini kendi dil algılamalarına göre yorumlamaları bazı yanlış anlayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu dönemde tüm bölgede ortak bir dil algılamasının mevcut olmaması nedeniyle, Resulün sağlığında küçük boyutlu olarak tezahür eden sorunlar, sonraki dönemlerde içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

    Bilindiği gibi, dil ile ilgili ortak kurallar Kur’an’ın nazil olmaya başlamasından yaklaşık yüz yıl kadar sonra, üstelik çöl geleneği, kültürü ve algılaması esas alınarak inşa edilmişti. İnsanlar, bir ölçüde Kur’an’ı zahiri Arap/bedevi algılamasına göre okumak durumunda bırakılmışlardı. Bu sorunlar bugün için de Kur’an’ı anlamada çözülmesi gereken temel bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle bu çalışmada, Arapça’nın mevcut kurallarının, Kur’an sonrası dönemde, zahiri/somut/durağan/tekdüze çöl hayatı, kültürü ve dil algılaması üzerine bina edilmesinin bir sonucu olarak, bu mevcut dil yapısıyla Arapça’nın tek başına Kur’an’ı anlamada ve yorumlamada, yeterli bir araç olup olmadığı, bir bütün olarak Kur’an’ı kapsayıp kapsamadığı tartışılmış ve bir örnek olması açısından “ev” ve “vav” edatlarının kullanımlarından örnekler verilmiştir.

    Kur’an dışı vahiy iddiasının bir sonucu olarak Kur’an’ın ortaya koyduğu “beşer bir Resul” algılamasının “melek bir resul” algılamasına dönüşmesinin ne anlama geldiği üzerinde durularak, böyle bir resulün örnek alınmasının mümkün olup olmadığı, Kur’an ifadeleri ve mevcut uygulamalar ışığında tartışılmıştır. Resulün söz ve davranışlarının bağlayıcılığı gibi konular da bu bağlamda ele alınmış, ilgili iddia ile bir ilişkisinin olup olmadığı konusunda da gerekli açıklamalar yapılmıştır.

    Bu çalışmanın temel tezini oluşturan Kur’an dışı vahiy iddiasının imkansızlığı farklı boyutlarıyla tartışılarak, bu anlayışın Kur’an’ın temel argümanlarına ters düşüp düşmediği ve bu anlayışla Kur’an’ın hedeflerinin çarpıtılması arasında bir bağ olup olmadığı konusuna da değinilerek, böyle bir anlayışın, Kur’ani bir temel üzerine oturmasının imkansızlığı üzerinde durulmuştur.

    Konu ile ilgili her tartışmada gündeme getirilen ve İmam Şafii başta olmak üzere bu düşünceyi savunan kişilerinin hepsinin üzerinde önemle durdukları “Kitap ve Hikmet verdik” anlamındaki, ayetlerin ne anlama geldiği bütün detaylarıyla incelenmeye çalışılmıştır. Bilindiği gibi ilk defa İmam Şafii, “kitap” kelimesinin Kur’an’a, “Hikmet” kelimesinin sünnete karşılık geldiği, bu nedenle, sünnetin de Kur’an gibi bir vahiy olduğu tezini öne sürerek, Kur’an dışı vahiy algılamasının teorik temellerini atmıştı. Ancak biz bu çalışmamızda bu iddiayı detaylı bir şekilde tartışarak, sanıldığı gibi Kur’ani bir gerçekliğe sahip olup olmadığını ifade etmeye çalıştık.

    Ayrıca bu çalışmamızda, konu ile ilgili olması açısından, Kur’an’ın bir kitap haline getirilmesi ve korunmuşluğu meselesi ile, Kur’an’da her şeyin yazılı olması ve her şeyi kapsaması meselesi üzerinde de durularak çalışma nihayete erdirilmiştir.

    Bu satırların yazarı söylediği şeyin öneminin ve söylediklerinin ne anlama geldiğinin farkındadır. Ancak o, söylediklerinin mutlak tek doğru olduğu iddiasında değildir. O, Müslümanların, yüz yıllardır bu algılamanın bir sonucu olarak inşa ettikleri medeniyetin geçmişteki ve günümüzdeki yansımalarının Kur’an’ın temel ilkeleri ile ve hedefleri ile örtüşmediği kanaatindedir. Bu nedenle farklı bir okuma denemektedir ve muhataplarına, enfusi, afaki ve Kur’an ayetlerini, yani kendi içlerindeki ve kendi dışlarındaki dünyayı bir de bu gözle okumaları önerisinde bulunmaktadır. Eşyaya bakışımızı, zahiri algılama veya batini algılamadan birisini seçerek yapmak zorunda olmadığımızı, bu noktada da vasat ümmet olmamız gerektiğini ifade etmeye çalışmaktadır. Sanıldığı gibi sünni paradigmanın bir orta yol değil, içerisinde bölgesel etkiler nedeniyle mistik tonlar taşısa da esas itibari ile zahiri/somut bir algılama biçimi olduğu düşüncesindedir. Bu çalışma, Kur’an’daki ve evrendeki ayetleri bir kez de, Kur’an dışı vahiy algılamasının dışına çıkılarak okunmasına bir katkı olması için kaleme alınmıştır.

    Mehmet Yaşar Soyalan

  11. Ali Aksoy Diyor:
    29 Apr 2007 10:43 am eKuran dışı vahiy olup olmadığını sorgulayan bir başka makale…

    https://aliaksoy.wordpress.com/2007/04/29/kuran-sunnet-iliskisi/
    tr_musty Diyor:
    29 Apr 2007 3:02 pm eKAÇ MÜSLÜMAN BİLDİYSEM HEPSİ DE MAKBERDEDİR,
    MÜSLÜMANLIK BİLMEM AMA, GALİBA GÖKLERDEDİR.

    Nebevi sünnet, müslüman birey ve toplum hayatı için detaylı bir proje olup tefsir edilmiş bir Kur’an’ı ve hayata aktarılmış İslam’ı temsil eder. Rasulullah (as), Nübüvet ilminin ve risalet mirasının maruz kalacağı hususlara şöyle temas etmiştir: “Bu ilmi, her nesilde adaletli olanları yüklenir ve ondan aşırıları tahrifini, batıl ehlinin istismarını ve cahillerin tevillerini defederler.” Bunlardan her birisi Nebevi mirasa karşı yıkıcı üç tehlikeyi temsil eder. Aşırıların tahrifi, haddi aşma, ve bu dinin ayırt edici özelliklerinden olan vasat olma, müsamahalı olma ve kolaylıktan kaçınma gibi yollardan gelen bir durumdur. İnkarcıların istismarı, Nebevi metotta olmayan şeyleri ona sokmaya, onun tabiatının reddettiği sonradan ortaya çıkan şeyleri ve bidatleri ona katmaya çalışma şeklinde ortaya çıkar. Cahillerin tevili ise bir çok şekilde ve sebepte olmaktadır. Bu yanlış tevil ve çarpık anlayış dini bilmeyen ve onun temel esprisinden anlamayan cahillerdendir. Bu tür kimselerin, anlayışta haktan uzak olmamalarını sağlayacak muhkem ayetlerden yüz çevirip, heva ve heveslerine uyarak onları kendi arzularına uygun bir şekilde tevil etmek için, müteşabih ayetlere uymaktan alıkoyacak ne ilmi yeterlilikleri ne de hakka ulaşma çabaları vardır. Peki bütün bu sorunlardan, belalardan uzak kalabilmek için ne yapmalı? Bu noktada sünneti anlamada bazı esaslara değinmek gerekmektedir:

    i) Senedi ve metniyle sünnetin, bu ümmetin adalet ve zabt yönünden en güvenilir imamlarının koymuş olduğu hassas ilmi ölçülere göre sıhhatinin, güvenilir olup olmadığının tespit edilmesi.

    ii) Nebevi nassın, lügavi delaletine uygun olarak, hadisin siyak ve vürud sebebinin ışığında, Kurani ve diğer Nebevi nassların gölgesinde, İslamın genel maksat ve genel prensipleri çerçevesinde doğru bir şekilde anlaşılması

    iii) Nassın, kendisinden daha kuvvetli bir muarız ile (mesela Kuran ile ve ya daha kuvvetli hadislerle) veya katiyet sıfatı kazanmış şeriatın genel maksatlarıyla çelişkiden salim olmasının pekiştirilmesi.

    Yasama ve yürütmede kendisine başvurulan ve ikinci kaynak olan sünnet çok sıkı değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Bu ümmetin alimleri fıkıh ilmin direği, haram ve helalin eası olan, şeri ve ameli hükümlere de ihtiyac edebilecek hadislerde sahih olma şartının aranması hususunda görüş birliğindedirler. Fakat onlar, amellerin faziletleri, zikirler, rekakik (insanları nezaket ve inceliğe, duyarlılık ve hassaslığa teşvik edenler), terğib (iyi ve güzel amellere teşvik eden haberler), terhib (kötülükten sakındıranlar) ve açıkça teşri kısmına girmeyen hadisler hakkında ihtilaf etmişlerdir. Selef alimlerinden kimisi bunların rivayetinde tolerans göstermiş ve bunda sakınca görmemiştir. Tabi bu, mutlak tolerans olmayıp onun belli bir alanı ve şartları vardır. Fakat çokları onu kötü bir şekilde kullanılmış, onunla doğru yoldan saptırmış ve İslam’ın tertemiz kaynağını kirletmiştir. Nitekim vaaz, rekaik ve tasavvuf kitapları bunlarla doludur! Zahidlerden bir adam, Kuran ve surelerin faziletleri hakkında hadis uydurma yoluna gitmiş. Ona, bunu niye yaptın, diye sorulduğunda “insanların Kurandan koptuklarını görünce buna engel olmak istedim” demiş. Bu defa kendisine “Her kim benim üzerime kasten yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın” buyurulduğunu söylediklerinde ise o: “ama ben onun aleyhine değil, lehine yalan söyledim” demiştir. Halbuki bilmiyor ki, Allah bizim için dinini kemale erdirmiş, bizim üzerimize nimetini tamamlamıştır. Dolayısıyla, birisinin kendi uydurduğu hadislerle bizim dinimizi tamamlamasına ihtiyacımız yoktur. Uydurma ve batıl hadisleri kabul etmek, onları Peygamber’e nispet etmek ne kadar hatalı ve yanlış ve tehlikeli ise, heva-heves ve kendi fikrini beğenme ile Allah ve Rasûlüne karşı bilgiçlik taslamak, bu ümmet ve onun alimleri hakkında suizan beslemek suretiyle sahih olan hadisleri reddetmek de o kadar batıldır. Çünkü yalan hadisi kabul etmek, dinde olmayan şeyleri ona sokar. Sahih hadisleri reddetmek ise dinde olan şeyleri ondan çıkarır. Şüphe yok ki gerek batılın kabulü ve gerekse hakkın reddi, ikisi de zemmedilip reddedilmiştir. İmam Şatibi der ki: “Bidatçi türedilerden bir topluluk hadisleri reddetmek üzere, çok defa, hadislerin zan ifade ettiklerini, zannın ise Allah Teala’nın şu ayetlerde olduğu zemmettiğini ileri sürdüler: “Onlar sadece zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar” (Necm,23) Halbuki ayet ve hadislerde kastolunan zan başkadır, bu zannı üç şekilde anlarız: birincisi, din esaslarındaki zandır. Zann ile hareket eden insanla yanında bunun zıddının da olma ihtimalinden dolayı, alimlerce o bir şey ifade etmez. İkincisi, zann, tercih unsuru bir delil olmaksızın, çelişkili iki şeyden birisini diğerine tercih etmektir. Şüphesiz burada da hüküm verme söz konusu olduğu için bu da zemmedilmiştir. Üçüncüsü, kati bir asıla dayanan zan ki, nerede olursa olsun şeriatte bu zanlarla amel edilir.”

    Sünnetin maruz kaldığı nafetlerden birisi de, aceleci bazı insanların bir hadisi okuyunca, manasını anlamada yanılgıya düşüp, hadisi bu yanlış anlayışla tefsir etmeleridir. Halbuki, bu mana ona göre makbul değildir. İşte kabul edemeyeceği bir anlamı içerdiğini sandığı için o kimse, derha hadisi reddetmeye kalkışır. Eğer insaflı davranarak, biraz düşünüp araştırsaydı, hadisin anlamının anladığı gibi olmadığını mutlaka bilecekti. Oysa o kendisine göre öyle bir anlam vermiştir ki, onu ne Kur’an, ne de Sünnet getirmiştir, ne de Arapça o anlamı gerektirmiştir. Örnek verecek olursak, “Allah’ım beni miskin olarak öldür ve miskinler zümresinde haşret” hadisini bazıları okuduklarında, fakirlik, tembellik ve insanlara muhtaç olmayı dilemek şekliyle anladılar. Bu ise Peygamberin bu husustaki ölçü ve düşüncesine terstir, yani bir çelişki var ortada. Ama, bu çelişki elbette ki anlayıştan kaynaklanmaktadır. Burada miskinlikten murad, tevazu, ve alçak gönül sahibi olmaktır.Nitekim Allame İbn-i Kesir, “onunla zorba ve büyüklük taslayanlardan olmamayı murad etmiştir.” demektedir.

    Anlam karışık gelse de sahih bir hadisi çabucak reddetmek pervasızlıktır ki, köklü ilim sahipleri böyle bir şeyi yapmaya cesaret edemez. Zira bu ilim sahipleri, ümmetin selefine hüsnü zann beslerler.onların bir hadisi kabul etmeleri, onu muteber bir imamın da inkar etmediği sabit olunca, netice olarak, onların bu hadiste, herhangi bir söz veya sıhhatini sarsacak bir illetten dolayı ta’n edilecek bir yerini görmemiş olmalarını gerektirir. İnsaflı bir alime gereken, hadisin üzerinde durması, ona ya makul bir mana, ya da uygun bir tevil bulmaya çalışmasıdır. İşte bu meyanda Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasındaki fark da budur; mutezile bilimsel ve dini prensipleriyle çelişik gördükleri her müşkül hadisi derhal reddederken, ehl-i sünnet onu tevilde, ihtilafları cem etmede, zahirinde taarruz olanlar arasında uygunluk sağlamada akıllarını kullanıp uzlaştırmaya çalışıyor.

    Hukuk ve yasama alanında Sünnet:

    Sünnet, hukuk ve yasama için, Allah’ın Kitab’ından sonra ikinci kaynaktır. Hatta İmam el-Evzai, “Kitabın Sünnete olan ihtiyacı, Sünnetin Kitaba olan ihtiyacından daha fazladır” demiştir. Çünkü, sünnet Kuran’ın beyanıdır, o Kuran’ın mücmelini tafsil, mutlakını takyid ve umumunu tahsis eder. İşte bazılarının, Sünnetin Kuran’da kastedilen manaları açıkladığını ifade etmek üzere: “Sünnet, Kitab’a kadidir” yargısına varmalarının sebebi bu yaklaşımdır. Lakin İmam Ahmed, bu ibareden rahatsız olmuş ve “Ben bunu söylemeye cesaret edemem, ama Sünnet Kur’an’ı beyan edicidir, derim” demiştir. Bu hususta isabetli yaklaşım da budur, çünkü Sünnet bir yandan Kitab’ı beyan ederken, diğer yandan Kitab’ın yörüngesinde döner ve ondan dışarı çıkamaz. Hadisin hukuk ve yasamada temel kaynak olduğu hususunda ihtilaf yoktur. İhtilaf, hadis kabul şartlarındaki ve onunla amel konusundaki ihtilafların bir sonucu olarak, ayrıntı ve uygulamayla ilgilidir. Burada şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, mezhebi ister yaşasın, ister tarihe karışsın, tabi olunsun, olunmasın, çeşitli ekollerden, farklı bölgelerden müslüman fakihlerin hepsi delil olarak sünneti almayı ve hükümlerde ona müracaat etmeyi Allah’ın dininden vazgeçilmez bir parça olarak görüyorlar, onun emri dışına çıkamıyorlardı.

    Şafii bir gün bir hadis rivayet etmişti. Bir adam ona, “Ey Ebu Abdullal, bu hadisi alıyor musun? dedi. Bunun üzerine o, “ben ne zaman Rasulullah’tan sahih bir hadis rivayet eder de onu almazsam, sizi şahit kılarım ki aklı gitmiştir.” dedi.

    Sünnet fıkhın köklü bir kaynağı olunca, hadisçilerin fıkıh ilmini iyi bilmeleri gerektiği gibi, fakihlerinde hadis ilminde derinleşmeleri gerekir. Çoğunlukla fıkıhla uğraşanlar, hadis ilminin dallarını iyi bilmezler. Bunun içindir ki, hadis sarrafları olan bu ilimin imamları yanında sabit olmayan hadisler, onlar yanında rağbet görür. Buna rağmen onlara kitaplarında yer verirler, onları delil gösterirler. Hadisle uğraşanlar ise, genelde, fıkıh ve usulünü bilmeyi, onun inceliklerini çıkarabilme gücünü, imamların görüşlerine vakıf olmayı, onların ihtilaf ve yollarını, sebeplerini, içtihatlarının çeşitliliğini iyi kavrayamazlar. Halbuki her gurup, kendisindekini tamamlayabilmek için diğerinin ilmine muhtaçtır. Hatta Süfyan bin Üyeyne şöyle demiştir: “eğer yönetim bizim elimizde olsaydı, gerçekten fıkıhla uğraşmayan her hadisçiyi ve hadisle uğraşmayan her fasihi hurma dalıyla döverdik.”

    Davet ve rehberlik alanında sünnet:

    Sünnet, bir davetçinin okuyacağı hutbesinde, yapacağı konuşmasında, vereceği dersinde Kur’an’dan sonra sarılacağı kurumayan bir kaynak, tükenmeyen hazinedir. Onda, katılaşmış kalpleri yumuşatacak, kuru gayretleri yönlendirecek, gafilleri uyandıracak aydınlatıcı yaklaşımlar, tesirli deliller, ipuçları,ü meseller, kıssalar, emir ve nehiyler vardır.

    Hadisle delil getirirken sahihinin araştırılması:

    Burada, davetçiler için en önemli husus, her hangi bir konuda hadisi delil getirirken güvenilir kaynaklara dayanması, zayıf, uydurma hadislerden kaçınmalarıdır. Muhakkık alimlerce bilindiği gibi, hadis bazen dillerde meşhur olmasına rağmen aslı olmayan ve uydurma olabilir. Bu önemli bir mesele olup, bir çok alim tarafından bu tür meşhur hadislerin sıhhatinin derecesinin işlendiği kitaplar yazılmıştır. Tasavvuf, vaaz ve rekaik kitaplarında bu tür hadisler çoktur ve okuyucular dikkat etmelidir. Daha önce bahsi geçtiği üzere kimi hatiplerin de böylesi hadislere rağbet ettiği görülmektedir, iyi niyetli olmalarına rağmen. Bunun sebebi, alimlerinin çoğunun şer’i hükümle alakalı olmayan konularda, zühd, terğib, terhib, amellerin faziletleri gibi konularda mutlak olarak caiz görmeleridir.mesela Ebu Zekariyya el-Anberi şöyle der: “Gelen haber, helali haram, haramı helal kılmıyorsa, bir hüküm vacip kılmıyorsa ona göz yummak ve rivayetinde müsamaha göstermek gerekir.” Lakin isnatlardaki bu göz yumma ve müsamahanın sınırı nereye kadardır? Kimi cahil sufiler, hayra rağbet ettirdiği, şerden sakındırdığı müddetçe, uydurma, yapmacık haberlerin rivayetinin bile caiz olduğu anlayışını benimsediler. Bunun için Hafız ibn Hacer rekaik ve terğib konularında zayıf haberin kabulü için üç şart ileri sürmüştür: birincisi, ittifakla kabul edilen bir şarttır ki, o da yalanla itham edilenler ve hatası çok olanların tek olarak rivayet etmediği hadisler, ikincisi, genel bir aslın altına girmiş olması, üçüncüsü de, onunla amel esnasında, Rasul’un söylemediği bir şeyi ona nispet etmiş olmamak için ihtiyatlı düşünmek ve davranmak. Ayrıca hadisin sahih hadis rivayet ediliyormuş gibi rivayet edilmemesine dikkat etmek gerektir. Sonra, Şari nazarında her bir amelin diğer amellere oranla bir ölçüsü olduğu için bu ölçüye mugayir zayıf hadislere itibar edilmemelidir.

    Uydurma olduğunu bilmediğimiz bir rivayetin delalet ettiği anlamın iyi veya kötü olduğu şeri delillerle biliniyorsa, bu rivayetin faydası olur zararı olmaz. Ayrıca sahih olma ihtimali olduğundan rivayet edilmelidir. Kısacası zayıf hadisin, aklın, şeriatın ve dilin kabul etmediği mübalağalara ve korkutmalara şamil olmaması ve kendisinden daha kuvvetli bir şeri delille çelişmemesi gerekir.

    Sünneti İyi Anlayabilmek için İşaret ve Kurallar:

    1-Sünnetin Kuran Kerim ışığında anlaşılması :

    Sünnetin tahrif, istismar ve yanlış tevilden uzak olarak, doğru bir şekilde anlaşılması için yapılması gereken şey, haber verdiğinde doğruluğu, hüküm verdiğinde ise adaleti kati olan Kur’an ışığında anlaşılmasıdır. Ne beyanın beyan edilenle çelişkiye düşmesi ve ne de fer’in asla ters olma durumu yoktur. Bunun içindir ki, Kuran’ın muhkem ayetlerine ve açık belgelerine muarız olan sahih ve sabit hiçbir sünnet yoktur. Şayet bazı insanlar bunun var olduğunu sanıyorsa bu durumda ya sünnetin sahih olmadığı, ya bizim anlayışımızın doğru olmadığı ve çelişkinin hakiki değil, vehme dayanmış olması gerekir. İşte sünnetin Kur’an ışığında anlaşılmasının anlamı da budur. Herhangi bir hadisin Kur’an’ın muhkem ayetlerine muarız düştüğünü gören bir müslümanın, ona iyi bir tevil bulamadığında yapması gereken şey, hüküm vermeksizin beklemesidir. Burada, sahih bir esas olmaksızın, ikide bir hadisin Kur’an’a muarız olduğunu iddia etmekten de sakınmamız gerekmektedir. Nitekim Mutezile, ahirette, Rasul ve diğer peygamberlerin, melekler ve salih müminlerin, günahkar tevhid ehli hakkındaki şefaatleriyle ilgili, Yüce Allah’ın fazlı, rahmeti ve şefaatçilerin şefaati ile onlara ikram edeceği hakkındaki yaygın sahih hadisleri reddetme cesaretini gösterdiklerinde ölçüyü kaçırmışlardır. Hataları örtmeyi sevdiğini söyleyen, mükafatları kat kat veren, cezayı karşılınca veren ve ailesinden olsun olmasın bütün müminlerin duasını vefatından sonra kişiye kabrinde faydalı kılan Allah’ın, seçilmiş, hayırlı kullarına ikram edip onların da Tevhid kelimesi üzerine ölenlere şefaat etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Onların bu hadisleri reddederken delilleri ise, bu haberlerin şefaat edenlerin şefaatini nefyeden Kurana muarız düştükleridir. Halbuki Kuran okuyan kimse, onda, sadece akrabalardan müşriklerin ve diğer dinlerden sapıkların inanmış olduğu şirk şefaatinin nefyedilmiş olduğunu görür.

    2- Bir Konuda Gelen Bütün Hadislerin Toplanması :

    Sünnet’in doğru anlaşılması için yapılması gereken şeylerden birisi de, müteşabihi muhkeme çevrilecek, mutlakı mukayyedine hamlonunacak, ve ammı hassıyla tefsir olunacak şekilde bir konudaki bütün sahih hadislerin toplanmasıdır, çünkü ondan kastedilen mana ancak böyle anlaşılır. Şu halde, diğer hadislere ve konuyla ilgili diğer nasslara bakmaksızın bir hadisin zahirine bakarak hüküm vermek, kişiyi çok defa hataya düşürür, doğru yoldan, hadisin maksadından uzaklaştırır.

    3- Çelişkili Görünen Hadisler Arasında Cem ve Tercih :

    Sabit olmuş şeri nasslarda asıl olan birbirleriyle çelişmemeleridir. Hak, hak ile çelişmez. Şayet çelişki var gibi gözüküyorsa, bunun ancak zahirde olup hakikatte ve pratikte olmadığı görülür. Bize düşen ise bu çelişkiyi gidermektir. Herhangi bir zorlama ve saptırma olmaksızın, her ikisiyle birlikte amel edilecek şekilde iki nass arasını birbiriyle uygun hale getirme (cem) mümkün olursa, bu, ikisinden birini tercih etme yolundan daha evladır. Çünkü tercih, iki nasstan birinin ihmali, diğerinin onun üzerine takdim edilmesi demektir. Ve cem mümkün iken tercihin yapılmaması gerekir. Ve eğer sadece hadisi okumakla yetinmeyip, biraz araştırılırsa bu gerçeklerle uğraşıldığını ve hepsinin cevabının alimlerce verildiğini görürüz.
    Hadiste nesh:

    Hadisler arasındaki çelişki konusuyla ilgili meselelerden birisi de nesh, hadiste nasih-mensuh meselesidir. Hadiste de, birbirleriyle çelişik iki hadis arasında cem mümkün olmadığında ve o ikisinden sonra varid olanı bilindiğinde bazı hadisçiler nesih görüşüne sığınırlar.hakkında nesh iddia edilen hadislerin çoğunun iyice araştırıldığında mensuh olmadığı ortaya çıkar. Bazen hadislerden kimisiyle azimet murad edilirken, bazısıyla da ruhsat murad edilir. Dolayısıyla her iki hüküm de kendi yerinde kalır. Bazı hadisler bir hal ile, bazı hadisler de başka bir hal üzere mukayyet olabilir. Bu durumların başka başka oluşu hadislerin birbirini neshetmediği anlamına gelir. İki hadisin arası bulunamazsa ve birisi diğerini neshetmişse mensuh olanı alırız. Eğer elimizde neshe dair bir bilgi yoksa, rasgele seçemeyiz. Muhakkak seçtiğimizin diğeri üzerinde ya Kuran’a yakınlık, ya daha kuvvetli delillere yakınlık, ya da ilim ehlinin tercihine yakınlık gibi bir durumu söz konusu olmalıdır.

    4- Hadislerin Varid Olduğu Sebepler, Şartlar Ve Maksatlar Işığında Anlaşılması:

    Nebevi Sünnetin en güzel ve doğru bir şekilde anlaşılması için yapılması gerekenlerden birisi de hadislerin, üzerine bina edildikleri özel sebeplere ve hadiste ister açıkça zikredilsin, isterse ondan çıkartılan bir mana ve hadiste zikredilen olayın akışından anlaşılan belirli bir illete bağlı olup olmadığına bakılmasıdır. Böylelikle benzer illetlere hadisin teşmil edilmesi, illetin ortadan kalkmasıyla işlerliğin ortadan kalkması ve kalkmadığı durumda yaşanılacak sorunun bertaraf edilmesi söz konusu olacaktır. Bunlara ilave edilebilecek bir husus da, peygamberlik zamanında var iken daha sonra asrımızda değişmiş olan, o döneme ait örf üzerine bina edilip edilmediğine bakılmasıdır. Böylesi bir durumda hadisin lafzına harfiyen bağlanmayıp, nasstan kast olunan şeye bakmamızda sakınca yoktur. Hatta bazen öyle olur ki, Sünnet’e harfiyen sarılmak, dış görünüş itibariyle, ona tabi olunmuş gibi görünse de, bazen sünnetin ruhunu ve ondan kast olunanı yerine getirmek olmayacağı gibi tam onun zıddı bile olabilir.

    5- Hadisteki Değişken Vasıta İle Sabit Hedefin Birbirinden Ayırt Edilmesi :

    Sünneti anlamada hataya düşme sebeplerinden birisi de, bazı insanların sünnetin gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlarla, istenilen bu amaçlara ulaşmada bazen ona yardım eden anlık ve çevresel etkenleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yüzden onların, sanki bu vesileler bizzat kast olunan şeylermişçesine var güçleriyle düşüncelerini bu vesileler üzerine odaklaştırdıklarını görürsün. Halbuki, sünneti ve onun sırlarını anlamada derinleşen kişinin gayet net olarak bildiği gibi, önemli olan hedeftir, sabit olan da budur. Vesileler ise çevre, asır veya örf gibi tesir eden unsurların değişmesiyle değişir. Tıbba dair, temizlenmeye, giyinmeye dair söylenenler bu meyanda değerlendirilebilir.

    6- Hadisi Anlamada Hakikat İle Mecazın Ayırt Edilmesi :

    Arapça, içerisinde bol miktarda mecaz bulunan bir dildir. Hadislerde maksadın daha iyi anlaşılması için mecazın kullanılması sıkça rastlanan bir durumdur. Hadisin gerektiğinde mecaza hamlinde dini ve şerî bir sıkıntı yoktur. Tabi ki bu, tevilin umum tarafından kabul edilebilecek şekilde olması, körü körüne ve zorlayarak olmaması, orada tevili ve hakikaten mecaza çıkmayı gerektirecek bir durumun olması halinde geçerlidir. Yine bir anlamda, açıkça akla veya şeriatın sahih bir emrine ve ya ilmin kati verilerine yahut vakıanın tekit ettiği şeylere bir engelin bulunması hakiki manayı istemeye engel olur.

    Hadislerin anlaşılmasında mecaz kapısının kapanması, nassın asli ve harfi manasında durulması, çağdaş kültür ile yetişenlerden çoğuna sünneti anlamaktan yüz çevirtmektedir, hadisin sıhhati hakkında kolayca şüpheye düşürmektedir. Haddi aşmadan, aşırıya kaçmadan saçma, ya da garip gelen bir çok hadis mecaz olabileceği düşünüldüğünde anlamlı bir şekle bürünebilir.

    7- Hadis Lafızlarının Delalet Ettiği Şeylerin İyi Tespit Edilmesi :

    Sünnetin doğru anlaşılabilmesi için cidden önemli olan şeylerden birisi de sünnetin getirmiş olduğu lafızların neye delalet ettiğini iyice tespit etmektir. Çünkü lafızların delalet ettiği şey asırdan asıra, çevreden çevreye değişebilir.
    selami ersoy Diyor:
    17 Jun 2007 8:25 pm esn. Yetkili ben bir ülkücü olarak soruyorum her şeyi geçtim ülkü yoluna şarkı yazan bir kişinin sitesindeki başbuğa takdir bildiren şarkıları bulunan ali aksoydur kendisi başbuğun ehli sünnet vel cemaat yolundayız lafına ne diyecek çok merak ediyorum madem binlerce alim ulema din adamı yanılmış da siz yanılmamışsınız o zaman uğruna şarkı yazdığınız insanın lafına ne diyeceksiniz çok merak ediyorum ?
    Ali Aksoy Diyor:
    18 Jun 2007 11:39 am eBaşbuğ kimseye din dersi vermedi. Onun dini, yaşayışında bellidir. Aslanlar gibi yaşadı, aslanlar gibi öldü. Allah rahmet eylesin. Konunun bununla bi ilgisi alakası yok. Öte yandan, Başbuğ bu konuda benzer bi görüş söylese itibar edecekmiydin ? Başbuğ bir din adamı değil.
    fatih zorlu Diyor:
    19 Jun 2007 11:42 pm emademki taklitçi değilsiniz şu elinizde bulunan kuranın yazısını okuma şeklini nerden aldınız.
    selami ersoy Diyor:
    24 Jun 2007 2:30 pm eBaşbuğ din adamı değildi diyorsunuz din adamlarından verilen örnekleri kabul ediyormusunuzki ?
    İmamı azam gibi bir mücdetidi kabul etmiyorsunuz dolayısı ile hanefi mezhebi mensubu Fatih sultan mehme – Akşemseddin – 2.Abdulhamit vs… gibi halifeleri ve evliyaların bunaları savunarak bi nevi yanlış yolda oldunu söylüyorsunuz öte yandan ” Başbuğ bu konuda benzer bi görüş söylese itibar edecekmiydin ? ” diye sormuşsunuz eğer söyledikleri ehli sünnet vel cemaat itikadına ters düşmüyor ise ki düşmemiştir evet itibar edecektim …
    Ali Aksoy Diyor:
    24 Jun 2007 6:08 pm eSelami kardeşim,

    Din adamı olarak adlandırılan kişilerin görüşüne uyma zorunluluğum yok. Özellikle yukarıdaki tabloyu oluşturan kişilere…

    Sana tuzak bi soru sordum. Cup atladın. Demek, Başbuğ ehli sünnet vel cemaat itikadına aykırı bir şey söylese itibar etmiyecektin.

    Başbuğun din hakkındaki görüşlerine ( ki bu görüşleri sana danışarak oluşturacak değil) itibar etmeyeceksen, yani belli şartlar altında kabul edeceksen ki buna da kısaca itibar etmeme denebilir, ne diye bana misal olarak getiriyorsun ?

    Güzel kardeşim, bu yazının konusu mezhepler ve dinin nasıl parça parça edildiğidir. Sen yukarıdaki tabloyu bir incele… Hepsi din kuralı… Artık hepsini birden mi uygularsın, arasında kendine göre bir içtihat mı getirirsin, yoksa son günlerde moda olduğu veçhile en kolayı hangisi ise onunla mı amel edersin (Esasında bu yaklaşım da yepyeni bir mezhep oluyor) bak işte…

    Bizim dediğimiz ise şudur: Yukarıda gördüğünüz şeylerin hiç biri dinimizde yoktur. Allah Kuran’da erkeğin kırmızı veya sarı elbise giymesiyle, yarasa etinin haram mı helal mi olduğu ile, namazda ayakların arasının ne kadar açık olacağı ile vs. vs. ilgilenmemiş tüm bu hususlarda tüm insanlığı muhayyer bırakmıştır. Böyle olduğu için de, Kuran getirdiği dini, “kolaylaştıran” bir din olarak tanımlamıştır.

    Allah’ın kolaylaştırdığı dini, adına “alim” , “imam” denen kişiler ellerinden geldiğince zorlaştırmış ve yaşanamaz bir din haline getirmişlerdir. Beşer müdahalesi ile beşer dini haline gelmiş olan mezhep dinini beğenen kişilere bu din mübarek olsun.

    Bizim işimiz olmaz.

    Selametle…
    selami ersoy Diyor:
    25 Jun 2007 7:31 am eDin iki cihan sultanı Rasulu ekreme inmiştir dinin ana esasları kuranda yazılı diğer kıstaslarını ise rasuluekremin yaşantısından öğreniriz çünkü islam dini rasuluekreme inmiş oda bize dinin nasıl yaşanacağını göstermiştir.rasullah buyuruyorki insanların en hayırlısı peygaberlerden sonra sahabeyi kiramdır ve mezhepler sadece bu gün sizin iddaa ettiğiniz gibi sonrada çıkmamıştır mezhepler peygamber zamanındada var idi ve bütün sahabiler mezhep sahibi idi mezhep ictihad etmektir ki sahabeyi kiramın da yani insanların peygamberlerden sonra en hayırlılarında bazı konularda ictihatları var idi siz mezhebi ( ictihadı ) yok saymakla sahabenin ictihadı ve rasulun Alimlerime uyun hadisini yok sayıyorsunuz. Günümüz şartlarında da buna benzer örnekler mevcuddur anayasa hükümleri belli olsada bir konuda 2 hakim anayasaya ters düşmeyecek şekilde ayrı karar verebilir. ayrıca ” Allah Kuran’da erkeğin kırmızı veya sarı elbise giymesiyle, yarasa etinin haram mı helal mi olduğu ile, namazda ayakların arasının ne kadar açık olacağı ile vs. vs. ilgilenmemiş tüm bu hususlarda tüm insanlığı muhayyer bırakmıştır. ” demişsiniz bu gün toplum arasında bile yaşam ahlakı dediğimiz şeyler mevcut iken yerin göğün yaratıcısı Allahın buyuduğu ibadetlerde de bir ahlak ve düzen olmamalımı bahsettiğiniz olay bana göre şöyle bana göre böyle mantalitesine giriyor yani allah namaz kıl demiş nasıl kılıncanı bana bırakmış bana göre böyle, ” Namazı dost doğru kılın ” ayeti mwvcut ben buna direk dediğimiz mantalitede baksam şınav çeker gibi dost doğru kılmam lazım nerde ruku nerde secde, ve din insanın kendine göre yorumlaması değildir zaten öyle olsa sapkın dinlerden farkımız ne olurdu ? onlarda bana göre mantığını kullandıkları için sapkın din olmadılarmı bu yüzden islamiyet gelmedimi islamın bana göresi sana göresi olsa idi milyonlarca insan var hangisine göre yaşacaktık herkez kendi kafasına göre yaşayacak ve hani mezhebe karşısınız yaa işte o zaman bahsettiğiniz sapkınlık ortaya çıkardı. rasul sahabesine benim sünnetimde ve kuranda bulamazsanız ictihad edin buyuruyor ve sahabe ictihatlarına kabul gözüyle bakın diyor bu gün islam üzerinde oynanan milyonlarca oyun var zaten rasul ümmetim 73 fırkaya ayrılacak biri sadece cennete gidecek ehli-sünnet olanlar diye boşuna demiyor peygamber gerçeğini ortadan kaldırarak islamı dağıtmaya ve direk kuran hükümdür deyip aşılamaya çalışıyorlar bir eve direk elektrik santralinden enerji çekerseniz yerlebir edersiniz herkezin kaldırabileceği, idrak edebileceği bir ilim ve feyz vardır siz direk kuran diyerek ilk okul çocuğuna üniverisite kitabı sunmak gibi alt yapısı olsun olmasın direk göz ardı ederek bak yazmıyosa sana kalmış kendine göre yorumla diyorsunuz. Ve bu İslam ı benimsedini söyleyen bir insan için pekte hayırlı değildir.
    Şaban Diyor:
    25 Jun 2007 2:49 pm eSelamın Aleyküm Bu konuda yazılanları takip ediyorum Selami kardeşimizin dediklerine aynen katılıyorum islam dinini diğer dinlerden ayıran en temel özellikler neler bi sayabilirmisiniz sn: aliaksoy. Biz eğer Allah dostlarına sizin deyişinizle yok saysaydık kitabımız olan Kuran’kerim i bu günlere bozulmadan hangi mümin taşıyacaktı. Hangimiz gerçek bilgilere ulaşabilecektik Eğer evliyalar olmasaydı doğru bilgiyi nereden alacaktık. Selaminin dediği gibi herşey bi ahlak kuralı içersinde camide ayağınızı 1 metre açarak namaz kılmanız ne kadar doğru olur ?(şınav çekerek). Eğer herkes bak yazmıyor anlamadım kendi bildiğini yap deseydi sizin dediğiniz gibi herkes kendi bildiğini okusaydı yapsaydı kimin doğru yaptığı nereden anlaşılacaktı Hristiyanlıkdan veya diğer dinlerden farkımız ne olacaktı ? İslam dinini zorlaştıran evliyalar,allah dostları değil dini kapalı laflar üstünde kötüleyenlerdir bir çocuk buradaki yazıları okuyup yanlıs bilgi sahibi olabilir ve ömrü hayatı boyunca yanlıs yapabilir bunun vebalini birileri ödeyecek nasıl ödeyecekler bir düşünsünler…
    Ali Aksoy Diyor:
    25 Jun 2007 3:34 pm eSelam Selami ve Şaban,

    Selami kardeşim, sen kastettiğimiz mezheplerin hangi mezhepler olduğunu ve bunların Peygamberimiz zamanında bulunmadığını çok iyi bilirsin. Namaz’ın çok öncelerden beri kılınmakta olduğunu da unutma. Bu konuyu biraz araştır.

    Şaban kardeşim,

    Dilersen yazdığın mesajı silebilirim. Neden ? Yazını tekrar tekrar oku. Sana, bir mümine yakışmayacak bir yazı…

    “Bu Kuran’ı biz indirdik biz. O’nu korumak ta bize ait”

    Evliyalara, sana bana değil…

    Hidayet te ancak Allah’tandır. Öyle olduğu için her namazda Fatiha okursun ve yanlız Allah’tan umarsın.

    “Şu sağırlara, şu körlere sen mi hidayet edeceksin ?”

    Allah bu sözü kime söylüyor biliyor musun ? Peygambere…

    Evliya, ahmet, mehmet kim abicim ?

    İslam içinde ahlak abidesi olmuş güzel insanlara saygı duymak, onları Allah rızası için sevmek başka, onları hidayet vericiler olarak görmek başka…

    Dikkatlice yaz…

    Allah’a emanet ol.
    Şaban Diyor:
    25 Jun 2007 3:55 pm eSn : Ali aksoy Dediklerimi ya anlamadınız ya bi kızgınlıkla yazdınız yada anlamak istemediniz bence ben değil siz okuyun tekrardan Kuran’ı korumak tabiki müminlere müslümanlara bizlere ait fakat anlamadığınız nokta sahabeler olmasaydı şimdiki zamanımıza kadar nasıl değiştirlmeden gelecekti. Onların söyledikleri kuranda yazanlardan farklı birşey değil zaten . Müslüman olan herkesi allah rızası için severim neden ben onu seviyorum çünki müslüman Müslümanı severim çünki Yüce Yaradana inanıyor (”Yaratılanı severim yaratandan ötürü”) Siz beni anlamadınız yada yanlış anladınız . Bu arada okudum yazdığımı terkrardan bence siz birkez daha okuyun ben evliyalardan başka koruyucu yok veya kuran sadece evliyalar a indi demedim
    Ali Aksoy Diyor:
    25 Jun 2007 8:16 pm eŞaban kardeşim,

    Sen ciddi misin ?

    Bir kişiye Allah’ın apaçık ayetleriyle öğüt veriliyor.

    Seni ikaz ettim. Ne ile ? Apaçık ve tefsire lüzum göstermeyen iki ayetle.

    Kuran’ın korunması kimseye kalmamıştır. Allah bunu bizzat taahhüt etmiştir.

    En azından deki, kimisi buna vesile olmuş olabilir. Nihayet Kuran Allah’ın koruması altındadır.

    Onun korunması için adı ve sıfatı her ne olursa olsun hiç kimsenin yardımına ihtiyaç yoktur.

    Selam ile…
    Yunus Emre Gündoğdu Diyor:
    25 Jun 2007 8:23 pm eAli abicim Allah kolaylık versşn, işin zor…

    “Şaban demişki: Kuran’ı korumak tabiki müminlere müslümanlara bizlere ait………”

    Şaban bey, Ali bey’in sunduğu ayeti kerimedir. Kur’an-ı Kerim’i korumak Allah’a aittir. Zikrin koruyucusu Allah’tır. Mümine ya da cavura değil…

    Okumak yetmez, anlamalıyız da..

    Saygılar..
    Hilal Diyor:
    25 Jun 2007 11:39 pm eselamin aleyküm Ali bey ben Almanyadan bir gönüldas, inan benim kafam iyice bi karsiti yazilari okuduktan sonra bizde haram olan baska bir mezhepte nasil helal olur anlamadim, ya haramdir ya helal, sunu bilyiorumki kuranda ne yaziliysa ben ona inanairim, saygilar
    Şaban Diyor:
    26 Jun 2007 6:54 am eKonuyu anlatılmak istenenden çıkardınız nasıl yaptınız bilmiyorum ama çarptırdınız ilk başta evliyalar ı tanımıyoruz dediniz sonra kuran sadece evliyalara inmedi dediniz (ben öyle birşey demedim) anlaşamıyoruz bu konuda ne diyeyim Allah herkese(sana bana ona ) akıl fikir ihsan eylesin imanlı ölmeyi nasip eylesin inşallah bunuda çarptırmazsınız
    Ali Aksoy Diyor:
    26 Jun 2007 8:17 am eSelam Hilal,

    Allah ilmini arttırsın.

    Bak kafan hiç karışmamış. Dosdoğru bir rehber edinmiş.

    Allah yolundan ayırmsın. Dosdoğru yol hangisi ise bizi onda muvaffak kılsın.

    Selam ve dua ile…
    Hilal Diyor:
    26 Jun 2007 9:45 pm eSelam Ali bey , önce sunu söylemek istiyorum benim türkcem pek iyi degil eyer hata kusur olur ise af ola, sizinle gercekten gurur duyuyorum siz bana göre tam bir TÜRK yigidisiniz etrafa ilim irfan kültür saciyorsunuz, ben sizi kuzenim sayesinde varliginizdan haberdar oldum, kuzenim anlatiklarina göre siz uni hayatinizdan kitablariniz alip uni ders görüp sonra kosusturmaca halinde kendi konserlerinize yetisirmisiniz, (kuzenim daha güzel anlatmisti) nedemek istedimi insallah anlamissinizdir ve ben inanin cok etkilenmistim, insanda bukadarmi azim olur, sizi övmüyorum bunlar samimi duygularim, keske her ülkücü sizin gibi olsa, Anne ve babanizi kutlamak gerekir Allah razi olsun onlardan , Saygilarimla
    Yunus Emre Gündoğdu Diyor:
    29 Jun 2007 10:50 am eEnam
    (150) Şunu da söyle: “Allah şunu haram etmiştir diye tanıklık edip duran şahitlerinizi getirin.” Eğer tanıklık ederlerse sakın onlarla birlikte tanıklık etme! Ayetlerimizi yalanlayanlarla âhirete inanmayanların keyifleri ardınca gitme! Onlar, kendi Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.

  12. masALLAH, ne enteresan bir tartisma. Acaba son sözü kim söyleyecek, cok merak ediyorum.

    Burada gördügüm kadariyla herhangi bir imamin sözünun bulunmamasi beni süphelendirdi. Acaba onlar bu duruma ne diyorlardi, merak ediyorum.

    Saygilarimla,

    Firar-i

  13. Fikrimi degistirdim, bence ali aksoy kardesim biraz sapik düsüncelere dalmis, hele bu hanifdostlar felan, bunlar tamamen yalnisdir, bunlardan ALLAH rizasi icin uzak durun. Namazin iki vakit oldugunu söyleyen, ama onu bile kilmayan bir bozguncu zihniyetin temsilcileridir bunlar.

    bunlara dikkat edelim.

    ali aksoy arkadaslada her konuyu tartismaya hazirim, hic kimse Kuran dan ve sünnetten üstün degildir, hele bozguncular ve sapiklar asla…

    yardımallahtandır kardesime ilmini paylastigi icin cokca tesekkür ediyorum, ALLAH daha faideli ilimler nasib eylesin.

    Mezhepleri peygamberin yerine gecmis gibi gören bazi cahillerde neyin ne oldugunu hala anlamamislar. Hic kimse o imamlari efendimizin yerine koymuyor, bu yapilmazda zaten. Ama o cahiller illada bunun böyle oldugunu söylüyorlar, alakasi yok.

    Mezheplere kapidir, kimilerinin tosladigi duvarlar gibi sert degil, kendiliginden acilan kapilardir…

    ne mutlu o kapilardan gecenlere…

  14. Selam Firari;

    Son sözü kim söyleyecek ?

    Aslında güzel bir soru sormuşsun. Bunu önce kendine bir sor.

    Her meselede son sözü Allah söyleyecek !

    Peki neye göre söyleyecek ?

    “Dogrusu o Kur’an, senin için de, kavmin için de bir ögüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz.” Zuhruf,44

    Ne uydurup iftira ettiğiniz hadislerinize, ne sonradan icat ettiğiniz mezhep dininize, ne de başkaca kendi heva ve heveslerinize göre…

    Selam ile kardeşim, selam ile…

  15. Selam..

    Enam Suresi
    (159) Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra , yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.

    Hud Suresi
    (111) Şüphesiz Rabbin onların her birine, yaptıklarının karşılığını tastamam verecektir. Şüphesiz Rabbin onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.

    Hac Suresi
    (17) Şüphesiz, iman edenler, Yahudiler, Sabiîler, Hıristiyanlar, Mecûsiler ve Allah’a ortak koşanlar var ya, Allah kıyamet günü onların aralarında mutlaka hüküm verecektir. Çünkü Allah her şeye şahittir.

    Hac Suresi
    (69) Hakkında ayrılığa düşüp durduğunuz şeyler konusunda kıyamet günü Allah aranızda hüküm verecektir.

    Neml Suresi
    (78) Şüphesiz senin Rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O, mutlak güç sahibidir, hakkıyla bilendir.

    Secde Suresi
    (25) Şüphesiz Rabbin kıyamet günü, üzerinde ayrılığa düşmekte oldukları şeyler konusunda onlar arasında hüküm verecektir.

    Casiye Suresi
    (17) Onlara din işi konusunda açık deliller verdik. Ama onlar ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayı ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kıyamet günü, aralarında hüküm verecektir.

  16. ya burasi misyoner sayfasi mi anlamadim?

    kuran da nasil namaz kilindigi bile anlatilmaz???
    sünneti seniye ne hadis ne peygamberimiz nasil yapmis?
    celiskili sünnet nedir?
    alo yeni din mi cikartiyorsunuz??

  17. selamün aleyküm baskanım…Allah şahittir ki her ne tür bir iş olursa olsun ona başlarken niyet önemlidir.Çünkü niyet gönülden gelen bir şeydir.Sizin yazılarınızı okuyanların öncelikle bunu hangi niyetle okuduklarını kendi kendilerine sormaları lazım sonra da sizin hanif dostlarının niyetleri bilmeleri lazım..Gerçi siz her yazınızda niyetinizi belli ediyorsunuz ama mümin kardeşlerim bunu pek anlayamıyor.Gerçekten günümüzde öyle sözler varki çelişki yaratıyor.bizim gerçek rehberimiz varken Neden çıkıyor bu farklılıklar anlayamıyorum.Gerçi Allah katında Herkes Herşey eşit ama yinede farklılık çıkmasının nedeni bana göre acaba bu farklılığın nasıl ortaya çıktığını Anlamak için Rehberimiz KURAN ı KERİM e bakacaklarmı yani doğruyu bulacaklar mı diye Allah tarafından bize kitabımızı öğrenmemiz için sunulan Bir NİMETTİR.saygılarımla ALLAH A emanet olun….

  18. ali aksoy kuran müslümanlığı adı altında mezhepsizliğini öne sürerek her hükmün kur’an ı kerim’den alınabileceğini iddia ediyor.Bu iddiayı öne sürmesi kendisi açısından gayet normaldir.Çünkü mezhepleri yok sayarak kur’an-ı kerim e istediği gibii yorum yapma ruhsatını vermiş olacaktır.Yani herkes bu mübarrek kitaptan istediği gibi yorum yapabilir.Ne olur o zaman islam dini güya modernleşecekmiş.O zaman tabi horozdan ve balıktan kurban olur mu bir bardak suyla abdest alına bilir mi gibi daha birçok Soruları bile yorumlayabilecekler. Bu gibi mülhidler peygamber efendimizin(sallallahü aleyhi vesselem) sünnetlerini bile hafife alıyor sünnetleri rivayet eden sahabelerin büyüklerinden bazılarına bile dil uzatıyorlar.Halbuki Peygamber Efendimiz(s.a.s) sahabeye dil uzatanların kendisine yapılmış bir hareket olduğunu belirtiği halde bunlar kendilerine sözde hanif dostlar deyip müslamanlığı yıkmaya çalışıyorlar.(“Mezhepsizlik dinsizliğe açılan köprüdür” sözünün ifadesiyle) kendileri hanif dostlarsa dört hak mezhebe tabi olan bütün müslamanlara kimbilir ne diyorlar.Mezheplerin Peygamberimiz(s.a.s) ve sahabe zamanında olmadığını sonradan ortaya çıktığını söyleyerek mezheplerin bidat olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişler.Bu sözleriyle saf müslümanların zihnini bulandırmaktadırlar.Hatta bu ali aksoy gibileri İslam Dinini ALLAH’ın(c.c) izniyle bu güne kadar ulaştıran bütün islam alimlerini cahilikle suçlamaktadır.Halbuki Efendimizin(s.a.s) bu büyük alimlerin büyüklüğü hakkında bir çok hadisi şerifleri vardır.Tabi ali bu hadisleri kabul ederse.Bu alimlerin hemen hepsinin mezhebi vardı.Zamanlarında mezhep olmayan sahabe efendilerimiz birer müçtehid olup ilimde birer derya idiler.Sahabilerden sonra gelen tabiilerin her biri islamı öğrenmek için bu büyük zatları rehber ediniyorlardı.Bu zatların büyüklüğü hadis şeriflerle,sahabilerle birlikte büyüklükleri ise ayeti kerimelerle sabittir.Hatta tabiilerin büyük bir kısmı müçtehid olup fıkıhta ilerlemişlerdir.işte bunların da bir kısmı mezhep sahibi idiler.Zamanında bulunan insanların hepsi bu mezheplere tabiydiler.Şimdi aliye soruyorum sen fıkhı kabul ediyor musun.Eğer etmiyorsan yukarıdaki saçma soruları delilleriyle birlikte cevaplandırman lazım gelir.peygamber efendimizin(s.a.s) sünneti seniyyesi Kur’anı Kerimin açıklaması olup hak mezhepler kitap,sünnet,kıyas,icma eksenli oluşmuştur. MEZHEPLERİN HAK OLDUĞUNUN DELİLLERİ 1-) Peygamber Efendimiz(s.a.s) Muaz bin Cebel(radiyallahü anhüm)i bir yere elçi ya da vali olarak gönderirken” Giderken ne ile amel edersin”sorusuna karşılık “Allah’ın(c.c) kitabıyla” cevabını verir.”orda bulamazsan”sorusuna karşılıksa “Allah Resülünün SÜNNETİYLE””Orda da bulamazsan ne ile amel edersin” sorusuna ise ictihadıyla amel edeceğini bildirmiş ve Onun(radiyallahü anhüm) bu sözünü Efendimiz(s.a.s) memnuniyetle karşılık vermiş ve bunun ardından Allah’ü tealaya hamdü senada bulunmuştur. Mezhepler bu akide üzerinde ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.Eğer mezhepler olmasaydı ve kitaplara geçirilmeseydi bu durum daha o zamanlarda ali aksoy gibi mülhidler için fırsat olacaktı.Kur’anı Kerimi istedikleri gibi sapık görüşleriyle yorumlayacaklardı. SÖZLERİMİ burada noktalarken inşallah yazım silinmez.

  19. Ali aksoy mezheplerin peygamber efendimiz zamanında bulunmadığını dolayısıyla sadece Kur’an eksenli bir islam dininin yaşanabileceğini söylüyor.Farzedelim ki bu söz doğrudur acaba Kur2an-ı Kerimde Allah’ü teala namazın kılınış şeklini ve kaç rekat olduğunun yorumunu ali aksoy, sahte resul iskenderlere mi bıraktı.Bunlar gibi mezhepsiz mülhidlere mi.Haşa ve kella.Bu düşünceyi hiçbir vicdan sahibi söyleyemez.Herhalde Abdestin alınış şeklini bize sahte mehdi iskender gibi kendisini yönlendirelerden alacak.Eğer iddia ettiği gibi mezhepler peygamber Efendimiz(s.a.s) zamanında yoktu bu nedenle amel edilmez sözü doğru olsaydı Efendimiz zamanında Mushaf-ı Şerifte yoktu ona bunların sözüyle ne demeli.Binlerce kere Kur’anı Kerimi ve sahabe efendilerimizin ictihadlarını bu gibi sözlerden tenzih ederiz.Biz biliyoruz ki bütün sahabeler Peygamber Efendimizin(s.a.s)dava arkadaşlarıydılar O mübareklerin bulunduğu yol en güzel yoldu.Aralarında ara sıra ayrılıklar yaşansa da biz bunun peygamber Efendimizin(s.a.s) hadisleriyle rahmet olduğunu biliyor.Aralarında çıkan böyle ihtilaflara binlerce kere saygı duyarız.Ama gelin görün ki ali Bey Mezhepleri kötülemek için Efendimizin(s.a.s) hadisi şerifini inkar etmekte ayrılığın iyi olmadığını söylemekte.Böyle sözleriyle sahabe Efendilerimizi de mi tenkit edecek.Şunu belirtmek gerekir ki BAHSETTİĞİMİZ sahabe ve hak mezheplerin ayrılığı ittikat yönden olmayıp(ki bu çok tehlikelidir).Sadece ibadetlerin yapılış şekli ve bunların hükümleri arasındakidir.Peygamber Efendimiz(s.a.s) diğer hadislerinde de ümmetinin kötülük üzerinde birleşmediğini belirtmesidir.Halbu ki hak mezhepler icma yolluyla da oluşmuşlardır.Bu mezheplerin şartlerı arasındadır. Son söz olarak mezhepsizlik iddialarını hiçbir müslüman istememektedir.Bu iddia hadis-i şeriflerin manasına terstir.Hem mezhep olmayacak hem de kur’anı istedikleri gibi yorumlasınlar.Kur’anı Kerim2in yanlış yorumlanması yüzündendir ki birçok bozuk fırka ortaya çıkmıştır.Bu gün varolan Vahhabilik,Nusayrilik.Mevdudilik,Cebriye gibi.AYRICA ŞUNU İTİRAF EDEYİM Kİ ali aksoyun düşünceleri vahhabiliğe tam uyuyor.AMACI DİNE HİZMET ETME DEĞİL, HEZİMET ETMEKTİR.Vesselam.

  20. Ali aksoy mezhep ve hadis-i şerifleri kabul etmemekle nasıl namaz kılıyorsun(ki kıldığına inanmıyorum)anlayamadım.Bana Kur’an-ı Kerim-e göre namaz kılmayı ayrıca rük’u,secde.kıyam… gibi rükunlarını ve buralarda okunan tesbihatları açıklar mısın.Sakın kaçma anlatmamazlık da etme ki iç yüzün ortaya çıksın.Sen imandan sonra en önemli ibadet olan namazı es geçemezsin.Ayrıca (26.07.2007) tarihinde siteni kapatacağını duyurmuşsun hala insanları sitelerinde kendine bağlamayı çalışıyorsan bu duyurun palavra değil mi. Eğer bu yazdıklarımdan birşeyler anladıysan ne demek istediğimi de anlarsın.Ali aksoy Kur’anı yanlış yorumluyorsun.TEVBE SÜRESİ nin 31 ayetinin mealini tam saptırmışsın ayetin gerçek mealli şöyle “(Yahudiler) ALLAH I bırakıp hahamlarını,(hristiyanlar ise) rahiplerini ve meryem oğlu mesihi rab edindiler.Oysa bunlar da ancak,bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır.Ondan başka ilah yoktur.O,onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” Soruyorum ali aksoy bu ayet/ayetlerin islam alimleriyle ne alakası var.Sen bu ayeti çarptırmaktan utanmadın mı cahil miyiz biz.Senin verdiğin bu v.b çarptırmaları anlamak için eve gitme ihtiyacını duymuyorum.Seni saptırmış biri buluyorum.Seni Kur’an-ı Kerim-i parçalamakla suçluyorum.Hesabına gelen ayetleri al bazılarının tamamıyle mealini değiştir diğerlerini alma.Olur mu böyle şey.İsraoğulları hakkında gelen ayetleri islam alemine yükleme.Dinimizde bulunan(FARZ,VACİP,SÜNNET.MÜBAH,MÜSTEHAP,HELAL,HARAM)hükümlerini iptal edip sana uyarsak Allah etmesin sapıtırız senin gibi.Ben senin görüşlerine ketılmıyorum.EĞER SANİN GİBİ MÜLHİDLERE KATILSAM NAMAZIN KILINIŞ ŞEKLİ KUR’AN DA geçmemiş diye kimbilir onu da bıraktırırlar.Ali aksoy sen islam dinini bozulmuş biliyorsun.Bütün islam alemini mezheplere uymakla suçluyorsun.Mezhepleri haşa bid’atla suçluyorsun.Senin gibi şeytani inslere uyarsak Allah muhafaza imandan oluruz.Eğer dediğin gibi sadece Kur’an-ı Kerimi referans alıp sünnetleri inkar edersek Dinimizin üçte ikisi gider Allah dostlarını kabul etmeyen mel’un.Ben dinimi hamdolsun iyi biliyorum bu sitelerinize ihtiyacım yok.Ben Hanefi mezhebindenim.iMAM-I AZAM amelde mezhep imamımızdır.Fıkıhta Onun ve fakih ulemasının ictihadına göre hareket ederim.Senin gibi deyyuslara islam aleminin ihtiyacı yoktur.imam Gazzali gibi büyük bir müçtehid ŞAF’İ MEZHEBİ’ndendi üstelik islam aleminin en parlak zamanında yetişti.Büyük müceddid İmam Rabbani Hanefi Mezhebinden idi.Milyonlarca insan Hindistan da ve BAŞKA YERLERDE onun vesilesiyle küfürden,bid’adtan en kötü bir zamanda iken kurtuldu ve kurtulmaktadır üstelik senin şeytanın maskarası olan emsallinden daha çok Kur’an-ı Kerim e vakıftı ve her sözleri Kur’an-ı Kerim ve sünnete göreydi.(Tarih içinde mezhepsiz islam alimlerini göremezsiniz).İslam dinini senin fikirlerin gibi sapık fikirlerden Onlar temizledi.İslam Dini’ni tahrif aden varsa bu da senin gibi dümbeleklerdir. Son olarak şunu belirteyim ki ali aksoy islam alimlerine olan güveni zedelemekte ve sadece Kur’an eksenli yepyeni bir din oluşturmak istemektedir.Bununla hadis-i şerifleri iptal ediyor yani Peygamber Efendimiz(s.a.s)in mübarek sözlerini iptal etmekte çalışmaktadır. (tabiri alinin ağzı üzerinde olsun olsun). Ali aksoy mertsen yazımı aynen yayınlarsın.Yoksa dönekliğin ortaya çıkar.

  21. Selam Mahmut,

    Korkudan yahut başkaca bir endişeden değil, taklitçiliğin, dogmacılığın sonuçlarının neler olduğunu, insanı ne hale getirdiğini bu siteyi okuyanlar görsün de ibret alsın diye yayınladım yazını.

    Demek insanları Kuran’a tabi olmaya çağıranlara hakaret etmeyi sana dinin mi emrediyor ? O halde bu acayip bir din !

    Ama üzülme. Atalar dinine tabi olup, muhteşem, büyük din buyurucu atalar özleminde yalnız değilsin. Kuran; nice nesillerden bahsediyor, aynı senin durumunda olan.

    Kuran bir betimleme yahut tarih kitabı mıdır ki, sana Yahudi yahut Hıristiyanların tarifini yapsın, hallerini anlatsın ? Kuran sana bunu neden anlatıyor ? Sırf tarih bilgin pekişsin diye mi ? Yoksa, onlar gibi olma, onların hatalarına düşme diye mi ?

    Kuran bir masal kitabı değildir sevgili kardeşim. Kuran, takva sahipleri için bir hidayet rehberidir. Onları karanlıklardan aydınlıklara çıkarmak ve mazeret uyduracakların hiç bir mazereti kalmasın diye indirilmiştir.

    Kuran, senin için de ataların için de kati bir şereftir ve sen de ataların da bu Kuran’dan sorguya çekileceksiniz.

    Üstelik hiç kimse, diğer hiç kimsenin günah yükünü çekmemek üzere…

    Senin dinin sana, benim dinim bana…

    Muhabbetlerimle…

  22. Ali aksoy ben sana selam veremeyeceğim.Çünkü sen Peygamber Efendimizin(s.a.s) mübarrek sözleri olan hadis ve adeti şerifleri olan sünnet-i seniyelerini almıyorsun ümmeti bu sünnetlere uymakla suçluyorsun.Vereceğim selama da bid’at dersin.Senin dinin sana benimki bana ne demek.Demek tuttuğun yolun doğruluğundan o kadar eminsin.Biliyor musun benim dinim İSLAM DİNİ yolum da EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT yolu olan Efendimizin(s.a.s) ve Sahabeyi Kiram Efendilerimizin yolludur.En doğru ve kiyamete kadar değişmeyen yol da bu mübarrek yoldur.Eğer ondokuz ve yirminci yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumu biliyorsan masonların,koministlerin ve misyonerlerin İslam Dinini,başa getirdikleri sadrazamları(mithad,talat,mehmet reşid paşalar.vb) vasıtasıyla modernlik ve mezhepsizlik adı altında islamiyeti parçalamak istediklerini görürsün.Çünkü biliyorlardı bu dinin gelişmesini engellemenin can alıcı noktası islam alimleriyle ve bu alimlerin eserleriyle halkın irtibatını kesmekten geçmektedir tıpkı senin üstlediğin bu rollün gibi yollar izlediler.Sanki İslamiyet’i çok mu seviyorlardı ve gelişmesini çok mu istiyorlardı da Mekke’de,Hicaz’da Vahhabiliği yaydılar ve birçok mazlumun kanını döktüler,Hindistan’da da Kadiyanilik bozuk fırkasını yaydılar.Tıpkı kendi dinlerini tahrif ettikleri gibi bizim dinimizin de tahrif etmenin yolu modernlik ismi altından geçtiğini gördüler.Benim dinim o kadar güzel o kadar büyük bir din ki bir gayri müslimin canını incitmeyi ve ona kafir demeyi bile haram kılmıştır,iyiliği emreder kötülükten sakındırır,ana babaya merhamet etmeyi onlara iyilikte bulunmayı vefatlarından sonra da onları iyilikle yad etmeyi,onlara hergün dua etmeyi emredip değil vefatlrından sonra onları kötülükle yad etmeyi diri bir müslümanın arkasından konuşmayı bile şiddetle kınamıştır.Kur’an-ı Kerim bir tarih kitabı değildir ama tarihten ders almamız için nice kıssaları anlatmakta,bir bilim kitabı değil ama bilimsel buluşlara işaret etmektedir,siyer kitabı değildir ama peygamberlerin(a.s) hayatını örnek almamız istendiği için kıssalar anlatılmakta.Yani çok yönlü ve yeri asla ve asla doldurulamayacak bir kitaptır.Demek ki sen Kur’an-ı Kerimde’ki israoğulları,hristiyanlar ve kötü yolda olanların hallerini müslüman ecdadına ve ecdadımıza yüklüyorsun,demek sen atalarını onlarla bir tuttuyorsun.Anlattıklarım bu kadar.Kurban Bayramı yaklaştı sakın balıktan kurban olabileceğini düşünme.Ayrıca bana Kur’an-ı Kerim’den namazın eda şeklini göstermedin.Yoksa vazmı geçtin.

  23. Ali Bey ve dostlarının gittiği yolun varış yeri Edip Yüksel’in (www.19.org) şu an durduğu yerdir.
    Aralarındaki tek fark bu kardeşlerin daha terbiyeli olmasıdır. Allah niyetinizi halis kılsın inşallah.

  24. Mezheplerin doğuş sebeplerini bilmeyenlerden bazıları diyorlar ki: “Neden Kur’an bir olduğu halde mezhep birden fazla? Neden Hanefi mezhebinde kadına el dokununca abdest bozulmuyor da, Şafii’de bozuluyor? İkisi de Kur’an’dan almıyor mu hükmü?”
    Konuyu akademik derinlikten çıkarıp sohbet üslubu ile inceleyecek olursak şöyle bir misalle açıklık getirmeye çalışabiliriz.
    Önce peşinen ifade etmeliyim ki, hak mezhepler hiç zararlı değil hep yararlıdırlar.Çünkü, dinin hükümleri Kur’an’da ve hadiste yazılıdır. Yazılı olan bu metinlerin yüzde doksan nispetinde çoğunluğunun manası açıktır, tektir. Ama yüzde on nispetinde az bir kısmı teşkil eden bazı kelimelerin manaları açık ve tek değildir. Birkaç manaya gelebilir. Nitekim Türkçede de böyle birkaç manaya gelen kelimeler vardır. Mesela (meyve) kelimesi çok manalı bir kelimedir. İsterseniz Türkçedeki bu (meyve) kelimesiyle mezheplerin doğuşuna bir bakalım.
    Ülkenin her tarafında görevde bulunan çocuklarına yazdığı mektubunda baba:
    – Bayramda ziyaretime gelirken bana (meyve) getirin, der. Bayramda gelen çocuklardan biri elma, öteki armut, üçüncüsü portakal getirir. Baba bundan çok memnundur. Ancak mektuptaki inceliği anlamayanlar derler ki:
    – Senin çocukların çok anlayışsız ve itaatsiz. Sen sadece meyve istedin, onların her biri farklı şeyler getirdiler. Emrine itaatsizlikte bulundular.
    – Hayır, çocuklarım beni çok iyi anlamışlar. Ben istedim ki, herkes bulunduğu yerin meyvesini getirsin. Nitekim Ankara’da oturan armut, Amasya’da olan elma, Mersin’de olan portakal getirmiş. Ben kasten (meyve) dedim ki, herkes bulunduğu yerin mahsulünü getirsin de muhitinde olmayan meyveyi aramak zorunda kalmasın.
    İşte bu misalde mektup; bir ama anlayış bir değil dört tane. Neden? Çünkü mektup sahibi mektubunda tek manalı kelimelerin yanında çok manalı kelime de kullanmış (elma) dememiş de (meyve) getirin demiş, dikkatli ve titiz okuyucuları da kullanılan kelimenin şamil olduğu manalara göre tercih yapmışlar. “Dört evladın meyve kelimesinden anladıkları farklı manalar yanlıştır.” diyebilir misiniz?
    İşte Kur’an’da da böyle çok manalı kelimeler vardır. Mezhepler de bu çok manalı kelime ve metinleri yorumlamaktan meydana gelmektedir. Nitekim kadına (temas) edenin abdesti bozulur manasına gelen ayetteki (temas) kelimesi de böyle çok manaya gelen bir kelimedir.
    Bundan dolayı Ebu Hanife Hazretleri: “Ayetteki ‘temas’tan kasıt cinsel temastır, elin teması değildir ki, kadına el değince abdest bozulsun.” diyor. Bu itibarla erkeğin elinin kadına temasıyla (değmesiyle) Hanefi’de abdest bozulmuyor.
    Şafii Hazretleri de diyor ki: “Temastan kasıt elin temasıdır. Bu yüzden abdestli olan erkeğin eli kadına temas ederse abdesti bozulur…”
    Görülüyor ki, Hanefi ve Şafii mezhebinin farklı görüşe sahip olmaları, temas kelimesinin her iki manaya da şamil oluşundandır. Biri cinsel teması anlıyor, öteki de elle teması anlıyor. Her iki manaya da şamildir kullanılan (lems) kelimesi. Farklı anlayan mezhebe yanlış demek mümkün değildir. Tercih meselesidir. Ayrıca her birinin başka delilleri de vardır. Kâbe’yi tavafta elinin bilmeden bir kadına teması halinde abdestinin bozulmasından korkan birçok Şafii cemaat, Hanefi’yi tercih ederek abdesti bozulmadan tavaf etme imkanı bulur. Efendimiz’in, “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır!” hadisi de bu kolaylığa işaret eder. Yani, mecbur kalınan yerlerde diğer hak mezhebin görüşüne uyularak zorluktan çıkılabilir. Demek ki, hak mezhepler bir çatışma unsuru değil bir yardımlaşma, kaynaşma ortamıdır. Birinde zorlanılan yerde diğerinde kolaylığa kavuşarak dinî hayatı sıkıntıya düşmeden sürdürme imkânı sağlanabilir. Bu genişliğinden dolayıdır ki İslam, farklı coğrafyalarda, farklı iklimlerde, farklı ihtiyaç ve mizaç sahibi insanların ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayacak zenginliğe sahip olur. Çünkü bir mezhepteki hükmün uygulamasının zorlaştığı yerlerde diğer mezhebin hükmünde bir kolaylık bulmak pek mümkündür. Bu sebeple de Kur’an bir olduğu halde, mana zenginliğimizi temsil eden hak mezheplerimiz birden fazla olur. Akla ve ilme aykırı bir durum söz konusu olmaz.

    İşte Kur’an’da da böyle çok manalı kelimeler vardır. Mezhepler de bu çok manalı kelime ve metinleri yorumlamaktan meydana gelmektedir. Nitekim kadına (temas) edenin abdesti bozulur manasına gelen ayetteki (temas) kelimesi de böyle çok manaya gelen bir kelimedir.

    Bundan dolayı Ebu Hanife Hazretleri: “Ayetteki ‘temas’tan kasıt cinsel temastır, elin teması değildir ki, kadına el değince abdest bozulsun.” diyor. Bu itibarla erkeğin elinin kadına temasıyla (değmesiyle) Hanefi’de abdest bozulmuyor.
    Şafii Hazretleri de diyor ki: “Temastan kasıt elin temasıdır. Bu yüzden abdestli olan erkeğin eli kadına temas ederse abdesti bozulur…”

    Görülüyor ki, Hanefi ve Şafii mezhebinin farklı görüşe sahip olmaları, temas kelimesinin her iki manaya da şamil oluşundandır. Biri cinsel teması anlıyor, öteki de elle teması anlıyor.

    (Ahmet ŞAHİN)

  25. Mezheb Nedir?
    Günümüzde alim ve hocaefendilere halk tarafından yönlendirilen soruların en önde gelenlerinden biri de mezheplerin nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
    Mezheb’ kelime anlamı itibariyle ‘gidilen yol’, ‘mecra’ anlamları taşır. Dini ıstılahta ise içtihat (rey; görüş; hüküm) derecesine ulaşmış olan alimin dini meseleleri bir bütün sistem halinde ortaya koyması, bir anlamda teknik yorumlar bütünü oluşturmasıdır.

    Kısaca ifade etmek gerekirse, her Müslüman; Kur’an’ın hükümlerini, Resulüllah’ın (sav) hadislerini ve sünnetini, daha sonraki sahabe ve tabiinin görüşlerini ve bunlara ait bütün ilimleri tam manasıyla öğrenip uygulayamayacağına göre bunları bilen bir alime tabi olmak zorundadır. Bu durum fiili bir zorunluluk olup farz veya vacip değildir.

    Bu zorunluluk, hem kişisel bilgi ihtiyacını gidermek hem de cemaat halinde uygulanması gereken namaz, Hac vb. gibi ibadetlerde, idarede, yargıda ve daha bir çok sosyal alanda bütünlüğü ve birlikteliği koruyabilmekten kaynaklanıyordu.

    İşte, alimler içerisinde de öyleleri vardır ki, diğerleri onun görüşüne ve ilminin sağlamlığına tabi olmuşlardır. Yetiştirdiği talebeleri, yazdığı eserleri, nesilden nesile o görüşleri devam ettirdiler. Böylece, o en güvenilir alimin sistemli görüşleri, sağlam hüküm ve prensipleri etrafında, zamanla bir yorum tarz ve tekniği, bir okul, bir ‘mezheb’ oluşmuştur.

    Peygamberimiz zamanında ‘mezheb’ var mıydı?
    Mezhepler ayet ve hadisleri farklı anlamaktan kaynaklandığına göre, Peygamberimizin zamanında mezhep olması düşünülemez.
    Çünkü Resulullah (sav) zamanında bir mesele olduğunda, sahabiler Peygamberimize geliyor, soruyordu. Peygamberimiz hüküm veriyor, muhakeme için gelenlerin davalarını neticeye bağlıyordu.

    Şayet sorulan şey yeni ve hakkında ayet nazil olmayan bir mesele ise Allah’ın hükmünü bekliyordu. Bu sual üzerine o meselede hükmü ya Allah’ın bildirmesi ile Resulullah (aleyhisselam) veriyordu veya bir ayet iniyor, mesele hakkında hüküm bildiriyordu. Şayet indirilen ayet-i kerime açıklamaya muhtaçsa, Peygamberimiz (sav), o ayeti izah ediyordu.
    Resulullah bir meselede ne diyorsa, Sahabiler onu yapıyorlardı. Çünkü bununla ilgili Allah’ın emri kesindi: “Deki; ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (1)
    Başka bir ayet-i kerime ise şu mealdeydi:
    “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklıyorsa ondan da kaçının…” (2)
    Böyle olunca, Asr-ı Saadette her meselede hükmü Allah ve Resulü bildirdiği için, Resulullah hayatta iken farklı mezheplere ihtiyaç yoktu.

    Mezhepler nasıl ortaya çıktı?
    Peygamberimizin vefatından sonra İslâm alemi genişledi. İran, Irak, Suriye gibi yerler fethedildi. Hz. Ömer (ra) Zeyd b. Sabit, Abdullah bin Ömer (ra) Medine’de kalırken, pek çok sahabi efendimiz de yeni fethedilen yerlere dağıldı.

    Mesela Abdullah bin Mesud (ra) Irak’a; Ebu Mûsa el-Eşari (ra), İmran bin Huseyn (ra) ve Enes Bin Malik (ra) Basra’ya; Ebu’d-Derda (ra), Muaz bin Cebel (ra), Muaz bin Cebel (ra) Muaviye (ra) Ubade bin Samit (ra) Şam’a gitti. Her Sahabi bulunduğu yerde fetva ve ilim öğretme işleri ile meşgul oldular.

    Sahabiler, kendilerine sorulan suallerde evvela, Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Sualin cevabını Kur’an’da bulamadıklarında hadislere bakıyorlardı. Hadislerde de bulamazlarsa, Kur’an ve hadise dayanarak kendileri içtihad yapıyorlardı.

    Çünkü bu sahabiler aynı zamanda Resulullah (sav)’in yanında uzun süre kalmalarından dolayı, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarabilme anlayışına sahiptiler. Yani müçtehit idiler.

    Bir yandan Müslümanların dini meselelerine çözüm bulan, fetva veren bu Sahabiler, diğer taraftan dini ilimler sahasında pek çok talebe yetiştirdiler. Böylece Peygamberimizin bırakmış olduğu ilim ve hikmet mirası, Sahabiler yoluyla kendilerinden sonraki nesil olan Tâbiin’e intikal etti.
    Sahabilerden ders alan ve kendilerine Tabiin denilen zatlar, çeşitli İslam merkezlerinde bulunuyorlardı.

    Mesela Medine’de Salim bin Abdullah bin Ömer, Zühri, Yahya bin Said, Mekke’de Atâ bin Rabah, Kûfe’de İbrahim en-Nehai, Basra’da Hasan el-Basri, Şam’da Mekhul bin Muslim el-Huzelî, Yemen’de Tavus bin Keysan (rahmetullahi aleyhim ecmain) bu zatlardan bir kaçı idi.

    Bu imamların her biri kendisinden ders aldığı sahabinin rivayet ettiği hadisleri ve çeşitli meselelerdeki fetvalarını derlediler, bir araya topladılar. Bunlar da kendilerine sorulan suallerin çoğunu evvela Kur’an’da, sonra da hadislerde ararlar, cevabını bulamadıkları meselelerde, kendi içtihatları ile verdiler.
    Tabiin imamları da Sahabiler gibi bir yandan Müslümanların suallerini cevaplandırırken, bir yandan da talebe yetiştirmekle meşgul oluyorlardı. Çevrelerinde halkalanan talebelere İslam ilimlerinden ders veriyorlardı. İslam hukukunun temelini kurma, karşılaşılan yeni meseleleri enine boyuna inceleyip hükümlerini açıklama hususunda talebelerine rehberlik ediyorlardı.
    Tabiinin yetiştirdiği bu talebelere “Tebe-i Tabiîn” denir ki, meşhur olanları şunlardır:
    İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Evzaî, Leys Bin Sa’d, İmam Şafiî, Ahmed bin Hanbel, Süfyan-ı Servi, Süfyan bin Uyeyne (rahmetullahi aleyhim).

    Bu zatlardan bazıları, mesela İmam-ı Azam, her ne kadar birkaç sahabiyi görmüşse de ilmi hüviyet itibariyle Tebe-i Tabiinden sayılır.
    Tabiin alimleri Sahabilerin fetvalarını topladıkları gibi Tebe-i Tabiin alimleri de Tabiinin fetvalarını topladılar. Ayrıca kendileri de fetva verdiler. Yeni karşılaşılan meselelerde fikri çalışmalarda bulundular ve belli esaslar ortaya koydular.

    Tebe-i Tabiin devri, başta tefsir ve hadis olmak üzere bir çok ilmin tahsil edildiği münbit ve bereketli bir zamandı.

    Müçtehid derecesinde pek çok imam vardı. İşte fıkhi-ameli mezheplerin teşekkülü Tebe-i Tabiin zamanına rastlar. Gerek sahabilerin, gerekse Tabii’nin temel meselelerinin dışında kalan teferruatla ilgili meselelerde, Kur’an ve Sünnet ışığında yaptıkları içtihatlar neticesinde, aynı konuda farklı fetvalar ortaya çıktı.

    Müslümanlar, kendi bölgelerinde yaşayan imamın fetvalarını biliyor, onu tercih ediyor ve onunla amel ediyordu. İşte bu tercih ve taraftarlık, zamanla yerini “gidilen yol” manasına gelen “Mezhepleri” ortaya çıkardı.

    Hanefi Mezhebi’nin ortaya çıkması
    Hanefi mezhebinin temeli, İmam-ı Azam’a yani Ebu Hanife’nin (H.80-150 / M.699-767) içtihatlarına dayanır.

    Aynı şekilde İmam-ı Azam’ın talebeleri de onun rivayet ettiği hadisleri, kabul ettiği görüşlerini toplayarak sistemleştirdiler. O görüşlerinden yeni yeni eserler telif ettiler. Zaman içerisinde bu eserlere şerh yazdılar. İmamların görüşlerine ve fıkıhtaki usullerine uygun yeni yeni hükümler çıkardılar. Bunlarda çeşitli bölgelere dağıldılar. Böylece İmam-ı Azam’ın görüşleri bir mezhep halini aldı.

    İmam-ı Azam’ın talebeleri arasında en meşhurları; İmam Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed’dir. Bu iki İmamın zaman zaman İmam-ı Azam’dan farklı fetvalarda verdiklerini de burada ifade edelim. Bunun en mühim sebeplerinden birisi, o alimler zamanında hadislerin daha derli toplu hale gelmesidir. Bunlar kendilerine sahih bir hadis ulaştığında (İmam’ın fetvasına aykırı bir şey söylüyorsa) hocalarının fetvalarına zıt hükümler vermişlerdir.

    Mâliki Mezhebi’nin ortaya çıkması
    Maliki mezhebi, İmam Malik Hz.lerinin (ö. 179 / 795) içtihatlarına dayanır. Zaman içerisinde İmam-ı Malik’in talebeleri de onun rivayet ettikleri hadisleri ve görüşlerini toplayarak benimsemiş ve sistemleştirmişlerdir. Onun talebeleri de onun metoduna uygun şekilde karşılaştıkları yeni meselelerde fetva verdiler, böylece de Malikî mezhebi ortaya çıktı.

    Şafi Mezhebi’nin zuhuru
    İmam Şafii, Maliki ve Hanefi mezheplerinin usullerinin yayılmaya başladığı ilk zamanlarda yetişti. (H.150-204 / M.767/819).

    İmam-ı Şafii Hz.lerinin, bu iki İmam’dan sonra dünyaya gelmesi, kendisi için Allah’ın büyük bir lütfu idi. Çünkü o ilimle meşgul olduğu zamanlarda, bu iki mezhep teşekkül etmiş, usülleri belirlenmiş ve bir çok yerde yaygınlaşmıştı. Dolayısıyla İmam-ı Şafi Hz.leri mezheplerin yollarını inceleme fırsatı buldu. Ve onlardan farklı bir usül takip etti. Ve fıkhın usulleri ile ilgili İslam tarihinde ilk eser olan ‘er-Risale’ isimli kitabını yazdı.

    Diğer taraftan, Sahabilerin her biri (tabii olarak) bütün hadisleri bilmiyordu. Hakkında hadis ulaşmamış meselelerde kendi içtihatları ile fetva veriyorlardı. Bu da birbirinden farklı değişik yerlerde yaşayan sahabiler arasında, aynı konu hakkında farklı hükümler vermesine yol açıyordu.

    Sahabilerin içtihatları İmam-ı Şafii zamanında derlenip toplanmıştır ve böylece aynı meselede sahabilerin verdikleri farklı fetvalar gün yüzüne çıkmıştı. İmam- Şafi bunların çoğunu sahih hadislere dayanarak eledi.
    Yine, önceki alimlerin o konuda kendilerine bir hadis ulaştığı takdirde, o hadisi bilmeden evvel kendi içtihatlarıyla verdikleri fetvalardan vazgeçtiklerini gördü. Bunun için önceki alimlerin ittifak etmedikleri içtihatlara sarılmayı bıraktı.

    Zaman içerisinde fakihler onun etrafında toplandılar, onun kitaplarını şerhettiler. Onun geliştirdiği usüle uygun fetvalar verdiler. Böylece Şafii Mezhebi doğdu.

    Hanbeli Mezhebi
    Hanbeli Mezhebi’nin esasları, Ahmed b. Hanbelin içtihatlarına dayanır. Yine bu mezhep de onun talebeleri tarafından sistemleştirilerek batıl olan ve sahih kavillere dayanmayan görüşlerin zararlarından bertaraf edilerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.

    Günümüze ulaşamayan Sünni mezhepler ve Sonuç
    Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin devirlerinde müçtehitlerin fazla olması, birçok mezhebin ortaya çıkmasına sebep oldu. Zaman içerisinde onun üzerinde Sünni fıkhi mezhep ortaya çıktı.

    Zaman geçtikçe mezhep imamı durumunda olan alimlerin birçoğu kendilerinden daha alim gördükleri veya aynı meselede aynı içtihatta ittifak ettikleri imamların mezheplerine girdiler. Çünkü bu mübarek zatlar, içtihat yaparken nefsine kapılmaktan, ilmi enaniyet ve taassuptan tamamen uzaktılar. Bunun için de hakkı nerede bulsalar kabul ediyor, sahip çıkıyorlardı.

    Müçtehitlerin yaptıkları içtihatların, verdikleri fetvaların yayılmasında ve bir mezhep halini almasında talebelerinin büyük rolü oluyordu. Bazı imamların talebeleri, hocalarının fetvalarını tertib ve tasnif ederek bir sistem haline getirirken; pek çok talebe aynı başarıyı gösteremedi.

    Bazı mezheplerin yayılamamasının ve zamanla mensubu kalmamasının bir diğer sebebi de, Kur’an ve hadisi esas aldıkları halde bunların işaret ettiği; kıyas, örf, adet gibi hususları nazara almamalarıydı. (Dolayısıyla görüşleri, ortaya çıkan yeni durumlara açıklık getirmekte yetersiz kalıyordu.)
    İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı, bugün Müslümanların ekseriyetinin tabi olduğu dört hak mezhep varlığını devam ettirirken, diğer hak mezhepler kitap sayfalarında kalmaktan kurtulamadı

  26. Dinimizdeki dört delil ve dört mezhep
    Sual: Dört hak mezhebin, dört imamına tâbi olmanın vacip olduğu söyleniyor. Bunun delili nedir?
    CEVAP
    Dinimizde dört delil vardır. Mezhebe uymak bu dört delilden birisinde varsa mesele yoktur. Dört mezhebe uymak, bir değil dört delilde de vardır:

    1- Hicri birinci asırdan, bugüne kadar, yani 14 asır bütün Müslümanlar, bu dört imamı taklit etmişler. Bunlara itaat etmekte icma hasıl olmuştur. İcma’ya uymak ise vaciptir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

    (Ümmetim[in âlimleri] dalalet olan bir şeyde icma yapmaz!) [İ.Ahmed]

    (Allahü teâlânın rızası, icmadadır. Cemaatten ayrılan, Cehenneme gider.) [İbni Asakir]

    (Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]

    (Ümmetim[in âlimleri], hiç bir zaman dalalette icma yapmazlar. İhtilaf olunca sivad-ı a’zama [Ehl-i süünet âlimlerin ekseriyetinin bildirdiği yola] tâbi olun!) [İbni Mace]
    Dört mezhepten başkasıyla amel etmek caiz değildir, bunda icma hâsıl olmuştur. (El-Mesail-ül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti)

    2- Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
    (O gün, her fırkayı imamları ile çağırırız!) [İsra 71]
    Kadi Beydavi hazretleri, bu âyeti (Her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamları ile çağırırız) şeklinde açıklamıştır.

    Ruh-ul beyan ve Tefsir-i Hüseyni’de ise, (Herkes mezhebinin imamı ile çağırılır. Mesela “Ya Şafii” veya “Ya Hanefi” denir) şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da, dört hak mezhepten birine uymanın vacip olduğunu göstermektedir. Yine Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
    (Müminlerin [itikad ve ameldeki] yolundan ayrılan Cehenneme gider.) [Nisa 115]

    Medarik tefsirinde bu âyetin açıklamasında, (Kitab ve sünnetten ayrılmak gibi icmadan da ayrılmak caiz değildir) buyuruluyor.

    Beydavi tefsirinde ise, aynı âyet-i kerimenin açıklamasında (Bu âyet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu göstermektedir. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak da vacip olur, şart olur) buyuruluyor.

    İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:
    (Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, kendilerine uyanlara şefaat ederler. Ruh teslim ederken, kabirde Münker ve Nekir sual ederken ve Haşrda, Neşirde, Hesapta, Sıratta yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine uyanları, bütün korkulu yerlerde kolladıkları gibi, müctehid imamlar da korurlar. Bunlar, mezhep imamlarıdır. Bu ümmetin bekçileridir. Sevin ey kardeşim! Dört mezhep imamlarından dilediğini taklit et de saadete kavuş!) [Mizan-ül-kübra]

    Görülüyor ki, kıyamette, herkes mezhep imamının ismi ile çağrılacaktır. İmam, kendisini taklit edene, şefaat edecektir. Dört mezhep imamlarının her biri böyle yüksek idi. Bir âyet meali şöyledir:
    (Bana inabet edenin yoluna uy!) [Lokman 15 ]
    Bu dört büyük imamın, bu inabet yolunda oldukları icma ile bildirilmiştir.

    3- Bir âyet meali: (Hidayet yolunu öğrendikten sonra, Resule uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleyip çok kötü bir yer olan Cehenneme sokarız!) [Nisa 115]
    İmam-ı Şafii hazretleri, (İcmaın delil olduğunu gösteren bu âyet, müminlerin yolundan ayrılmayı haram ettiği için, bu yola uymak vacib olur) buyuruyor. Müfessir Abdullah Nesefi hazretleri, bu âyeti açıklarken, (İcmaın delil olduğunu ve icmadan ayrılmanın da caiz olmadığını bu âyet göstermektedir) buyuruyor. (Medarik)

    İmam-ı Kadi Beydavi hazretleri, (Bu âyet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu gösteriyor. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak vacip olur) buyuruyor. (Tefsir-i Beydavi)

    Gerçek âlimler, (Bir mezhebi taklit etmek vaciptir. Mezhepsiz olmak büyük günahtır) buyuruyor. Âlimlerin bu ittifakından ayrılmak, bu âyetten ayrılmak olur) dediler. Bir âyet meali şöyledir:
    (Siz, insanlar için en hayırlı ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötüyü men edersiniz) [Âl-i İmran 110]

    4- Kur’an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
    (Bilmiyorsanız, zikir ehline [âlimlere] sorun!) [Nahl 43]Bu âyet, ibadet ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin, bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Herkesten değil, âlimlerden sorup öğrenmek emir olunmaktadır. Bunun için, bir kimse, yapacağı şeyi, Kur’an ve hadiste arayamaz, taklit ettiği mezhebin müctehidinden sorup öğrenmesi lazım olur. Yahut mezhebinin âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenir. Sorup, öğrendiğine göre yapan, o müctehidi taklit etmiş olur. Müctehidin sözüne uymayıp inkâr ederse, mezhepsiz olur. Âyetteki zikir ehli mezhep imamı demektir. Çünkü hadis-i şerifte bildiriliyor ki:
    (Cihad, oruç, namaz, zekat ve hac ibadetini yapanlar içinde ecri daha büyük olan zikir ehlininkidir.) [İ.Ahmed] İbni Merdeveyh Ebu Bekr Ahmed’in bildirdiği ve Enes bin Malik’in haber verdiği hadis-i şerifte, (Namaz kılan, oruç tutan, hac ve gaza eden; eğer imamını beğenmezse, o münafıktır. Onun imamı, zikir ehlidir) buyuruldu. Demek ki, âyetteki Ehl-i zikir, ulema-i rasihin ve dört mezhebin imamlarıdır. (Ancak âlim olanlar anlar) ve (Ey akıl sahipleri, ibret alın!) mealindeki âyetler, dört mezhep imamlarının üstünlüklerini göstermektedir.

    Ahmed bin Muhammed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
    (Kur’an-ı kerimdeki (Allahın ipi)nden maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı a’zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Allahü teâlânın rahmeti, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasında bulunanlara, gazabı da bu yoldan ayrılanlaradır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid’at ehli olup Cehenneme gider.) [Tahtavi]

    Bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. (Hadika)

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
    Mezhepten ayrılmak, mezhepsiz olmak ilhaddır. (Mebde ve Mead)
    [İlhad, doğru yoldan ayrılmaktır.]

    Kitap, sünnet ve icma
    Sual: Din kitaplarında bir hüküm bildirilirken, (Kitap, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabittir) deniyor. Kitap ve sünnet, başlı başına bir delil değil mi de, ne diye üçü birden söyleniyor?
    CEVAP
    Elbette Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler başlı başına delildir. Ancak farklı teviller yapılmışsa, o âyet-i kerimeyi Resulullah efendimiz nasıl uygulamıştır, müctehidler ona bakar. Mesela namazın beş vakit olduğu kesindir. Ama üç vakit diyenler var. O zaman Resulullah efendimizin uygulamasına bakılır. İcma hangi yönde ona bakılır. Kur’an-ı kerimde namaz yerine kullanılan salât kelimesi için bazı sapıklar, (Salât, dua demektir. İslamiyet’te, şimdi yapıldığı şekilde bir ibadet yoktur. Allah’ı anan, dua eden, namaz kılmış sayılır) diyorlar. Salât’ın bunların dedikleri gibi olmadığı, günde beş vakit kılınan namaz olduğu sünnet ile açıklanmış ve icmayla da uygulandığı gösterilmiştir. Demek ki, Kur’an-ı kerimde bildirilen bir hüküm, Sünnet ile ve İcma ile de uygulanarak farz olduğu inkâr edilemez hale geliyor.

  27. Mezhepsizler dindeki dört delilin ikisini kabul etmeyip Kitap ve sünnetten başka delil yok diyorlar.
    mezhepsizleride geride bırakanlar Kitap ve sünnet tabirine bile saldırıp
    “Kur’andan başka bir sünnet adı altında din çıkarmak İslamı yıkmaktır Peygamber Kur’anı getirmekle işi bitmiştir o bir postacıdır”
    diyerek sünneti farklı bişey gibi göstermek istiyolar.

    Bu inkar edilince herkes kendi anladığını doğru kabul edecek ve insan sayısı kadar din meydana gelecek bir kaos yaşanacak ve böylece din yıkılacaktır.
    Fakat bu dini yıkmaya başaramayacaklarını Allah bize söylüyor:

    “Onlar ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar
    halbuki kafirler istemesede Allah nurunu (dinini) tamamlayacaktır” (SAF-8)

    Yalnız Kur’an diyenler Kur’andaki islam diyenler utanmadan yalan söylüyolar
    sözlerinde zerre kadar samimiyet yoktur.
    Eğer bunda samimi olsalardı ayetlere inanırlardı Allah yalnız Kur’anmı diyor.???

    Rasulümün verdiğini alın yasakladığındanda sakının (HAŞR-7)

    O (rasul) vahiyden başkasını söylemez (NECM-3-4)

    Rasule itaat eden Allah!a itaat etmiş olur (NİSA-80)

    Allah ve rasulune karşı gelen bilsinki Allah’ın azabı çok şiddetlidir (ENFAL-13)

    Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik (NAHL-44)

    Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip verdiğin hükmü tereddütsüz kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar (NİSA-65)

    Allah ve rasulü bir işte hüküm verince artık inanmış kadın ve erkeğe o işi kendi isteğine göre tercih seçme hakkı kalmaz (AHZAB-36)

    O (Peygamber) güzel şeyleri helal çirkin şeyleri haram kılar (ARAF-157)

    Allah rasulünde sizin için (uyulması gereken) güzel örnekler vardır ((AHZAB-21)

    Size Kitabı hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir rasul gönderdik (BAKARA-151)

    Bu konudaki Efendimizin (s.a.v.) hadisleri:

    Cebrail (a.s.) Kur’an ile beraber açıklaması olan sünnetide getirmiştir (DARİMİ)

    Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi (İ.Ahmed)

    Yalnız Kur’andaki helal ve haramları kabul edin diyenler çıkar iyi bilin

    Peygamberin haram kılması Allah’ın haram kılması gibidir (TIRMİZİ,DARİMİ)

    Bir zaman gelir Kur’andan başka bişey tanımam diyenler çıkar (EBU DAVUD)

    Bana uyan Cennete girer bana isyan eden ise giremez (BUHARİ)

    Sünnetimden yüz çeviren benden değildir (MÜSLİM)

    Bir zaman gelir beni yalanlayanlar çıkar bir hadis söylenince Peygamber böyle bişey söylemez bunu bırak bana Kur’andan söyle der (EBU YA’LA)

    Sünnetimi öldürüp dini bozmaya çalışanlara lanet olsun (DEYLEMİ)

    Bize yalnız Kur’andan söyle diyen birine İmran bin Husayn hazretleri: “Ey ahmak Kur’anda namazların kaç rekat olduğunu bulabilirmisin” dedi.

    Hz. Ömer farzların seferde kaç rekat kılınacağanı Kur’anda bulamadık diyenlere “Allah bize Peygamberi (s.a.v.) gönderdi Kur’anda bulamadığımızı O’ndan gördüğümüz gibi yaparız dedi (MİZAN-ÜL-KÜBRA

  28. Mezhebin lüzumu Nedir Diyenlere Cevap

    Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farlı idi.

    Tâbiinin ve Tebe-i tâbiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, Peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.

    Allahü teâlâ dileseydi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her iklim ve şartta, her müslüman için tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu.

    Resulullahın yolu
    Peygamberimizin yolu, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika ile bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin sözbirliği olduğu, Redd-ül Muhtar’da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaya da inanmak gerekir, inanmayan küfre girer. (Mektubat 2/36)
    İslam âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar.
    Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
    (Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]

    Bu dört vesikaya Edille-i şeriyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
    (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır.) [İbni Mace]

    Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid’at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, İslamiyet’e zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.
    Bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır.

    Mezhep ve rahmet
    Allahü teâlâ ve Resulü, müminlere merhamet ettikleri için, bazı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmayanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hali güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek gerekir. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlayabilenlere, Müctehid denir.

    Dört mezhebin hali, bir şehir halkının haline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Bazen uyuşamayıp, bazısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefi mezhebine benzer.

    Bazıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Maliki mezhebine benzer.

    Bazısı ise ifadeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şafii mezhebine benzer.

    Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer.

    Dört doğru yol
    İşte şehrin ileri gelenlerinden herbiri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükafat alır. Dört mezhebin hâli de buna benzer. Her mezhep imamı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hatta sevap kazanır. Onlara bu yetkiyi Allahü teâlâ ve Resulü vermiştir.

    Dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Bu, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin mezheplerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve başkalarının mezheplerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhepleri de bilseydik, onlara uymamız da caiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhepleri doğru idi. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması gerekir.

    İmam-ı Rabbani hazretleri, Bir mezhebe tâbi olmayan mülhid olur buyuruyor. (Mebde ve Mead)

    Yusuf Nebhani hazretleri, Şimdi her müslümanın, dört mezhepten birine uyması gerekir buyurduğu gibi, imam-ı Şarani, S.Ahmed Tahtavi hazretleri gibi birçok âlim de, aynı şeyi bildirmişlerdir.
    Kur’an-ı kerimdeki; (Allah’ın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, mezhep imamlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtavi (Dürr-ül muhtar) haşiyesi, zebayih kısmı]

    Mezhep değiştirmek
    Dört mezhebin imamları ve onları taklit eden âlimler, her müslümanın dört mezhepten dilediğini taklitte serbest olduğunu ve bir mezhepten başka mezhebe geçmenin caiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklit edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, müminlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için faydalı olacağını ezelde takdir ve irade buyurdu. Amelde mezheplere ayrılmaktan razı olduğunu bildirdi. Razı olmasaydı Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İtikadda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mizan)

    Resulullah, Kur’an-ı kerimde icmalen bildirilenleri, yani kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Resulullahın vârisleri olan mezhep imamlarımız, hadis-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünneti nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resulullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.

    Bilinen 4 imam zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat, bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadika)

    Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imanları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklit eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebi taklit ederek, bu işi kolayca yapar.

    Ölçümüz ne olmalı?
    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
    (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Felakete gider. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde mealen, (Kur’an-ı kerimde bildirilen misaller, çoklarını küfre sürükler, çoklarını da hidayete, doğru yola ulaştırır) buyurdu. (Bekara 26)

    Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mana doğrudur. Çünkü, bu manaları, Selef-i salihinin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. Doğru bilgileri bizlere ulaştıran bunlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, dalalete yuvarlanırdık. İslamiyet’i bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır.) [Mektubat, m. 286]

    Mezheplere olan ihtiyaç
    Bazıları, Hadislere değil, Kur’ana uymak gerekir diyor. Halbuki hadisler, Kur’andan ayrı değildir. Kuran-ı kerimin açıklamasıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki:
    (Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
    (Peygamberin emrine uyun, yasak ettiklerinden sakının!) [Haşr 7]
    (İndirdiğimi insanlara açıkla!) [Nahl 44]

    Âlimler de, âyetleri açıklayıp Kur’an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et) derdi. Ayrıca açıklamasını emretmezdi. Resulullah, Kur’an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rüku ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekat nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur’an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır.

    Mezhep nedir? Bir müctehidin edille-i şeriyyeden elde ettiği bilgilere, o müctehidin mezhebi denir. Sahabelerin tamamı müctehid idi. Hepsinin de mezhebi vardı. Mezheplerden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Dört mezhep arasında amelle ilgili farklı ictihadlar, işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer.

    Bugün dört mezhepten birine uymak gerekir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve diğer müctehidlerin mezhepleri tam olarak bilinmiyor. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, dört mezhepten birine uymak şarttır. Mezhepler rahmettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

    (Âlimlerin farklı ictihadları, [mezheplere ayrılmaları] rahmettir.) [Beyheki]
    (Âlimlere tabi olun!) [Deylemi]
    (Ulema, enbiyanın vârisidir.) [Tirmizi]

    Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Mesela Şafiiler, hacda kadına dokununca abdestleri bozulur. Bunun için Hanefi’yi taklit ederek haclarını yapıyorlar. Bu apaçık bir rahmettir.

    Bir mezhebe uymanın lüzumu
    Asırlardan beri bütün İslam âlimleri, dört mezhepten birine uymuşlar ve müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta İcma hasıl olmuştur. İcmadan [cemaatten, birlikten, topluluktan] ayrılan helak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
    (İki kişi, bir kişiden, üç kişi, iki kişiden iyidir. O halde cemaatle birlikte olun! Allah’ın rızası, rahmeti, yardımı cemaattedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer.) [İbni Asakir]

    (Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalalette birleşmezler. İhtilaf olunca sivad-ı a’zama [âlimlerin ekseriyetinin bildirdiği yola] uyun!) [İbni Mace]

    (O gün her fırkayı imamları ile çağırırız) mealindeki İsra suresinin 71. âyet-i kerimesini Kadı Beydavi hazretleri, (Her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamları ile çağırırız) şeklinde açıklamıştır. Ruh-ul beyan ve Tefsir-i Hüseynide ise, (Herkes mezhebinin imamı ile çağırılır. Mesela ya Şafii veya ya Hanefi denir) şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da, her müslümanın dört hak mezhepten birine uyması gerektiğini açıkça bildirmektedir.

    Medarik tefsirinde (Müminlerin [itikad ve ameldeki] yolundan ayrılan Cehenneme gider) mealindeki Nisa suresinin 115. âyet-i kerimesini bildirdikten sonra, (Kitab ve sünnet gibi icmadan da ayrılmak caiz değildir) buyuruluyor. Beydavi tefsirinde ise aynı âyet-i kerimenin açıklamasında (Bu âyet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu göstermektedir. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak da şart olur) buyuruluyor.

    Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
    (Kur’an-ı kerimdeki (Allah’ın ipi)nden maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan sapıtır. Sivad-ı a’zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid’at sahibi olup Cehenneme gider.) [Tahtavi]

    Bugün dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılan da sapık veya kâfir olur. (Dürr-ül muhtar haşiyesi zebayih kısmı)

    Bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. (Hadika)

    Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
    Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, âyetten ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, âyet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Çünkü nas; ictihad isteyebilir, tevil edilmesi gerekebilir, nesh edilmiş olabilir. Bunları da ancak müctehid anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumamız gerekir. (Berika s.94)

    İbni Teymiye’nin talebesi İbni Kayyım bile diyor ki:
    İctihad şartı bulunmayanın, Kur’andan ve hadisten ahkam çıkarması caiz olmaz. Bir mezhebe uyması şarttır. Dört mezhepten başkasına uymak da caiz değildir. (İlamil Muvakkiin)

  29. Ehli Sünnet ve Şia fırkalarınca muteber kabul edilen hadis kitaplarında yer alan hadislere göre, her iki fırka da kendilerinin gerçek sünnet ehli ve “fırkayı naciye”(kurtuluşa eren fırka) olduklarını iddia etmektedirler.

    KÜTÜB-İ SİTTE HADİSLERİ:

    (4776)- Hz. Muâviye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:
    “Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir.
    Bu da (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).]
    İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.

    (4777)- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
    “Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.”
    “Bu fırka hangisidir?” diye soruldu.
    “Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!” buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).]
    İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.

    1001 HADİS, İMÂM ALİ, IV. BÖLÜM:

    İMÂM ALİ (A.S) VE ŞÎALARI

    176- İMÂM ALİ (A.S) VE ŞÎALARININ FAZİLETİ

    926- Ebû Akîl, diyor ki: Biz, Emirü’l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s) yanında olduğumuz bir sırada, şöyle buyurdu:
    “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Canımı elinde tutana andolsun ki, fırkaların hepsi yollarını şaşmışlardır; bana uyan ve benim Şîalarımdan olanlar hariç.”

    927- Yine Emirü’l-Müminin’den (a.s) şöyle nakledilmiştir:
    “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte ve bir tanesi cennette olacaktır. Allah-u Teâlâ onların hakkında şöyle buyurmaktadır:
    ‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk bulunur.’ (A’râf, 181) Onlar ise ben ve Şîalarımdır.”

    928- Hz. Ali (a.s), Resulullah’a (s.a.a) şöyle arz etti:
    “Ya Resulallah, ‘Fırkay-ı Nâciye’ (kurtuluş ehli olan fırka) kimlerdir?” Allah Resulü (s.a.a) şöyle cevap verdiler: “Senin ve arkadaşlarının üzerinde oldukları şeye sarılanlardır.”

    Sizce;
    1.Fırkayı Naciye” hangi fırkadır?
    2.Hangi fırka gerçek Sünnet Ehli’dir?

    3.Cennet Ehli olabilmek için hangi fırkayı tercih etmemizi öneriyorsunuz?

    4.Hz. Peygamber her iki fırkayı da sünnet ehli ve cennet ehli olarak müjlemiş olabilir mi?

    Bu konuda yardımcı olabilirseniz sevinirim!

  30. Selam,

    İbni Kayyımın o sözleri çok acıklı olmuş

    Bakalım ahsen el-hadis ne diyor

    O’na yönelin. Takvalı olun. Salatı ikame edin ve müşriklerden olmayın. Rum 31

    Onlar bir dini parçalara ayırdılar da fırka fırka oldular.
    Her mezheb kendininkiyle ferahlanır. Rum 32

    Haydi geçinedurun bakalım yakında bileceksiniz. Rum 34

    İşte bu dininiz bir tek dindir. Bende Rabbinizim. Benden sakının. Müminun 52

    Onlar işlerinde birbirinden ayrıldılarda
    Her mezheb kendindekiyle ferahlanır. Müminun 53

    Bir vakte kadar sen onları sapıklıkları içinde bırak. Müminun 54

    İşte benim doğru yolum budur, ona uyun. Korunmanız için, sizi onun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. Allah size böyle tavsiye ediyor. Enam 153

    De ki “O’nun üstünüzden ve ayaklarınızın altından azap göndermeye, yada sizi fırkalara ayırıp kiminizin hıncını kiminize tattırmaya gücü yeter” Bak ayetlerimizi nasıl inceden inceye anlatıyoruz ki iyice anlasınlar. Enam 65

    Dinlerini fırkalara ayırıp, grup grup olanlar var ya senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah yaptıklarını onlara haber verecek. Enam 159

    Senin kavmin Kur’anı yalan saydı, oysa o hak idi. De ki ben üzerinize vekil değilim. Enam 66

    Esenlikle..

  31. 4777)- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
    “Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.”
    “Bu fırka hangisidir?” diye soruldu.
    “Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!” buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).]
    EVET İŞTE MÜÇTEHİTLERİMİZ ONLARIN YOLUNDADIR

    ŞİALARLA İLGİLİ ŞEYLERİ ZATEN SAPIK MEZHEP OLAN ŞİALAR HZ.ALİ ADINA UYDURMUŞ BUNU CÜMLE ALEM BİLİYOR ÇOK RİCA EDİYORUM SAPIK GÖRÜŞLÜ OLAN ALİM ADI ALTINDAKİ KİŞİLERİN SÖZLERİNİ DELİL OLARAK GETİRMEYİN……
    HZ.ALİ EHLİ SÜNNETTİR PEYGAMBERİMİZİN YOLUNDADIR MÜÇTEHİTLER ONUDA DİKKATE ALMIŞLARDIR ÇÜNKÜ PEYGAMBERİMİZ EMRETMİŞTİR

    926- Ebû Akîl, diyor ki: Biz, Emirü’l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s) yanında olduğumuz bir sırada, şöyle buyurdu:
    “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Canımı elinde tutana andolsun ki, fırkaların hepsi yollarını şaşmışlardır; bana uyan ve benim Şîalarımdan olanlar hariç.”

    927- Yine Emirü’l-Müminin’den (a.s) şöyle nakledilmiştir:
    “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte ve bir tanesi cennette olacaktır. Allah-u Teâlâ onların hakkında şöyle buyurmaktadır:
    ‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk bulunur.’ (A’râf, 181) Onlar ise ben ve Şîalarımdır.”ŞİALAR BUNU UYDURMUŞTUR BİLE BİLE NİÇİN BUNU DELİL GETİRİYORSUNUZ?İFTİRA ATILMAYAN HZ.ALİNİN GİTTİĞİ YOL DOĞRU YOLDUR BUNU HERKES BÖYLE BİLSİN SİZCE HZ.ALİ ŞİMDİKİ ŞİALARIN İMAN VE AMELLERİNİ TASVİP EDER Mİ?

  32. SİZDE BİR MEZHEPSİNİZ ÇÜNKÜ BİR YOLDASINIZ İNANÇLARINIZ AYNI VE BUNU SAVUNUYORSUNUZ SİZDE BU ŞEKİLDE ALLAHA ULAŞMAYA ÇALIŞIYORSUNUZ FAKAT YANLIŞ YOLDAN İLERLİYORSUNUZ

    ŞİMDİ BİZİM YOLUMUZ KURAN DİYECEKSİNİZ FAKAT KURANI YAŞAMAK VAR YAŞAMAK VAR…BEN MÜSLÜMANIM DERSİN ABDEST YOK NAMAZ YOK ORUÇ YOK BİRİDE BEN MÜSLÜMANIM DER DİNİNİN TÜM GEREKTİRDİKLERİNİ YAPAR YA RESULULLAHIN YAŞADIĞI GİBİ YAŞARIZ YADA DALALETE DÜŞER GİDERİZ SEÇİM BİZE AİT NE EKERSEK ONU BİÇERİZ….SELAMETLE

  33. Dinlerini fırkalara ayırıp, grup grup olanlar var ya senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah yaptıklarını onlara haber verecek. Enam 159DİNDEKİ FIRKALAR EĞER YANLIŞ İTİKAT YANLIŞ AMEL ÜZERE OLURSA BU AYETE MUHATAP OLUNUR OYSA KURANA VE SÜNNETE UYGUN OLAN MEZHEPLER ALLAHA GİDEN YOLDA ARAÇLARDIR BU AYETTE SAPIK MEZHEPLERDEN DİĞER BİR RİVAYETTE DİNİ PARÇALAMAYI YIKMAYI AMAÇLAYANLAR İÇİN SÖYLENMİŞTİR ÇÜNKÜ RESULULLAHIN İLİŞKİSİNİN OLMAMASI İZİN VERİLMEMESİ DEMEK MUHAKKAK Kİ SAPIK BİR ANLAYIŞTAN DOLAYIDIR RESULULLAH DOĞRU DÜZGÜN İSLAMA UYGUN HAREKETE SES ÇIKARMAMIŞTIR Kİ BUNDAN TAKRİRİ SÜNNET OLUŞMUŞTUR

  34. Sayın Abdülhalık

    Sizin beyanlarınızın aynısı aynı zamanda -sünnet ve cennet ehli olma konusunda sıkı bir rekabet içerisinde olduğunuz- Şia’da da mevcuttur. Şimdi iki fırkadan en az birinin yalan söylediği apaçık ortadadır. Ya! sizin üzerinde olduğunuz/izlediğiniz yol yanlış ise, haliniz nice olur!? Bence Şia’ya geçin!!!

    Hiç olmazsa onlar, Hz. Peygamber’in sevgili torunlarını ve onların küçük yaşta çocuklarını katletmediler!!!

  35. Sayın Abdulhalik

    – Dualarımın, ibadetlerimin ve hayatımın yalnız alemlerin Rabbi olan Allah için olduğu bilincine sahip, aklını ve bedenini kör mukallid zihniyete teslim etmemiş bir Kur’an ehli olarak, kendisini Allah’ın dosdoğru yoluna ulaştıracak tek ve yegane unsurun mezhepler-tarikatlar, şeyhler-mollalar ve onlara ait olan kitaplar- hükümler değil, sadece Allah(c.c) katından indirilmiş ve Allah(c.c) tarafından ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmış olan , apaçık olan, içeriğinde hiçbir kuşku, eğiklik, çelişki ve eksiklik olmayan, Hz. Peygamber’in ahlakı ve yaşam biçimi olan ve din gününde ondan hesaba çekileceğime inandığım eşsiz bir kitap olan KUR’AN olduğuna inanıyor ve ona uygun olarak yaşamaya gayret ediyorum. Müslümanların Siyonist ve emperyalist güçlerin kuklaları olmamaları, dinde parçalanıp bölünmemeleri, birbirlerinin kanlarını akıtmamaları, birbirlerini katletmemeleri, birbirlerinin ırzlarını ve namuslarını korumaları, birbirlerinin mallarını ve mülklerini talan etmemeleri kısacası birlik ve beraberlik, barış ve kardeşlik içerisinde yaşayabilmeleri ancak hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaları ile mümkün olacağına iman ederek, Kur’an dışı oluşumları yani fırkaları/hizipleri/mezhepleri reddediyorum.

    Bir Müslüman’ın; Mezhep imamlarının kitaplarına sarılarak ve Mezhebin hükümlerine boyun eğerek değil, ancak Allah’ın kitabına sarılarak ve Allah’ın hükümlerine boyun eğerek Hz. Peygamber’in yolu üzerine olacağına, yani gerçek sünnet ehli olacağına inanıyorum.

    – Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın……(3/Âli İmrân, 103)

    – Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz……(3/Âli İmrân, 103)

    – Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. (3/Âli İmrân, 105)

    – İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti. (6/En’âm, 153)

    – Dinlerini parça parça edip, fırka fırka olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.(6/En’âm, 159)

    – Fakat işlerini aralarında parçalayıp, çeşitli Kitaplara ayırdılar. Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir. (23/Müminûn, 53)

    – Dinlerini parçaladılar ve fırka fırka oldular. Her fırka kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. (30/Rûm, 32)

    – “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır. (42/Şura, 13)

    Aklı ve bedeni hür bir Müslüman olarak, Allah’tan başka bir varlığı hüküm koyucu olarak benimsemiyorum. Allah(c.c) kelamı olan Kur’an’ın iki kapağı arasında yer alan helalleri helal, haramları da haram olarak kabul ediyorum. Asla kendilerine ne bir yarar ne de bir zarar sağlamaya güç yetiremeyecek olan, çarşıda-pazarda dolaşan, yemek yiyen beşeri varlıklar tarafından ihdas edilen helal ve haramlara iman ederek onları Allah’ın berisinden Rabler edinmiyorum.

    – De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (10/Yunus, 59)

    – Allah’a ortak koşanlar, dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye kulluk etmez, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir. (16/Nahl, 35)

    – Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü “Şu helaldir, şu haramdır,” demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar. (16/Nahl, 116)

    – Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem’in oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah’tan başkasına kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah’tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O.(9/Tevbe, 31)

    – Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katında olmadığı halde, “Bu, Allah katındandır.” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler.(3/Âli İmrân, 78)

    – De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (10/Yûnus, 69) (Ayrıca bkz: 3/94; 6/21; 10/17)

    Mezhep hükümlerinde haram olan etler:

    1. Kartal, akbaba, atmaca, çaylak, doğan, şahin, yarasa, kuzgun, alaca, karga, martı, balıkçıl kuşları ve leylek gibi kuşlar, fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından HARAM görülmüştür. Hüdhüd [ibibik] mekruhtur. Şafiîlere göre, kırlangıç, tavus, ibibik(hüdhüd) ve papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve balıkçıl kuşları ise helaldir. (Bkz: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Etleri Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar, Bilmen Yay. İstanbul, 1986, s: 397; Diyanet İşleri Başkanlığı, İlmihal II, Yiyecekler, On dördüncü Bölüm, Haramlar ve Helaller, Kara Hayvanları. – http://www.diyanet.gov.tr.

    2. Balık suretinde olmayan -ahtapot, kalamar, mürekkep balığı, deniz hınzırı, denizatı, denizaygırı, denizanası, denizayısı, yengeç, midye, karides, istiridye, ıstakoz, kerevit, deniz salyangozu vs. gibi- deniz hayvanlarının etlerini yemek HARAM’dır.

    Bkz: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Etleri Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar, Bilmen Yay. İstanbul, 1986, s: 398; Diyanet İşleri Başkanlığı, İlmihal II, Yiyecekler, On dördüncü Bölüm, Haramlar ve Helaller, Su Hayvanları – http://www.diyanet.gov.tr; İslam Ansiklopedisi, Eti Yenmeyen Hayvanlar, Suda Yaşayan Hayvanlar.

    Kur’an’da haram olan etler:

    2/ Bakara Suresi:
    173. Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    5/Mâide Suresi:
    3. Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a itaatten kopmak)tır. Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

    6/ Enam Suresi:
    145. De ki: “Bana vahyolunanda bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

    16/ Nahl Suresi:
    115. Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    22/ Hac Suresi:
    30. Bu böyle. Kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, bu, Rabbi katında kendisi için bir hayırdır. Haramlığı size okunanların (bildirilenlerin) dışında bütün hayvanlar size helâl kılındı. Artık putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden kaçının.

    Ayrıca mezhep hükümlerini Allah’ın hükümlerinden daha üstün görmüyorum. Mezhep hükümlerinin sorgulanmaz, dokunulmaz ve kutsal olduğuna inanmıyorum. Müctehid imamlarınız bu konuda bakınız neler söylemişler:

    * Ubeydullah el-Kerhî’ (v. 340/951): “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te’vil edilmiştir yahut da mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te’vîl edilmiştir yahut da mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır.” [el-Kerhî, er-Risâle, İst. ts, s. 84.]
    Kerhî’nin demek istediği şudur: Nas ile mezhep çatıştığı zaman biz mezhep hükmünü alır, onu uygularız. Bkz: Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İst., 2001, İz yayıncılık, s. 236.

    * İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: “Hadis-i şeriflerle amel etmek, bize caiz olmaz. Mezhebimizin hükmüne aykırı gibi görülen hadis-i şerifler, âlimlerin sözlerini reddetmek için delil ve senet olamaz.” [Mektubat 1/312, Mebde ve Mead 31]

    * Muhammed Hadimi hazretleri de buyuruyor ki: Dindeki dört delil, müctehidler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü bizler, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Mezhebin bir hükmü, âyete, hadise uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. [Berika s. 94]

    * Bir hadis, bir âyete zıt gibi görünürse, hadis-i şerife uyulur. Bir hadis, mezhebin hükmüne zıt gibi görünürse, mezhebin hükmüne uyulur.
    Bkz: http://www.dinimizislam.com – Mezhep ve Mezhepsizlik.

    – Âyetlerimizi geçersiz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için elem dolu, çok kötü bir azap vardır.(34/Sebe, 5, 38; 22/Hac, 51)

    Yukarıdaki söylemleri maddeler halinde sıralarsak;

    A. Bizim için (yani mezhep salikleri için) dindeki delilin yalnız mezhep hükümleri olduğu,

    B. Ayetlerle ve hadislerle amel etmenin caiz olmayacağı,

    C. Mezhebin hükümlerine ters düşen ayet ve hadis alimlerin sözlerini reddetmek için delil ve senet olamayacağı,
    D. Mezhebin hükümleri Kur’an ayetleri ve hadislere ile çatıştığında mezhep hükümlerine uyulması gerektiği,

    E. Mezhebin hükmü, ayet ve hadise zıt gibi görünse de yanlış olmadığı,
    F. Mezhebin hükümlerine uymayan her Kur’an ayeti ve hadis mezhebin hükmüne göre yorumlanarak uydurulmaya çalışılır, eğer uydurulamazsa hükümsüz sayılır.

    H. Bir hadis bir ayete ters düştüğünde hadise, bir hadis mezhebin bir hükmüne ters düştüğünde mezhebin hükmüne uyulur. yani kısacası daha açık bir ifade ile; bir AYET mezhebin hükmüne ters düştüğünde AYET’E DEĞİL MEZHEBİN HÜKMÜNE UYULMASI gerektiği ifade edilmektedir. Bu düşünceyi Ubeydullah el-Kerhî, Berika müellifinden daha açık bir şekilde ifade etmektedir.)

    Sonuç olarak Allah’ın yerine mezhep imamları, Kur’an’ın yerine de mezhep kitapları konularak mezhepler olması gereken boyuttan çıkarılarak dinleştirilmiştir.

    – Allah katında din, İslam’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir. (3/Âl-i İmrân, 19)

    – Yoksa onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde kim varsa, hepsi ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve O’na döndürüleceklerdir.(3/Âl-i İmrân, 83)

    – Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (3/Âl-i İmrân, 85)

    – … Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. (5/Mâide, 3)

    – Şüphesiz ki bu (İslâm), bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin. (21/Enbiyâ, 92)

    – Şüphesiz ki bu (İslâm), tek bir din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının. (23/Mü’minûn, 52)

    – Bütün batıl inançlardan uzaklaşarak, yüzünü hak dine çevir—o fıtrat dinine ki, insanları Allah onun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur; lâkin insanların çoğu bilmezler. (30/Rûm, 30)

    Sayın Abdulhalık! Allah’a ulaşmak için Kur’an’dan ve gerçek nebevi sünnetten daha çok önem verdiğiniz ve sizce Allah’a ulaşmak için güvenli ve dosdoğru bir yol olan mezhebinizin ana ilkeleri işte bunlardır. Hz. Peygamber de mi böyle düşünmüş ve böyle yaşamıştır. Enam suresi’nin 159ncu ayeti kerimesi, bulunduğunuz konumu ne kadar da güzel vurgulamaktadır. Bu ayetin ışığında izlediğiniz yolu tekrar gözden geçirmenizi acizane bir tavsiyem olarak kabul edin. Selametle…

  36. ŞİALARIN TOPLUMDAKİ YERİ BELLİDİR SAPIK MEZHEPTİR AKLI BAŞINDA OLAN HERKES BUNU BİLİR

    Kimi aşırılıga sapdı.

    Kimi inkara yöneldi.

    Kimi aklına kul oldu.

    Kimi felsefeye yar oldu.

    Kimi yabancı ajnların, bilhassa yahüdilerin agına düştü.

    Kimi de petrolüne, yeraltı servetine güvenerek şımardı.

    Nicesi de İslam´da olmayan, hatta yasak olan şeylere dadandı
    EHLİ SÜNNETTEN YÜRÜYEN HARİÇ DÖRT MEZHEP DIŞINDAKİLER SAPIKTIR

    1.si şia mezhebinin erkek erkeğe dudaktan öpüşmesi gibi bişey var resimleri sitelerde kolgeziyor
    2.si_erkek eşi ile arkadan ilişkiye girebilir mi sorusuna şiaların verdiği cvp manidardır”eşi isterse caizdir fakat mekruhtur şiddetle kınanmıştır….birşey aynı anda nasıl hem caiz hem mekruh olabiliyor

    bunun gibi daha birçok örnekleri http://www.mumsema.com adresinde şianın sapıklıkları konusunda delilleriyle görebilirsiniz

    mezhepler ALLAHIN hükmünden başkasını söylemezler yani 4 mezhep

    32- O müşriklerden (olmayın ki) onlar, dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır. Her grup kendilerindekine güvenmektedir.ayeti mekkeli müşriklere hitaben inmiştir ……SİZİN YANLIŞ ANLADIĞINIZ SADECE BİR AYETİ ÖRNEK VERDİM GERİSİNİDE AÇIKLAMAYI DÜŞÜNMÜYORUM DAHA BİR SÜRÜ VAR DEĞECEĞİNİ BİLSEYDİM SEVE SEVE AÇIKLARDIM…. DELİL GETİRİNCE HİÇ GETİRMEMİŞ GİBİ HAREKET EDİLİR BUNU BİLE BİLE KENDİME YAZIK EDEMEM bnim SİZE tavsiyemde delil getirdiğiniz ayetlerin ne üzerine indiğini ne anlama geldiğini,Allah dostlarının sözlerinin ne anlama geldiğini daha iyi araştırmanızdır…YALNIZ EHLİ SÜNNETE BAKARAK ARAŞTIRMAK SADECE KENDİ GRUBUNUN GÖRÜŞLERİNE BAKARAK HÜKÜM VERMEK HAKSIZLIK DEĞİL MİDİR?…İŞİMİZE GELİNCE AYETİ DELİL GETİREREK İŞİMİZE GELİNCE HADİSİ VEYA ALLAH DOSTLARININ SÖZLERİNİ DELİL GETİRMEK HANGİ MAHKUKATA YAKIŞIR?
    KARŞIMA EN ÇOK HELE Kİ ALLAH DOSTLARININ SÖZLERİNDEN KISIM ALINTILARI ÇOK ÇIKIYOR İŞLERİNE GELMEYEN KISMI VERMİYORLAR…BAZEN BİR KİTAP DELİL GETİRİLİYOR YAZARI SAPIK OLUYOR KARŞIMA BİR KERESİNDE BİR TASAVVUF YAZARININ(!)KİTABINI GETİRDİLER ADI ÖYLE BİR MÜNAFIĞIN EN AZ 20 KİŞİ TARAFINDAN TEKFİR EDİLMİŞ…BU OLACAK İŞ MİDİR?
    FAZLA SÖZE GEREK YOKTUR HERŞEY ORTADADIR ANCAK BAZI ŞEYLERİ GEREKTİĞİ GİBİ ANLAYAMAYANLAR KENDİKENDİNE YORUM YAPMAKTAN EHLİYETSİZ KİŞİLERİN YORUMLARINDAN VAZGEÇMEYENLER YOK OLMAYA MAHKUMDURLAR YOKEDİLME FAALİYETLERİ DE BAŞLAMIŞ DURUMDA….ARTIK DUR DİYENLER HER YERDE

    NİTEKİMDE RESULULLAHIN DEDİĞİ GİBİ 73 FIKRADAN BİR TANESİ KURTULUŞA ERECEK ONLARDA BİZLERİZ İNŞALLAH GERÇEKLER ACIDR
    AMA HİÇBİR ŞEY İÇİN GEÇ DEĞİL TÖVBE KAPISI AÇIKTIR….SELAMETLE

  37. sadece mezhepsizlik üzerine bir alimimizin yazılarını dile getirmek istiyorum bu bir söyleşidir..DİKKATLE OKUNMASINI TAVSİYE EDERİM

    Gülistan: Kıymetli hocam, bazı kimselerin “Mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır? Mezhepler niçin vardır? Ya da “Mezhebler olmasaydı ne olurdu?” sorularına muhatap oluyoruz. Bu soru nasıl cevaplandırılmalıdır?

    Ebubekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’ tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.

    Sahabe Döneminde İçtihad

    Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her alimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)’in söz, davranış ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O’na danışılmış, hüküm sorulmuş, direktif alınmıştır. Dolayısıyla “Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?” gibi bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.

    Hatta Hz. Mu’âz (ra)’ı Yemen’e gönderirken “Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?” diye sorduğunda Hz. Mu’âz (ra), önce Kur’an’a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet’e itikal edeceğini, orada da bulamazsa içtihad edeceğini söylemiş, Efendimiz (sav) de onun bu hareket tarzını onaylamış, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için Allah Teala’ya hamd etmiştir. Bu olay bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile alim sahabîlerin kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir.

    Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe’nin ileri gelenleri içtihad edip fetva vermeye devam ettiler. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişi bulunduğu belirtilmiştir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (Allah hepsinden razı olsun).

    Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan başka müçtehid yoktu. Aksine Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka’b, Ebû Musa el-Eş’arî… (r.anhum) gibi alim sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları, ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekün oluşturmuştur.

    Bir de sınırlı sayıda fetva vermiş olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır. Fetvaları bize kadar intikal etmiş bulunan sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır.

    Bütün bunlar şunu gösteriyor: Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul’üyle füru’uyla müesses hale gelmemiş olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’ vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.

    Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri

    Tabiun zamanına geldiğimizde, içtihad faaliyetinin artarak devam ettiğini görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip uygulamaya koyduğu “farazî fıkıh” sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım faktörler sebebiyle, Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine’de ünlü “Yedi Fakih” (Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahmân, Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke’de Atâ b. Ebî Rabâh, Mücâhid, İkrime; Basra’da el-Hasenu’l-Basrî, İbn Sîrîn, Katâde; Kûfe’de İbrahim en-Neha’î, Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda’… gibi her biri alim sahabîler elinde yetişmiş ünlü fakihler, bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir şekilde devam ettirmiş, fetva verip talebe yetiştirmişlerdir.

    Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kuşak gelir. Bunlar da Tabiun’un alimlerinin elinde yetişmiş, Sahabe ve Tabiun’un fıkhının üzerine kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren mezheplerin kurucuları olma payesine ulaşmışlardır.

    İçtihad faaliyeti Sahabe kuşağından itibaren hoca-talebe ilişkisi içinde mezhep imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, “mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?” sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap “Sahabe döneminden itibaren” şeklinde olmalıdır.

    Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları fer’î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir şekilde nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört Mezhep imamı ve onların dönemi ile başlatılır.

    Şu halde sorunun ilk kısmını şöyle toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin oluşturduğu vakıası nazara alındığında, mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur. ‘Mezhep’ dendiğinde Usul’ü tam anlamıyla ortaya konmuş, fer’î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları temayüz ve bize kadar intikal etmiş bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi Dört Mezhep imamı ile başlatılabilir.

    Sorunun ikinci kısmına, yani “Mezhepler niçin vardır?” sorusuna gelince, buna kısaca şöyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, İkincisi de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceği konusundaki anlayış farkından dolayı.

    Kur’an ve Sünnet Farklı Yorumlanmaya Müsaittir

    Birçok nassın farklı anlaşılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir müçtehid, ayet ve hadisten farklı bir şey anlamıştır. Burada genellikle verilen örneği tekrar edecek olursak, Kur’an’da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet süresi, “üç kur’” olarak ifade edilmiştir (el-Bakara; 228).

    Ulema, buradaki ” kur’” kelimesinin hem “hayız”, hem de “temizlik” dönemi hakkında kullanılan “müşterek” bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vaki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes’ûd vb. sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) bu kelimenin “hayız”ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (Allah hepsinden razı olsun) “temizlik dönemi”ni anlattığını söylemişlerdir.

    Burada, sanki Yüce Allah, mü’minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murad etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır.” Dikkat edilirse burada, “ay” kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan “kur’” kelimesi yerine de “ay” kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.

    Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak kullandıkları halde, Müçtehid İmamlar’ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” isimiyle dilimize çevrilen muhtasar çalışması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)

    Bir de hadislerin kabul şartlarındaki görüş ayrılıklarını buraya eklememiz gerekir. Bu bağlamda, ravilerde aranan şartların mezhepten mezhebe değişmesi de önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti, bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır. Kimsenin herhangi bir imama “Sen niye bu şartı koydun da şu şartı koymadın?” gibi bir soru sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar bulunması da son derece tabiidir.

    Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o meselede ihtilaf edilmemesini tek başına sağlamaz. Ya da şöyle diyelim: Bir meselede ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti ve pratik karşılığı yoktur.

    Kur’an ve Sünnet’te Yer Almayan Meselelerin Çözümü

    Hakkında Kur’an ve Sünnet’te hüküm bulunmayan hususlarda ne şekilde hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid İmamlar’ın mezheplerini birbirinden farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle “tali deliller” dediğimiz İstihsan, İstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi’, Medine Ehli’nin uygulaması… gibi unsurların bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela İmam eş-Şâfi’î, Hanefîler ve hatta Malikîler tarafından benimsenen “İstihsan”ı kabul etmemiş, Hanefîler, Şâfi’îler ve Hanbelîler Medine Ehli’nin uygulamasının delil teşkil etmeyeceğini söyleyerek İmam Mâlik’ten ayrılmışlar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken İmam eş-Şâfi’î, Sa’îd b. el-Müseyyeb’in müselleri hariç, diğerlerini reddetmiştir… Örnekleri uzatmak mümkün. (Bu konu hakkında Mustafa Sa’îd el-Hınn’ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalışması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye şayandır.)

    Sorunun “Mezhepler olmasaydı ne olurdu?” diyen üçüncü kısmına gelince, bunun yanlış bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın şu noktayı ortaya koymuş olması gerekir: Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta “kaçınılmaz” bir şey olamaz. Eğer nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.

    Burada şunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i Muhammed’e bir “rahmet” olarak yansımıştır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu bir “sonuç”tur. Yani mezhepler “Ümmet’e kolaylık olsun diye” özellikle oluşturulmuş değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet’e kolaylık ve rahmet olarak yansımıştır…

    Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur? Muhakkik alimlerden Zahid Kevseri Hazretlerinin “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” sözünü açıklar mısınız?

    Ebubekir Sifil: Aslına bakarsanız “Mezhepsizlik” diye bir şey yoktur. Mevcut mezheplerden birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen karma bir oluşumdur. Zira, birinci sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin “zorunlu” olduğunu belirtmiştik.

    Mezhepsizlik Nedir?

    O halde “mezhepsizlik” diye ifade edilen şey nedir? Bu sorunun en kestirme cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki “yeni oluşum” eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.

    Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani “mutlak müçtehid” olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira “yeni içtihad” çağrısı yaklaşık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.

    Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen “karma” bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmişlerdir.

    Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:

    1. Doğrudan Kur’an ve Sünnet’le amel etme iddiası.

    2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düşüncesi.

    Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklid etmekle değil, Kur’an ve Sünnet’le amel etmekle mükelleftir.

    Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, “uçuk”tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî tarafından dillendirilen “taklidin haramlığı” iddiası, günümü de de kendisine “Selefî” diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.

    İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre “Din” ile “Fıkıh” birbirinden ayrı şeylerdir. “Din”, değişmezler sahasını oluştururken “Fıkıh” çerçevesine giren hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.

    Bu düşüncelerin her ikisi de “Fıkıh” sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid’e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar’ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.

    Bu saikle hareket edenlerin genellikle, “genellikle” diyorum, çünkü hepsini aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, İslam’ı bir yerlere, bir şeylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras paylaşımı ve çok eşlilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın red ve ilgasını hedefleyen bu yaklaşımın temsilcileri, genellikle dinin rasyonelleştirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından “hafife alınması”, Kur’an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.

    Allame Zâhid el-Kevserî merhumun “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” sözü, Makâlât adlı eserinde yer alan bir makalenin başlığıdır. Gerçekten son derece hikmetli bir sözdür. Ne ifade ettiğine gelince, aşağıdaki adreslerde konuyla ilgili detaylı bilgi bulunmaktadır:

    http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=21

    http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=dergi&no=89

    Özeti şudur; Mezheplerin reddi, onların üzerine oturduğu “Kur’an ve Sünnet telakkisinin” reddi anlamına gelmektedir ya da son tahlilde yolu oraya çıkmaktadır. Bu da sonuçta Kur’an ve Sünnet’in “delil”, yani “yol gösterici, rehber” olmaktan çıkarılıp, çağa göre, insanların heva ve heveslerine göre yorumlanabilen nesneler haline dönüştürülmek istenmesiyle olmaktadır. Bir müslümanın Kur’an ve Sünnet’i bu konumda görmesi mümkün değildir. Zira bu iki kaynak çağa, ya da şunun bunun hevasına göre yorumlanmaz; onlara ittiba eder, tabi olur kurtulursunuz. Mesele bundan ibarettir!

    Gülistan: Dört hak mezhep” nasıl belirlenmiştir? Bunların dışındaki mezheplerin konumunu izah edermisiniz.

    Ebubekir Sifil: “Dört hak mezhep” tabiri, birinci sorunun cevabını verirken de işaret ettiğim gibi, bir çok mezhep içinden sadece dördünün usul’üyle, kaynakları ve ilkeleriyle bize kadar intikal etmesi sonucu, yani tarihî realitelerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir tabirdir.

    Ehl-i Sünnet çizgi içinde bu dördünden başka bu söylediğim çerçevede bize intikal etmiş başka bir mezhep yoktur. Bu cümleden olarak mesela Süfyan es-Sevrî’nin ya da el-Leys b. Sa’d’ın mezhebi de usul, kavaid, füruat ve kaynaklarıyla müesses olarak bize kadar sağlam bir şekilde gelmiş olsaydı, o zaman “Beş hak mezhep” ya da “Altı hak mezhep” tabirini kullanacaktık. Ama takdir-i ilahi, bu mezhepler içinden sadece dördünün yaşaması şeklinde tecelli etmiştir.

    Ehl-i Sünnet çizgide bunların dışında ve bunların seviyesinde başka bir mezhebî oluşum yüzyıllardır mevcut olmamıştır. Şia’da ya da başka bid’at fırkalar bünyesinde bu türlü oluşumlar mevcut olabilir/olmuştur. Ama bunlar, kaynakları, Kur’an ve Sünnet anlayışları bakımından Ehl-i Sünnet’le farklılık arz ettiği için konu dışıdır.

    Gizli Bid’at Ehli

    Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet bir toplumda yaşadığı halde, Ehl-i Sünnet’e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer’î alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları “yeni içtihad yapıyorum” ya da “Ehl-i Sünnet’i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum” demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.

    Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylaşan, bizlerin okuduğu gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. “Müslümanların mağduriyeti”, “Filistin ve Çeçenistan sorunu”, “Başörtüsü meselesi” gibi birtakım hassasiyetlerimizi de paylaşır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih içinde var olmuş hiçbir İslamî oluşumun söylemediği şeyler söyler, fetvalar verirler. Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! İnsanımızın bu noktaya çok dikkat etmesi lazım.

    Hak mezheplerin dışındakiler “bid’at” oluşumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani “Din tasavvurları” farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kimse ve kesimler de dahil olmak üzere, bu tarz yönelişlerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.

    Gülistan: Fıkıhta değişen hayata ve zamana göre dört mezhep çizgisinin dışına çıkılması uygun mudur? Bu uygunluk aranmadan bu tür bir çıkış yapılsa sonuçları sizce ne olur ?

    Ebubekir Sifil: Dört Mezheb’in usulleri iyi incelenirse görülecektir ki, hayatımızı İslamî kılmak için bu usuller fazlasıyla yeterlidir. Yeter ki bihakkın anlaşılsın ve işletilsin. Elbette mezheplerin içtihadları içinde, örfe dayanılarak verilmiş birtakım hükümler, örfün değişmesiyle değişecektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken başlıca iki husus vardır:

    1. Değişmesi gerektiği düşünülen hüküm, örfe binaen verilmiş olacaktır. Bundan emin olunmalıdır.

    2. Onun yerine getirilecek hükmün dayanağını teşkil edecek olan yeni örfün de Edille-i Şer’iyye esasında sahih/muteber örf olması elzemdir.

    Bu sadece bir örnektir ve konu üzerinde şüphesiz daha uzun boylu şeyler söylenebilir / söylenmelidir. Ancak bu söyleşi çerçevesinde tekraren vurgulamış olalım ki, Dört Mezheb’in ulemasının tesbit ettiği Usul ve Kavaid çerçevesinde çözüme kavuşturulamayacak problem yoktur.

    Dört Mezheb’in dışına çıkılacak olursa ne olur? Usul-i Fıkıh ile İtikad arasında kopmaz bir ilişki vardır. Yani siz, Usul’de Ehl-i Sünnet, füruda Mu’tezilî ya da Modernist olamazsınız. Zira Mu’tezile’nin ve Modernizm’in kaynak/delil anlayışı, genel “Din” anlayışının dışında ve onunla irtibatsız değildir. Dolayısıyla Mu’tezile’nin fer’î çözümlerini benimsediğinizde Usul’ünü benimsemiş, dolayısıyla Din tasavvurunu paylaşmış olursunuz.

    Günümüzde bu nokta çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Dikkat etmek gerekir.

  38. Lütfen! Mezheplere ve hadislere göre haram olan etleri, Tevrat ve Kur’an ile karşılaştırarak, bu haramların dayanağının Tevrat mı ve Kur’an mı olduğunu sorgulayın.

    BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ
    Ömer Nasuhi Bilmen
    Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1986.

    YEDİNCİ KİTAP/Etleri Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar

    “47-Yaratılışında vahşet ve bayağılık olmayan, iğrenç görülmeyen hayvanların etleri din ölçüleri içinde helaldir, yenebilir. Tavuk kaz, ördek, zürafa, deve kuşu, bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, koyun, keçi, deve, sığır, manda, ekin kargası, tavus, kırlangıç, baykuş, tavşan ve turna gibi hayvanlar bu kısım eti yenen havanlardandır. Serçe ve sığırcık kuşlarını yemekte de bir sakınca yoktur.

    Yarasa kuşunun yenip yenmemesinde, haram veya mekruh olup olmamasında ihtilâf vardır. Hüdhüd kuşunu yemek mekruhtur.

    Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının eti aslen helaldir. Ancak bunların etlerini yiyenlerin bir belâya tutulacakları halk arasında söylenti haline geldiği için yenmeleri iyi değildir.

    * (Şafiîlere göre, kırlangıç, tavus, hüdhüd ve papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı ve balıkçıl kuşları ise helaldir.)

    48-Azı dişleri ile kapıp avlayan ve parçalayan, kendisini koruyan hayvanların etleri haramdır, yenilemez. Kurt, ayı, aslan, kaplan, pars, sincap, samur, sansar, maymun, sırtlan, fil, köpek, kedi, keler, tilki, gelincik gibi hayvanlar etleri haram hayvanlardır. Azı dişleri olduğu halde bunlarla başkasına saldırmayan bir hayvanın eti de yenebilir; deve gibi…

    49-Tırnakları ile kapıp avlanan, tırmalayan ve yaratılışında bayağı olan kuşların etleri de haram veya tahrimen mekruhtur. Kerkenez, çaylak, kartal, kuzgun, akbaba, alaca, karga, yarasa, atmaca, şahin gibi. Bunlar leş yemekten çekinmezler. Tırnaklı olduğu halde bununla hayvanları avlamayan bir kuşun eti yenilebilir, güvercin gibi…

    Yaratılışı bakımından iğrenç olan birtakım hayvanların etleri de haramdır, yenmez: Fare, yaban faresi, akrep, yılan, kene, kurbağa, kara ve deniz kaplumbağası, arı, karasinek, sivrisinek, köstebek, kirpi, bit, pire gibi böcekler.” (Sayfa: 397)

    “51-Pislik gibi temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır ve deve gibi hayvanların etleri, bu hayvanlar bir müddet hapsedilmeden kesildikleri takdirde, mekruhtur. Çünkü bu halde etleri fena bir kokudan kurtulmuş olamaz. Bunların hapsedilme müddeti tavuklar için üç gün, koyunlar için dört gün, sığır ve develer için de on gündür. Böyle pislik yiyen bir hayvana Celâle denir. Bu hayvanlar, etleri, kokmayacak şekilde pis şeylerden yiyecek olsalar, hapsedilmeleri gerekmez, etleri kerahetsiz olarak yenebilir.

    56-Devamlı olarak suda yaşayıp barınan hayvanlardan her nevi balıketleri yenebilir, helaldir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bunlardandır. Fakat diğer su hayvanları çirkin şeylerden sayılır, yenmeleri caiz olmaz. Yengeç, midye, istiridye, ıstakoz gibi olanlar helal değildir, etleri yenmez.

    Kezalik: deniz insanı, deniz aygırı, deniz hınzırı gibi balık şeklinde bulunmayan deniz hayvanlarının yenmeleri helal olmadığı gibi, avlanmaları da helal görülmemektedir.” (Sayfa: 398)

    TAM İLMİHÂL- SAADET-İ EBEDİYYE
    Hüseyin Hilmi Işık
    25. Baskı, Işık Kitabevi, İstanbul, 1980.

    41 — YİMESİ ve KULLANMASI HARAM OLAN ŞEYLER

    Avını köpek dişi ile veya pençesi ile yakalayan hayvanın etini yemek haramdır. Karada, suda yaşayan haşaratı yemek, helâl değildir. Meselâ, kertenkele, kaplumbağa, yılan, kurbağa, arı, pire, bit, sinek, akrep, midye, yengeç ve fare, köstebek, kirpi, sincap yemek helâl değildir. Avlanılan, yakalanan her balığı yemek helâl olduğu, Mâide suresinde bildirilmektedir. Su içinde kendiliğinden ölüp, karnı üst tarafta duran balık yenmez. Ağ ile saçma ile ilâç ile sarsıntı ile ölen her balık yenir. Kitaplı kâfirlerin, kendi kitaplarına göre ve kendi dilleri ile Allahü teâlânın ismini söyleyerek kestiklerini ve kadının, çocuğun ve cünüp olanın kestiğini yemek caizdir. Besmele çekmesi unutularak kesileni ve avlananı yemek caizdir. Şafiî mezhebinde Besmelesiz kesileni yemek de caizdir. Malikî mezhebinde, Besmelesi unutulan da yenmez. (Sayfa: 554)

    DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI, İLMİHAL- II Ondördüncü Bölüm Haramlar ve Helâller

    II. YİYECEKLER

    A) Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar

    1. Yırtıcı hayvanlar grubundan olan yani alt ve üst çenesindeki dört uzun ve sivri dişleri ile kapıp avlanan ve kendisini bu yolla savunan -evcil olsun olmasın- kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan, köpek, kedi gibi hayvanlar ile pençesiyle kapıp avlanan şahin, doğan, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar, bu özellikte olmasa bile genelde pislikle beslenen kuzgun, karga gibi kuşlar, tabiatı itibariyle iğrenç bulunan fare, yılan gibi hayvanlar, akrep, sinek, örümcek gibi haşarat fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından haram görülmüştür.

    Malikî bilginlerin bir kısmına göre aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların etlerini yemek helâldir, bir kısmına göre haram olmamakla beraber mekruhtur. Malikî mezhebinde meşhur görüşe göre şahin, kartal gibi yırtıcı kuşların ve pislikle beslenen kuşların yenmesi de mekruhtur. Bu âlimler Kur’an’da sadece domuzun haram kılınmış olmasından, ayetteki genel iznin hadisle sınırlanamayacağı noktasından hareket etmişlerdir.

    2. Eti yenen hayvanların tespitinde çerçeveyi en dar tutanların Hanefîler, en geniş tutanların ise Malikîler olduğu söylenebilirse de bu çerçeve içinde pek çok görüş farklılıkları bulunmaktadır. Bazı hayvanların saldırganlık özelliği, avını tutma ve yeme şekli ile tabiatı itibariyle iğrenç sayılıp sayılmaması hususunda farklı değerlendirmeler bulunduğu için etlerinin hükmü hakkında da ihtilâf edilmiştir.

    Meselâ tilki, Hanefîlerden Ebû Yusuf ve Muhammed’e, Şafiîlere, -bir rivayette- Hanbelîlere ve bazı Malikîlere göre helâl sayılmıştır. Yine bu değerlendirmeler çerçevesinde olmak üzere, ayı Hanefî ve Şafiîlere göre haram, Malikî ve Hanbelîlere göre helâl, zürafa Şafiîlerde mutemet görüşe göre haram, diğer üç mezhepte helâl kabul edilmiştir. Keza tavus kuşu ve papağan Şafiî mezhebinde haram, diğer üç mezhepte helâl, kirpi Hanefî ve Hanbelîlerde haram, Şafiî ve Malikîlerde helâl sayılmıştır.

    Bu çerçeve dahilinde pek çok detay ve görüş farklılığı bulunmaktadır. Hanefîlere göre -yukarıda sayılanlar dışında- yenmesi caiz görülmeyen belli başlı hayvanlar şunlardır:

    Çakal, sincap, samur, sansar, sırtlan, keler, gelincik, çaylak, kuzgun, baykuş, atmaca, kaplumbağa, köstebek, kertenkele, salyangoz ve her türlü haşarat.

    Hakkında hadis bulunması veya bir hadis ile ilgi kurulması dolayısıyla yenmesinin caiz olup olmadığına dair farklı görüş belirtilen hayvanlar da vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:

    3. Tavşan eti, dört Sünnî mezhebe göre helâl olmakla birlikte, bazı sahabe ve tabiîn bilginleri ile müctehid imamlardan İbn Ebû Leyla’ya göre tahrîmen mekruhtur.

    4. At eti, dört mezhepte genel kabul gören görüşe göre helâldir; Ebû Hanife’ye göre ise tahrîmen mekruhtur. Hanefî literatüründen zâhirü’r-rivâye eserlerinde “mekruh”, Hasan b. Ziyâd rivayetinde “haram” nitelemesi geçmekte ise de, asıl belirtilmek istenen husus bunu yemenin helâl olmadığıdır. İmâmeyn ise (Ebû Yusuf ve Muhammed) at eti yemeyi mekruh saymamışlardır. Fakat bazı Hanefî bilginlerin görüşü doğrultusunda olmak üzere Hanefî mezhebinde tenzîhen mekruh görüşü yaygındır. Malikî mezhebi içinde de at eti yemeyi haram görenler ve tenzîhen mekruh sayanlar vardır.

    6. Katır ve benzerlerinin etine gelince, iki ayrı türden hayvanın birleşmesi ile meydana gelen hayvanın konusunda üç durum söz konusudur: a) Her iki tür, eti helâl olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de helâldir. b) Her iki tür, eti haram olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de haramdır. c) Biri eti helâl olanlardan diğeri haram olanlardan ise, Hanefî ve Malikîlere göre hükümde ananın türü esas alınır; Şafiî ve Hanbelîlere göre helâl olmayan taraf esas alınır. Buna göre dört mezhepte de anası eşek olan katırın haram olduğu görüşü yaygındır. Anası at ise, Ebû Hanife’ye göre mekruhtur; Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre mekruh değildir. Ayrıca, anasının at veya eşek olması hususunda ayırım gözetmeden başka delillere dayanarak katır etinin mekruh olduğunu savunan bir görüş de vardır.

    d) Su Hayvanları

    2. Balık türü dışında kalan (midye, kurbağa, yengeç gibi) su hayvanlarını yemek Hanefîlere göre helâl değildir. Diğer üç mezhebe göre ise, sadece suda yaşayan her türlü hayvan -kendiliğinden ölmüş bile olsa- yenebilir, helâldir. Şafiî mezhebinde, Hanefîlerin paralelinde bir görüş ile su hayvanlarından eti yenen kara hayvanlarına benzeyenleri helâl, eti yenmeyen kara hayvanlarına benzeyenleri haram sayan bir görüş de vardır.

    e) Hem Karada Hem Suda Yaşayan Hayvanlar
    Hem karada hem suda yaşayan kurbağa, kaplumbağa, yengeç, yılan, timsah gibi hayvanlar hakkında üç görüş vardır: Hanefîlere ve Şafiîlere göre bunları yemek helâl değildir. Malikîlere göre bu tür hayvanlar yenebilir, helâldir. Hanbelîlere göre timsah, kurbağa ve yılanın yenmesi helâl değildir, diğerleri yenebilir. Ancak bunlardan, akıcı kanı olan (kaplumbağa, su aygırı gibi) hayvanlar için boğazlama işlemi gerekir, akıcı kanı olmayanlar için boğazlama da gerekmez.
    Kaynak: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/basiliyayin/web_kitap

    İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

    ETİ YENMEYEN HAYVANLAR
    “O peygamber onlara temiz şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar ” (el-Araf, 157) ayet-i kerimesi ile Hz. Peygamber (s.a.s.)e verilen “pis şeyleri haram kılma” yetkisi sonucunda Kur’an-ı Kerim’de adı geçmeyen diğer eti yenmeyen hayvanlar da şunlardır:

    1) Ayet-i kerimede geçen “pis” diye vasıflanabilecek tüm hayvanlar: Burada geçen “pis” olma vasfı insana zararlı olabilecek şekilde zararlı şeylerle beslenen hayvanları içine aldığı gibi tabiatı gereği insanın iğrendiği tüm hayvanları da içine alır. Yılan, fare, kaplumbağa, köstebek, kirpi, solucan, sinek gibi hayvanlar bu gruba girer.

    2) Akar kanı olmayan böcekler: Çekirge dışındaki böcekler.

    3) Pençesiyle avlanan yırtıcı hayvan ve yırtıcı kuşlar: Hanefi fıkhına göre “siba (yırtıcı hayvanlar)” kelimesi et yiyenler şeklinde kabul edilmiş ve bu gruba giren tüm etçil hayvanların eti haram sayılmıştır. (Aslan, kaplan, kurt, ayı, tilki, çakal, fil, gelincik, sansar, samur, sincap, maymun, köpek, kedi vs.) Şâfiîler ise bu kelimeye “insanlara saldıran ve parçalayan” anlamını verdikleri için tilki ve çakalı bunların dışında değerlendirip etlerini helâl kabul etmişlerdir. Mâlikilerde ise bu tür hayvanları yemek haram değil mekruhtur.

    Yırtıcı kuşlar hakkındaki görüşler ise, Hanefilerde akbaba ve karga mekruh görülürken Malikilere göre tüm yırtıcı kuşlar mekruhtur. Şâfiîler ise zararı dokunup dokunmadığını ölçü almakta ve zararı dokunanlârı mekruh görmektedir.

    Mezheplerin tümünün dayandığı delil ise şu hadis-i şeriftir: “Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın ve pençesiyle avlanan her kuşun yenilmesi yasaktır” (Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvûd, Atime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11).

    5) Suda yaşayan hayvanlar: Hanefilere göre suda yaşayan hayvanlardan yalnız balık helâl, kurbağa dahil diğer tüm deniz hayvanları haramdır. Mâlikîlere göre deniz domuzu hariç bütün deniz hayvanları helâldir. Şafiîlerde ise deniz hayvanlarından tabiatları gereği pis olanlar haram, temiz olanlar helâldir.

    Hastalık sonucu kendiliğinden veya zehirlenerek ölen deniz hayvanları yenmez. Bunun dışında taş, sopa gibi maddelerle darbe sonucu veya havasız, susuz kalma neticesinde ölenler helâldir. Kara hayvanlarında kanın akıtılması şart olduğu halde su hayvanlarında boğazlama veya yaralama gibi bir kan akıtma şartı aranmaz.

    Kaynak: http://www.samil.ihya.org.

    DİNİMİZ İSLAM – Helal ve Haramlar/ Neleri Yiyip İçebiliriz/Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar:

    Eti yenmeyen kara hayvanları:
    Domuz, kurt, ayı, aslan, kaplan, pars, leopar, panda, panter, çita, jaguar, puma, sincap, samur, sansar, kokarca, goril, maymun türleri [şempanze, babun, gibon, orangutan], sırtlan, fil, köpek, kedi, kunduz, porsuk, vaşak, çakal, tilki, gelincik gibi, avını köpek dişiyle yakalayan yırtıcı hayvanlar yenmez. [Şafii’de tilki, sırtlan, samur, sincap ve gelincik yenir.]

    Eti yenen kara hayvanları:
    Zürafa, kanguru, tavşan yenir. Eti yenen davar [koyun, keçi], sığır [manda, inek, boğa], deve gibi evcil hayvanların, yabani olanları da yenir. Mesela buffalo, bizon yabani sığırdır. Lama yabani devedir. Yani bunlar yenir. Keçinin yabanisi sayılan dağ keçisi, geyik, ceylan, antilop yenir. Yabani koyunlar da yenir. Evcil at, tenzihen mekruhtur. Midilli, bir at türüdür. At eti, Şafii ve Hanbeli’de helal, Maliki’de haramdır. Yabani atlar yenir. Evcil eşek yenmez. Yabani eşek denilen zebra yenir.

    Eti yenmeyen kuşlar:
    Avını pençesiyle yakalayan ve leş yiyen, çaylak, kartal, kerkenez, kuzgun, akbaba, leş kargası, yarasa, atmaca, şahin, martı, leylek, flamingo, egret, kelaynak gibi kuşlar yenmez.

    Eti yenen kuşlar:
    İğrenç olmayan, leş yemeyen, avını pençesiyle yakalamayan kuşlar yenir.
    Saksağan, kumru, bülbül, kanarya, muhabbet kuşu, keklik, sülün, bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, tarla kargası, tavus, kırlangıç, baykuş, papağan, turna, saka kuşu, çalı kuşu, ispinoz, serçe ve sığırcık gibi kuşlar helaldir. Hüdhüd [ibibik] mekruhtur. [Martı Hanefi ve Hanbelî’de yenmez. Maliki’de martı ve balıkçıl yenir. Şafii’de kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan yenmez. Martı, balıkçıl gibi deniz kuşları yenir.]

    Eti yenen kümes hayvanlarının yabanileri sayılan karatavuk, yabani ördek, yabani kaz, kuğu gibiler yenir. Hindinin yabanisi sayılan deve kuşu yenir.

    Haşaratlar da yenmez:
    Haşarat, yani toprak içinde yuvası olan küçük hayvanlar, helal değildir. Fare, akrep, yılan çeşitleri, kertenkele, timsah, kene, semender, kurbağa, kaplumbağa, salyangoz, arı, sivrisinek, karasinek, köstebek, kirpi, tahtakurusu, bit, pire gibi haşarat yenmez. [Şafii ve Maliki’de, kirpi ve kertenkele yenir.]

    Deniz hayvanları:
    Hanefi’de balık şeklinde olmayan hiçbir deniz ürünü yenmez. Mesela, ahtapot, kalamar, mürekkep balığı, deniz hınzırı, denizatı, denizaygırı, denizanası, denizayısı gibi hayvanlar ve yengeç, midye, istiridye, ıstakoz, kerevit, karides, deniz salyangozu gibi deniz haşaratı yenmez. Somon, kalkan, yunus, köpek balığı ve yılan balığı yenir.
    Hanefi hariç diğer üç mezhepte, deniz ürünlerinin hepsi yenir.

    KÜTÜB-İ SİTTE / YİYECEKLER BÖLÜMÜ

    KELER
    3875 – İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: “Hâlid İbnu’l-Velid radıyallahu anh’ın bana bildirdiğine göre, Hâlid, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile birlikte, Resûlullah’ın zevceleri Meymûne radıyallahu anha’nın yanına girerler. -Meymuna hem onun ve hem de İbnu Abbas’ın teyzeleri idi. Meymûne’nin yanında kızartılmış bir keler görürler. Bunu, Necid’den, kız kardeşi Hufeyde Bintu’l-Haris getirmişti. Meymûne radıyallahu anha keleri Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın önüne sürdü. Önüne bir yemek çıkarılıp da ondan bahsedilmeyip ve isminin de zikredilmediği durum nadirdi. (Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kelere elini uzatmıştı ki.) orada hazır bulunan kadınlardan biri:
    “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a takdim ettiğiniz şeyden haber verin, ne olduğunu söyleyin!” dedi. Bunun üzerine:
    “O kelerdir!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (uzatmış olduğu) elini derhal geri çekti. Hâlid radıyallahu anh:
    “Bu haram mıdır, ey Allah’ın Resulü?” dedi. Resûlullah:
    “Hayır, ancak o benim kavmimin diyarında bulunmuyor. Bu sebeple (onu yemeye alışkın değilim), içimde tiksinme hissediyorum!” buyurdular. Halid radıyallahu anh der ki: “Ben keleri (önüme) çekip yedim. Resulullah bakıyor fakat beni yasaklamıyordu.”
    Buhari, Et’ime 10, 14, Zebaih 33; Müslim, Sayd 43, 44, 45, (1945, 1946, 1948); Muvatta, İsti’zan 10, (2, 968); Ebu Davud, Et’ime 28, (3793, 3794), Eşribe 21, (37); Nesai, Sayd 26, (7, 198, 199).

    3876 – Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Bir bedevi Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a gelerek:
    “Ben keleri bol olan bir bölgede yaşıyorum. Keler ailemin yiyeceğinin ekseriyetini teşkil ediyor (bunun bir mahzuru var mı; ne buyurursunuz?” diye sordu. Ama Resûlullah cevap vermedi. Biz: “Tekrar sor!” dedik. O tekrar sordu. Resulullah cevap vermedi. Adam üçüncü sefer sordu. Üçüncüde Resulullah adama seslenip yanına çağırdı ve:
    “Ey bedevi! dedi, Allah, Beni İsrail’den bir boya lanet etti veya gadab etti. (Ceza olarak) onları yeryüzünde yürüyen hayvanlar haline çevirdi. Bilemem, ola ki bu, o lânete uğrayan meshe uğrayan kimselerdendir. Bu sebeple ondan ne yerim ne de yiyenleri men ederim!”
    Müslim, Sayd 51, (1951).

    TAVŞAN
    3877 – Halid İbnu’l-Huveyris radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam bir tavşan avladı ve Abdullah İbnu Ömer radıyallahu anhüma’ya gelip: “Ne dersiniz (bunun eti yenir mi?) diye sordu. Abdullah: “Tavşan Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a da (böyle avlanıp) getirilmişti. Ben de o sırada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun yenmesini yasakladı, tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu” dedi.”
    Ebu Davud, Et’ime 27, (3792).

    3878 – Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Yürüdük ve Merri’z-Zahran’dan bir tavşan kaldırdık. Arkadaşlarımız peşinden koştular ve (sonunda yakalamaktan) aciz kaldılar. Bu sefer ben koştum, yetiştim ve yakaladım. Onu (babalığım) Ebu Talha radıyallahu anh’a getirdim. O, tavşanı keskin bir taşla kesti. Budunu benimle Resûlullah’a gönderdi. Resûlullah onu yedi.”
    Enes’e: “Yedi mi, (gördün mü yediğini?)” diye sorulmuştu. Yani kabul etti” dedi.”
    Buhari, sayad 32, 10, Hibe 5; Müslim, Sayd 53, (1953); Ebu Davud, Et’ime 27, (3791); Tirmizi, Et’ime 2, (1790); Nesai, Sayd 25, (7, 196).

    SIRTLAN
    3879 – Abdurrahman İbnu Ebi Ammar rahimehullah anlatıyor: “Hz. Cabir radıyallahu anh’a: “Sırtlan av mıdır?” diye sordum. “Evet!” dedi. Ben tekrar: “Etini yiyeyim mi?” dedim. “Evet!” dedi.
    “Bu cevap Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’dan mıdır?” dedim.” “Evet!” dedi..”

    3880 – Ebu Davud’un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Hz. Cabir radıyallahu anh der ki: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a sırtlandan sordum. Bana:
    “O, av (hayvanı)dır, ihramlı avlanacak olursa koç da aynı hükme dahil edilir.”
    Tirmizi, Et’ime 4, (1792); Ebu Davud, Et’ime 32, (3801); Nesai, sayd 27, (7, 200).

    3881 – Huzeyme İbn Cez’i radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a sırtlan hakkında (eti helal mi?)” diye sordum.
    “Sırtlanı yiyen biri de var mı?” dedi. Bunun üzerine kurdun etinin yenmesini sordum.
    “Kendisinde hayır olup da kurdu yiyen biri var mı?” diye cevap verdi.”
    Tirmizi, Et’ime 4, (1739).

    KİRPİ
    3882 – Nemletü’l-Ensari anlatıyor: “İbnu Ömer radıyallahu anhüma’ya kirpiden sorulmuştu. (Cevaben) şu ayeti okudu. (Mealen):
    “(Ey Muhammed) de ki: “Bana vahyolunandan leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbim bağışlar ve merhamet eder” (En’am 146).
    Ancak, yanında bulunan bir yaşlı dedi ki: “Ben Ebu Hüreyre radıyallahu anh’ı dinledim, demişti ki: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın yanında kirpinin zikri geçmişti:
    “O habislerden bir habistir (eti) yenmez” buyurdular.”
    Bunun üzerine İbnu Ömer radıyallahu anhüma: “Eğer bunu Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm söyledi ise, bu (kirpinin hükmü), biz bilmesek de O’nun dediği gibidir” dedi.”
    Ebu Davud, Et’ime 30, (3799).

    ÇEKİRGELER
    3884 – İbnu Ebi Evfa radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraber (altı veya yedi sefer) gazveye çıkmıştık. Gazve esnasında Aleyhissalatu vesselam’la birlikte çekirge yedik.”
    Buhari, sayd 13; Müslim, Sayd 52, (1952); Tirmizi Et’ime 22, (1822, 1823); Ebu Davud, Et’ime 35, (3812); Nesai, Sayd 37, (7, 210).

    3885 – Selman radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a çekirgeden sorulmuştu:
    “Onlar, Allah’ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de haram kılarım” buyurdular.”
    Ebu Davud, Et’ime 35, (3813); İbnu Mace, Sayd 9, (3219).

    A T
    3887 – Esma Bintu Ebi bekr radıyallahu anhüma anlatıyor: “biz, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.”
    Buhari, Sayd 24, 27; Müslim, Sayd 36, (1942); Nesai, Dahaya 33, (7, 231).

    PİSLİK YİYENLER (CELLÂLE)
    3888 – İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm pislik yiyen (cellâle) deveye binmekten ve sütünü içmekten men etti.”
    Ebu Davud, Et’ime 25, (3785, 3787); Tirmizi, Et’ime 24, (1825).

    3889 – İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm öldürülmek için hedef ittihaz edilmiş (ve mücesseme denilen) hayvanın yenilmesini, pislik yiyen (ve cellâle denen) hayvanın yenilmesini, sütünün içilmesini ve su tuluğunun ağzından su içilmesini yasakladı.”
    Ebu Davud, Et’ime 25, (3786); Tirmizi, Et’ime 24, (1826); Nesai, Dahaya 44, (7, 240).

    3890 – Zehdem İbnu Mudrib anlatıyor: “Ebu Musa radıyallahu anh’a bir tavuk getirilmişti. Cemaatten birisi ayrıldı. (Ebu Musa): “Neyin var?” diye sordu. Adam:
    “Ben onu (pis bir şeyler yerken gördüm ve tiksindim ve yememeye yemin ettim” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebu Musa:
    “Yanaş ve ye! Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı (cellale’yi) yerken gördüm” dedi ve adama, yemini için kefarette bulunmasını emretti.”
    Buhari, Zebaih 26, Humus 15, Megazi 74, 78, Eyman 1, 4, 18, Kefaret 9, 10, Tevhid 56; Müslim, Eyman 9, (1649); Nesai, Sayd 33, (7, 206).

    HAŞERELER
    3891 – Hilkam İbnu Telib rahimehullah babasından naklediyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’la arkadaşlık yaptım, yeryüzündeki haşerelerden herhangi birini haram ettiğini hiç işitmedim.”
    Ebu Davud, Et’ime 30, (3798).

    HARAM YİYECEKLER
    3905 – Ebu Sa’lebe el-Huşeni radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm vahşi hayvanlardan kesici diş (köpek dişi) taşıyanların hepsini yasakladı.”
    Müslim, Ebu Davud ve Nesai, İbnu Abbas’tan gelen bir rivayette şu ziyadeyi kaydederler: “Her bir pençe sahibi kuşu da…”
    Buhari, Zebaih, 29; Müslim, sayd 12-16 (1932, 1933); Tirmizi, Et’ime 1, (1477, 1478, 1479); Ebu Davud, Et’ime 33, (3802, 3803, 3805); İbnu Mace, Sayd 13, (3232, 3234); Nesai, Sayd 30, 31, (7, 202, 204).

    3906 – İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: “Cahiliye halkı, birçok şeyi (helal addedip) yiyor, birçoğunu da pis addederek yemiyordu. Allah Teâla hazretleri Resulünü gönderdi, kitabını indirdi, helalini helal, haramını da haram kıldı. Helal kıldığı helaldir, haram kıldığı da haramdır, sükût buyurduğu da af (edilmiş)dir.”

    İbnu Abbas, sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: “(Ey Muhammed!) De ki:
    “Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, -başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere-bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder” (En’am 145)
    Ebu Davud, Et’ime 31, (3800).

    3907 – Kabisa İbnu Hülb babası radıyallahu anh’tan anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a bir adamın şöyle sorduğunu işittim: “Bazı yiyecekler var, onları yemekte zorluk çekiyor, (günah mıdır diye korkuyorum)?”
    Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da cevaben: “İçinde hiç bir şey sıkıntı olmasın, aksi halde Hıristiyanlara benzersin.”
    Ebu Davud, Et’ime 24, (3784); Tirmizi, Siyer 16, (1565).

    3908 – Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Vahşilerden, kesici dişi olan her bir hayvanın yenmesi haramdır.”
    Müslim, Sayd 15, (1933); Muvatta, sayd 14, (2, 496); Tirmizi, Sayd 3, (1479); Nesai, sayd 28, (7, 200).

    3909 – Ebu Davud’un bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: “…vahşilerden kesici dişi olan her bir hayvanın ve pençesi olan her bir kuşun yenmesini yasakladı.”
    Ebu Davud, Et’ime 33, (3802); Buhari, Sayd 29, Tıbb 57; Müslim, Sayd 12, (1932); Muvatta, Sayd 13, (2, 496); Nesai, Sayd 28, (7, 201).

    3910 – Halid İbnu’l-Velid radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı.”

    3911 – Ebu Davud’un bir diğer rivayetinde şöyle denir: “Hayber fethi sırasında gazvede, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile birlikte ben de vardım. Bir grup Yahudi, Aleyhissalatu vesselam’a gelerek, askerlerin ahırlarına hücum ederek (mallarını yağmalamalarından) şikâyet ettiler. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, bunun üzerine (Müslümanlara yönelerek): “(Olamaz!) anlaşma yapılan kimselerin malı onların izni olmadan helal değildir. Ayrıca size ehli eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan her bir kesici dişi olan, kuşlardan da her bir pençeleri olan haramdır!” buyurdular.”
    Ebu Davud, Et’ime 26, (3790), 33, Nesai, Sayd 30, (7, 202).

    ÜÇ MUHAMMED – Mustafa İslamoğlu

    “Şafii, Hz. Peygamber tarafından, bazı şeylerin Arapların yemesi sebebiyle haram, bazı şeylerin de yemeleri sebebiyle helâl kılınmış olduğunu belirtir. Araf 157. Ayeti vesilesiyle, el-habis terimini, bir bakıma “Arapların yemediği şeyler”, et-tayyibat terimini de “Arapların yedikleri şeyler” olarak alır ve der ki: “…işte bu nedenle Hz. Peygamber, parçalayıcı dişi olduğu halde sırtlanın (ed-dabu) yenilmesine izin vermiştir. Çünkü Araplar onu yiyorlar, ama pis ve necis olduğu gerekçesiyle yasak addettikleri aslanı, kaplanı ve kurdu yemiyorlardı.

    Öyle ki, İman Şafii tarihsel ve tamamen yerel olan bir durumdan şöyle bir ilke çikarma yoluna bile gider: “Hakkında ne haram kılan ne de helal kılan bir nassın bulunduğu şeye şöyle yaklaş. Eğer Araplar onu yiyorlarsa, o helal ve onlarca tayyibat olan şeyler arasındadır. Çünkü onlar, hoşlandıkları şeyi helal addediyorlardı. Necis olduğu gerekçesiyle yemedikleri şeyler ise el-habis’in anlam alanı kapsamına girer. (el-Müzeni, Muhtasaru’l-Müzeni, Darul-Marife, Beyrut, sayfa 285-286)”

    Kaynak: Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Denge Yayınları, Onbirinci Baskı, sayfa: 158, İstanbul, Ağustos 2003.

    “Her azı dişli hayvanın yenilmesi haramdır” (Buhari, Zebaih 75.28, 5/2102; Müslim, Sayd 34.3, 3/1533) Gazali, bu hadisin Enam 145. Ayete, ayrıca Nahl (115), Bakara (173) ve Maide (3) surelerinde yer alan ayetlere aykırılığını göstererek geçersiz olduğunu söyler. Hadisin şarihinin “Bu hadis Enam Suresindeki ayeti feshetmiştir” iddiasına şöyle cevap verir: “Ahad hadisin Kur’an’dan bir ayetin hükmünü geçersiz kılabileceğini iddia etmek nasıl da kırılgan ve komik bir iddiadır. Üstelik hükmü geçersiz kılındığı söylenen bu ayetin anlamı Kur’an’da dört kez yinelenmiştir.” (Muhammed el-Gazali, es-Sunnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehli’l-Fıkh ve Ehli’l-Hadis, s. 103, Daruş-Şuruk, Kahire, 1989/1409.)

    Kaynak: Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Denge Yayınları, Onbirinci Baskı, sayfa: 172 İstanbul, Ağustos 2003.

    “Ebu Huseyn el-Basri, Hz. Peygamber’i örnek almayı (teessi) şöyle tarif eder: “Teessi Hz. Peygamber’in yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksatla, yaptığı gibi yapmaktır.” Ona göre, yapılan iş şeklen Hz. Peygamber’in yaptığı gibi olsa bile, eğer onun gayesine uymuyorsa, örnek olarak alınmış olmaz. (Görmez, Sünnet, s. 283)”

    Kaynak: Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Denge Yayınları, Onbirinci Baskı, sayfa: 23 İstanbul, Ağustos 2003.

    TEVRAT/ Tesniye:14

    3 “İğrenç sayılan hiçbir şey yemeyeceksiniz.
    4 Şu hayvanların etini yiyebilirsiniz: Sığır, koyun, keçi,
    5 geyik, ceylan, karaca, yaban keçisi, gazal, ahu, dağ koyunu.
    6 Çatal ve yarık tırnaklı, geviş getiren her hayvanın etini yiyebilirsiniz.
    7 Ancak geviş getiren, çatal ve yarık tırnaklı hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve, tavşan, kaya porsuğu. Bunlar geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılırlar.
    8 Domuz çatal tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine dokunmayacaksınız.
    9 “Suda yaşayan hayvanlardan şunların etini yiyebilirsiniz: Pullu ve yüzgeçli canlıların etini yiyebilirsiniz.
    10 Ama pulsuz ve yüzgeçsiz canlıların hiçbirini yemeyeceksiniz. Bunlar sizin için kirli sayılır.
    11 “Temiz sayılan bütün kuşları yiyebilirsiniz.
    12 Etini yemeyeceğiniz kuşlar şunlardır: Kartal, kuzu kartalı, kara akbaba,
    13 çaylak, doğan türleri,
    14 bütün karga türleri,
    15 baykuş, puhu, martı, atmaca türleri,
    16 kukumav, büyük baykuş, beyaz baykuş,
    17 çöl baykuşu, akbaba, karabatak,
    18 leylek, balıkçıl türleri, ibibik, yarasa.
    19 Bütün kanatlı böcekler sizin için kirli sayılır. Hiçbirini yemeyeceksiniz.
    20 Ama temiz sayılan kanatlı yaratıkların tümünü yiyebilirsiniz.
    21 “Kendiliğinden ölen hiçbir hayvanın etini yemeyeceksiniz. Ölü hayvanı yemesi için kentlerinizde yaşayan bir yabancıya verebilir ya da öteki yabancılara satabilirsiniz. Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. “Oğlağı anasının sütünde haşlamayın.”

    (Ayrıca bkz: Tevrat / Levililer 11: 1-47)

    KUR’AN AYETLERİ

    2/ Bakara Suresi:
    173. Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    5/Mâide Suresi:
    3. Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a itaatten kopmak)tır. Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

    6/ Enam Suresi:
    145. De ki: “Bana vahyolunanda bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

    16/ Nahl Suresi:
    115. Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    22/ Hac Suresi:
    30. Bu böyle. Kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, bu, Rabbi katında kendisi için bir hayırdır. Haramlığı size okunanların (bildirilenlerin) dışında bütün hayvanlar size helâl kılındı. Artık putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden kaçının.

  39. Kur’an’a aykırı olan hadisler konusunda İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin görüşü hakkında bilginiz var mı bilmiyorum ama bu konuda İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin görüşünü aktarmakta yarar görüyorum.

    İmam-ı Azam Ebu Hanife şöyle demektedir:

    “Kur’an’a aykırı düşen bir hadisi rivayet eden birini reddetmem ya da yalanlamam, Resulullah’ı reddetmem ya da yalanlamam anlamına gelmez. O, ancak batıl bir haberi Resul’e isnat edene yapılmış bir reddir. İtham, Resul için değil, o haberi nakleden için geçerlidir. Resul’ün söylediği her sözün biz işitmiş ya da işitmemiş olalım başımız ve gözümüz üzerinde yeri vardır. Biz onlara inanır ve onun tarafından söylendiğine şahitlik ederiz. Yine şahitlik ederiz ki Resulullah, Allah’ın emirlerine ters düşen hiç bir şeyi emretmemiş, Allah’ın emirleri dışında bir hüküm düzüp koşmamış ve Kitap’ta yer almayan bidatler uydurmamıştır. O, zorlamayla hüküm çıkaranlardan da değildir. (Muvaffak el-Mekkî; Menâkıbu Ebî Hanife, 87-88.)”
    Bkz: Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, Yeni Boyut, İstanbul, 1998, s. 352; Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Denge Yayınları, İstanbul, 2003, s.171; H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst. 2001, s. 178.

    İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Hz. Peygamber’in Allah’ın emirlerine ters düşen hiç bir şeyi emretmediğini, Allah’ın emirleri dışında bir hüküm beyan etmediğini ve Kur’an’da yer almayan bidatler uydurmadığını beyan etmektedir. Mezhep hükümlerinde yer alan haram etler, Kur’an’da yer almadığına göre bu hükümlerin kaynağının nebevi sünnete dayanmadığı aşikardır.

    Ayrıca aşağıdaki hadislerde bunu ispatlamaktadır.

    * Selmani Farisi’nin anlattığına göre: “Helal, Allah’ın Kitabında helal kıldığı şeyler, Haram da; yine Allah’ın kitabında haram kıldığı şeylerdir. Hükmünü belirtmediği şeyler ise affedip mübah kıldığı şeylerdir.” Bkz: Sünen-i Tirmizi, Libas, 6(1726).

    * Selmân-i Fârisî (r.a) şöyle demiştir: “Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e sâde yağ, peynir ve firâ(yâni yabanî eşek veya deriden mamul elbise)’nın hükmü soruldu. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
    “Helâl, Allah’ın, Kitâb’ında helâlliğini bildirdiği, haram da Allah’ın, Kitâb’ında haramlığını bildirdiği şeylerdir. Kitâb’ın söz etmediği şey de, Allah’ın afv ettiği şeylerdendir.” Bkz: Sünen-i İbn Mace, At’ime, 60(3367).

    Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere, mezhep hükümlerinde yer alan haram etlerin Kur’ansal dayanağı olabilmesi için Kur’an da yer alması gerekmektedir. Kur’an’da yer almadığına göre, bu haramların dayanağı neresidir?

  40. herşey ortada kendimizi kandırmanın anlamı yok herkes kendi yoluna dediğim gibi herşeyi kendi aklına göre yorumlayanların sonunu herkes görecektir….selametle

  41. Hicri 4ncü yüzyıla kadar onlarca Sünni mezhep olmasına rağmen alim ve müctehidlere izafe edilen mezhep ve mezhep ayrışmaları yoktur. Bu mezhepler arasında en meşhur olanları; el-Hasenü’l-Basrî, Ebû-Hanife, el-Evzâ’î, Süfyân es-Sevrî, el-Leys b. Sa’d, Mâlik, Süfyân b. Uyeyne, Şâfi’î ve daha sonra İshak b. Râheveyh, Ebû-Sevr, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî’nin mezhepleridir. Bugün varlığını idame ettiren malum dört mezhebin dışında kalan diğer mezhepler, kendilerini müdâfaa edecek ve yayacak tâbileri bulunmadığından ve nüfuzlu kimselerin mezhebi olmadığından ötürü günümüze kadar varlıklarını idame ettirememişlerdir. (Bkz:H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst., 2001, s. 198-200.)

    Günümüze kadar varlığını idame ettiren dört mezhebin “Hak Mezhep” oldukları beyan edilmektedir. Acaba varlığını idame ettiremeyen diğer sünni mezhepler hak değiller miydi? Peki, Hak nedir?

    – Hak (ancak) Rabbindendir. Artık, sakın şüpheye düşenlerden olma! (2/Bakara, 147)

    – Hak Rabbindendir. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma. (3/Ali İmran, 60)

    – De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) feryat edip yardım dilediklerinde, maden eriyiği gibi, yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir içecektir! Cehennem ne korkunç bir yaslanacak yerdir.(18/Kehf, 29)

    Kur’an’a göre, “Hak” ancak Allah katından gelendir. Bu Mezheplerin “Hak” olmaları açık bir şekilde Allah katından gelmiş olmalarının beyanıdır. Eğer, Allah katından gelmedi ise, -ki şüphesiz Allah katından gelmemiştir- o halde, Allah katından olmadığı halde “Bu, Allah katındandır” demek, “Allah hakkında yalan söylemektir”.

    – Onlardan bir zümre vardır, aslında Kitap’tan olmadığı halde siz Kitap’tan sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip bükerler. O, Allah katında olmadığı halde, “Bu, Allah katındandır.” derler. Bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler.(3/Âli İmrân, 78)

    – De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (10/Yûnus, 69) (Ayrıca bkz: 3/94; 6/21; 10/17)

    Bu durum karşısında yapılan “Bunlar hâşâ sözde değil, fiiliyatta haktır” savunması beyhude bir çabadan başka bir şey değildir. Allah hakkında yalan söylemenin, Allah’a iftira etmenin sözde veya fiiliyatta olması arasında ne gibi bir fark olabilir ki!?

    Şimdi biz, bu yalana ve inkara ortak olmadığımızdan ötürü dinden çıkmış mı oluyoruz!?

  42. Kur’an’a aykırı düşen bir hadisi
    kim veya kimler karar veriyor
    İMAMI AZAMHZ.bu sözü yalan yanlış hadis rivayet edenlere söylemiş…
    sizlerin inkar ettiği çoğu hadisleri imamı azam kabul ediyor çoğu alimlerimiz yalan olan hadisleri zaten bildirmişler
    AYRICA İMAMI AZAMIN GETİRDİKLERİNE İNANMIYORSUNUZ NİÇİN ONUN SÖZÜNÜ DELİL OLARAK GETİRİYORSUNUZ?
    EĞER SİZ VEYA BİZLER KENDİ AKLIMIZA GÖRE YORUMLARSAK BAZI ŞEYLERİ HRİSTİYANLIĞI EVİRİP ÇEVİREN HAVARİLERDEN BİR FARKIMIZ KALMAZ

    ALLAH KURANINDA RESULÜME İTAAT EDİN BUYURUYOR BİZ ONA VAHYİ VE HİKMETİ VERDİK BUYURUYOR VAHİY KURANDIR PEKİ HİKMETTEN MAKSAT NEDİR AÇIKLAYIN!!!

    DÖRT DELİL VARDIR İLK İKİSİ KURAN VE SÜNNETTİR BİZ ONLARA GÖRE DİNİMİZİ YAŞARIZ HARAMLARIMIZI HELALLERİMİZİ ORADAN BİLİRİZ TAKVAYA YÜRÜRÜZ ŞÜPHELİLERDENDE KAÇARIZ İNŞALLAH

    KİM KARAR VERİYOR BU HADİSLERİN YALAN OLDUĞUNA KURANA UYMADIĞINA EĞER ÖRNEK ALDIĞINIZ YAŞAR NURİ ÖZTÜRKSE YAZIK SİZE ONA UYACAĞINIZA PEYGAMBERE UYUN!!!BİZİM PEYGAMBERİMİZ VE KÜÇÜMSEDİĞİNİZ ALİMLERİMİZ SEKRETERİYLE ONUNLA BUNUNLA YAKALANMADI ÇIPLAK NAMAZ KILINIRDA DEMEDİ ÖRNEK ALDIĞINIZ KURANCI KİŞİ(!)BÜYÜK HOCA(!)KURANA NE KADAR İTAATLİ???
    BİR ARA KENDİNİ ŞEYH BİLE İLAN ETMİŞTİ BU HOCA

    ONLAR ALİMLERİMİZ SİZİN BENİM GİBİ İNSANLAR DEĞİLLERDİ
    MEZHEPLER HAKTIR 4 MEZHEP DIŞINDAKİLER DALALETTEDİR SAPIKTIR

    23- (1936) Bize Hasen b. Aliyy EI-Hulvâni ile Abd b. Humeyd ikisi birden Ya’kıib b. İbrahim b. Sa’d’dan rivayet ettiler. (Demiş ki): Bize babam, Saiih’den, o da İbni Şihab’dan naklen rivayet etti. Ona da Ebû İdris haber vermiş ki Ebû Sa’Iebc:
    «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ehli eşeklerin etlerini haram kıldı.» demiş.

    24- (561) Bize Muhammed b. Abdillah b. Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize UbeyduIIah rivayet etti. (Dedi ki): Bana Nafi’ ile Salim, İbnü Ömer’den naklen rivayet ettiler ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ehli eşek etlerinin yenmesini yasak etmiş.
    RESULULLAHIN YASAK ETTİĞİ ETLERİ YASAKLADIĞI İŞLERİ YAPAN KENDİNE YAZIK EDER ALİMLERİMİZDE RESULULLAHIN İZİNDEN GİTMİŞTİR
    DİĞER DİNLER ESKİDEN HAK DİNLERDİ VE İSLAMDAKİ BAZI HÜKÜMLER BENZYEBİLİR ÇÜNKÜ ÖZLERİ BİR İDİ DAHA SONRA ONLAR TAHRİP EDİLDİ TAHRİP EDİLMEYEN AYETLER BULUNABİLİR FAKAT ŞÜPHELİ OLDUĞU İÇİN AMEL EDİLEMEZ ALLAH HÜKMÜNÜ KALDIRIP İSLAMA UYMAMIZI EMRETMİŞTİR
    BU TÜR YAZILAR YAZMAK SENİN YAZDIĞIN GİBİ FİTNEYE SEBEBİYET VERMEKTEN BAŞKA BİRŞEY DEĞİL VE BÜYÜK BİR İFTİRA SÖZLERİNE DİKKAT ET AKLINA GÜVENMEKTEN VAZGEÇ EHLİ SÜNNETE UY YOLUN YANLIŞ BİR YOL

  43. Sizler, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin yolu üzerinde olduğunuzu beyan etmenize rağmen, Ebu Hanife ve onun yolu hakkında gerçekçi bir bilgiye sahip değilsiniz. Öncelikle Ebu Hanife’yi araştırın!

    İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısı 17 veya 50 civarındadır. (İbn Haldûn, Mukaddime, s. 388 (Atıf Ef. Nüshasında 50 adettir.) Bkz: H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst. 2001, s. 178.

    Ehli sünnet hadis literatüründe en güvenilir hadis kaynağı olarak kabul edilen Kütüb-i Sitte hadis külliyatında tekrarları ile birlikte toplam 35bin 647 hadis yer almaktadır. Yukarıda da ifade edildiği üzere, İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısı en fazla 50 civarındadır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısı en fazla 50 civarında olduğuna göre; Kütüb-i Sitte hadis külliyatında yer alan diğer hadislerin (35bin 597 hadisin) durumu nedir?

    Peki, Allah’ın sözlerinden başka hangi söze/sözlere inanıyorsunuz?

    – Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmadılar mı? Peki, bundan sonra artık hangi söze inanacaklar? (7/Araf, 185)

    – İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? (45/Casiye, 6)

    – Onlar artık ondan (Kur’an’dan) sonra hangi söze inanacaklar? (77/Mürselat, 50)

    Bunları lütfen biraz düşünün!

  44. boşuna nefesini tüketme ben yaşar nuriyinin sözleriyle haraket edeni kaala almam almıyorumda
    ebu hanifeyi tanıyorum sizide çok iyi tanıyorum
    ALLAHTAN ne kadar korktuğunuzuda biliyorum(!)
    onun için hiç yalan söylemezsiniz(!)
    kendi kendinize yorum yapmazsınız(!)
    uydurma yapmazsınız(!)
    işinize geldiği şekilde hareket etmezsiniz(!)

    abdülün dediği gibi
    işinize gelince kuran
    işinize gelince sünnet
    işinize gelirse inanmadığınız alimlerin bile sözlerini delil getirebilecek kadar pasifsiniz

    SEN EBU HANEFİYİ TANISAYDIN ŞU DURUMDA OLMAZDIN BU SÖZÜMÜ İYİ TART BİÇ OĞUZ BEY!!!

    OĞUZ BEY ÇOĞU GÖRÜŞLERİNİZİN SAHİH OLMADIĞINI İMAMI AZAMIN “Kur’an’a aykırı düşen bir hadisi rivayet eden birini reddetmem ya da yalanlamam, Resulullah’ı reddetmem ya da yalanlamam anlamına gelmez. O, ancak batıl bir haberi Resul’e isnat edene yapılmış bir reddir. İtham, Resul için değil, o haberi nakleden için geçerlidir. Resul’ün söylediği her sözün biz işitmiş ya da işitmemiş olalım başımız ve gözümüz üzerinde yeri vardır. Biz onlara inanır ve onun tarafından söylendiğine şahitlik ederiz. Yine şahitlik ederiz ki Resulullah, Allah’ın emirlerine ters düşen hiç bir şeyi emretmemiş, Allah’ın emirleri dışında bir hüküm düzüp koşmamış ve Kitap’ta yer almayan bidatler uydurmamıştır. O, zorlamayla hüküm çıkaranlardan da değildir. (Muvaffak el-Mekkî; Menâkıbu Ebî Hanife, 87-88.)”SÖZÜNÜ ÇARPITMAZDIN BU SÖZÜ YANLIŞ DEĞERLENDİRİYORSUN GERÇİ YANLIŞ DEĞERLENDİRDİĞİNİ İNKAR ETMEMİŞSİN
    SADECE TÜKÜRDÜĞÜNÜ YALAMAK İSTEMİYORSUN

    BİLMEMEK DEĞİL ÖĞRENMEMEK AYIP
    İNSAN HERŞEYİ DOĞRU BİLEMEYEDEBİLİR

    BİZİM REHBERİMİZ KURANI KERİM ONUN IŞIĞINDAKİ ALİMLERİMİZİN İZİNDEN GİDERİZ

    Türkiye`de ve İslam coğrafyasının birçok yerinde İslam tarihi

    boyunca İmam-ı Azam(r.a)`e atılan bu iftira çok yaygındır. Lehte ve aleyhte

    birçok eserler yazılmış, makaleler neşredilmiştir.(1)
    Konumuza girmeden önce İmam-ı Azam(r.a)`e yapılan itirazları ele almamız isabetli

    olacaktır.
    Muhaddislerden Abdullah bin el-mübarek(r.a)`in “Ebu Hanife hadiste yetim idi”(2) dediği

    nakledilir. Halbuki bu ifade tenkid olabileceği gibi, övgü manasına da gelir. Çünkü arapçada

    yetim kelimesi babası ölmüş kimse anlamına geldiği gibi, tek ve benzersiz manasına da gelir.

    (3) Ebu Hanife (r.a)`i Abdullah bin el-mübarek (r.a)`in yaşadığı zamanda hadis konusunda

    tenkid edildiğine dair kaynaklarda birşey göremiyoruz. Dolayısıyla bu sözü övgü manasına

    hamletmek daha uygun olacaktır.
    Ahmed ibni Hanbel(r.a)`de şöyle demiştir: “Ebu Hanife ve ashabı hadis konusunda cahildir-

    ler”(4) Ahmed ibni Hanbel(r.a)`in daha sonra bu tenkidi tavrından vazgeçtiğini gösteren bir

    ifadesi mevcuttur. Şöyle ki: “Şafii gelip aramızdaki ihtilafı kaldırıncaya kadar Hanefilerle lanetlesirdik.”(5)
    İbni Ebi Şeybe (r.a) de El musannef isimli eserinde “Ebu Hanife`ye reddiye” isimli bir

    bab açmış, 125 meselede Ebu Hanife`nin hadislere aykırı hüküm verdiğini ileri sürmüştür.

    Son Osmanlı şeyhu`l-İslamlarından Düzce`li Zahid el-Kevseri (r.a) “en nuketu`t-tarife

    fi`t-tahaddus an rududi İbni ebi Seybe ala Ebi Hanife” isimli eserinde bu iddiaları reddet-

    miş, bu konuda Ebu Hanife(r.a)`in ayet ve hadislerden kullandığı delilleri göstermiştir.
    İbni Adiyy(r.a)`de Hanefilere karşı (hassaten Ebu Hanife`ye) taassupkâr davranan tenkitci-

    lerdendir.(6)
    Darakutni (r.a) süneninde “Ebu Hanife (r.a)`e hadiste zayıftır” demektedir.(7) Halbuki

    Darakutni (r.a)`in Şafii mezhebine karşı tarafgirliği ve Hanefi mezhebine karşı husumeti

    meşhurdur.(8)
    Hatip el-Bağdadi(r.a)`de Ebu Hanife(r.a)`e karşı ayni tarafgir tenkitlerde bulunmuş, bu

    tenkitlerin haksızlığı pekçok alim tarafından reddedilmiştir.(9)
    İmam-i Azam (r.a)`e bir tenkitte İmam-i Buhari(r.a)`den gelmektedir.(10) Ancak alimlerden

    çoğu Buhari(r.a)`i tarafgir bulmaktadir.(11)
    O`nun bu tenkidinde muhaddislerin Hanefilere karşı muhalefetlerinin izlerini bulmak

    mümkündür. Çünkü, İmam Buhari(r.a) sahihinin 18 yerinde “kale ba`du`n-nas”(bazı kişiler dedi

    ki) diyerek Ebu Hanife (r.a)`in ictihadlarını tenkid etmiş, zımnen hadislere aykırı hüküm

    vermekle suçlamıştır.(12)
    Tahanevi (r.a) İmam Buhari (r.a)`in Ebu Hanife (r.a)`e karşı taassubunda Nuaym bin Hammad

    ile olan arkadaşlığının tesiri olduğunu belirtmektedir. Çünkü Nuaym sünneti takviye sadedinde

    hadisler, Ebu Hanife aleyhinde hikayeler uyduran bir yalancı idi.(13)
    Kevseri (r.a)`de Buhari (r.a)in Ebu Hanife (r.a)`e karşı taassubunda bir sebep olarak sunu

    göstermektedir:
    Buhari (r.a) gençliğinde Buhara’daki Hanefilerden fıkıh tahsil etti. 16 yaşında bu tahsi-

    lini tamamladı. Daha sonra hadis tahsili için yolculuklara çıktı. Dönünce Buhara alimleri onu

    kıskandılar. Bir fetvasını hatalı bularak onu Buhara`dan sürdüler. Bu yüzden İmam Buhari

    (r.a)`in Hanefilerle arası açıldı. Ebu Hanife(r.a)`ı hadiste zayıf bulup cerh etmesinde bunun

    tesiri olma ihtimali fazla görünmektedir. İmam Nesa-i (r.a) gibi büyük Hadis imamlarının

    düşmanlık besledikleri kişileri zayıf bulup cerh etmekten kurtulamamışlardır.(14)

    İmam-ı Azam (r.a) düşmanlığı sadece bununla kalmamış, kitapların tahrifi-

    ne kadar varmıştır. Nitekim Zehebi (r.a)`in zayıf ravilerin terceme-i hallerine ayırdığı

    Mizan`u-l İ`tidal isimli eserine, Ebu Hanife maddesi sonradan eklenmiştir.(15)
    İmam-ı Azam (r.a)`in hadis bilmediği ve sahih hadislerle amel etmediği iddiasının yersiz-

    liği için İmam Zeylai (r.a)`in Nasbu`r-raye isimli 4 ciltlik muazzam eseri yeterlidir.

    Bu eser Hanefi fıkhının dayandığı hadisleri bir araya toplar. İmam-ı Azam hadis bilme-

    seydi veya rey`i hadislere tercih etseydi, ictihadlarının bu kadar hadise uygun düşmesi

    mümkün olmazdı.(16)
    İmam-ı Azam (r.a)bir takım tarihi ve siyasi sebeplerle haksız olarak cerh edildiğinin

    diğer bir delili de re`y konusunda ondan daha ileri olan alimlere aynı tenkidin yapılmamış

    olmasıdır. Mesela İmam Şafii (r.a) re`ye ondan daha fazla önem vermesine rağmen aynı

    tenkide uğramamıştır. İmam-ı Azam (r.a) “Ashabın görüşlerinden birini seçeriz, fakat toptan

    terketmeyiz” derken;(17) İmam-ı Şafii (r.a) sahabe kavlini, kitap, sünnet, icma veya kıyasa

    muvafık olması ve o konuda nas bulunmaması şartıyla kabul etmektedir.(18)

    İmam-ı Azam(r.a) mursel hadisleri re`ye tercih ederken, İmam-ı Şafii (r.a) mursel hadisi

    çok az bir istisnası hariç delil kabul etmemektedir. İmam-ı Şafii(r.a) ayetin kıyasla tahsis

    edilebileceğini benimserken, Ebu Hanife(r.a) haber-i vahidin dahi kıyasla tahsis edilemeye-

    ceğini benimser. İmam-ı Şafii (r.a) mesalih-i mursele ile amel ederken, İmam-ı Azam (r.a)

    bunu delil kabul etmemektedir.(19) Oysa mesela yine Hanefi ve Maliki mezhebine göre mursel

    hadisler -ravileri güvenilir (sika) olduğu sürece-hüccettir.(20)
    Hatta İmam Ebu Hanife (r.a) nazarında mursel hadislerde olduğu gibi maktu` hadisler ve

    ilk üç asırda yaşamış durumu bilinmeyen (mestur) ravilerin, rivayetleri dahi hüccettir ve

    bütün bunlar kıyastan önce gelir.
    Bunun yanında, Ebu Hanife (r.a) nazarında sahabe zamanında fetvaları yaygınlık ve şöhret

    kazanmış büyük tabiilerin sözleri de tıpkı sahabe kavli gibi kıyasa tercih edilir ve bunlar

    varken kıyas terkedilir.
    Ebu Hanife (r.a) yaygın kanaatin aksine kıyası en az kullanan müctehid imamlardandır.

    Öyle ki o dört kıyas çeşidi içinden sadece birisin-kıyas-ı müessir-kabul eder ve kullanır.

    Diğerlerini -kıyas-ı münasip, kıyas-ı şebeh, kıyas-ı tard-ise delil (hüccet) kabul etmez.
    Hatta Hanefiler kıyas-ı münasip ile kıyas-ı şebehin batıl olduğu üzerinde görüş birliği

    içindedir.
    Buna mukabil ilginçtir İmam-ı Şafii (r.a) mezkur kıyas türlerinin hepsini hüccet kabul

    eder ve özelliklede kıyas-ı şebehi çokça kullanır.(22)
    Gelelim 17 hadis meselesine. Bu iddiayı Türkiye’de ortaya atanlardan biri de Yaşar Nuri

    Öztürk`tür. Öztürk şöyle diyor: “Rivayete göre İmam-ı Azam bu sayının (mutevatir hadisler)

    17 olduğunu söylemiştir.”(23)
    Şayet bu sözlerle mutevatir hadisler işaret ediliyorsa -ki ediliyor- bu hususu gerek

    imam Suyuti (r.a) “Katfu`l-ezhari`I-mutenasire`sinde, Kettani (r.a) Nazmu`l-mutenasire’-

    sinde zikretmişlerdir. Birincisinde bu sayı 113, ikincisinde ise 360`tir
    Gerçekten bu konu hadis alimleri arasında tartışmalıdır. Ancak gerek muhaddisler, gerekse

    fıkıhçılar mutevatir hadislerin çokluğu konusunda ittifak halindedirler.(24) İbni Hacer (r.a)

    mutevatir hadislerin sayısının çok az olduğunu, ya da hiç olmadığını söyleyenlerin iddiaları-

    nı kabul etmez.(25)

  45. Sayın Aşki

    1. Bir insanın hitabında kullandığı kelimeler, o insanın ahlak ve kültür düzeyinin önemli bir göstergesidir. Bu bağlamda arada herhangi bir samimiyetin olmadığı birine hitap ederken “sen” yerine “siz” kelimesini kullanmak adaba uygun bir davranış biçimi olduğu gibi, aynı zamanda tartışmalar sırasında da işin suyunu çıkarmama adına gerekli olan bir davranış biçimidir.

    2. Benim gizlediğimi de açığa vurduğumu da en iyi bilen yalnız Allah(c.c)’tır. “Beni çok iyi tanıdığınızı” ve “Allah(c.c)’tan korkmadığımı çok iyi bildiğinizi” iddia etmektesiniz. Oysa ki, siz beni tanımaz, bilmezsiniz. Bunları size (Haşa!) Allah(c.c) mı bildirdi? Yoksa siz bir müfteri misiniz?

    3. Benim “çarpıttığımı ve yanlış yorumladığımı” iddia ettiğiniz Ebu Hanife’ye ait olan aşağıdaki söylemin ana temasının ne olduğunu açıklar mısınız? Bu konuda ki doğru ve değerli yorumlarınızdan istifade etmeme vesile olursanız sevinirim!

    “Kur’an’a aykırı düşen bir hadisi rivayet eden birini reddetmem ya da yalanlamam, Resulullah’ı reddetmem ya da yalanlamam anlamına gelmez. O, ancak batıl bir haberi Resul’e isnat edene yapılmış bir reddir. İtham, Resul için değil, o haberi nakleden için geçerlidir. Resul’ün söylediği her sözün biz işitmiş ya da işitmemiş olalım başımız ve gözümüz üzerinde yeri vardır. Biz onlara inanır ve onun tarafından söylendiğine şahitlik ederiz. Yine şahitlik ederiz ki Resulullah, Allah’ın emirlerine ters düşen hiç bir şeyi emretmemiş, Allah’ın emirleri dışında bir hüküm düzüp koşmamış ve Kitap’ta yer almayan bidatler uydurmamıştır. O, zorlamayla hüküm çıkaranlardan da değildir. (Muvaffak el-Mekkî; Menâkıbu Ebî Hanife, 87-88.)”

    4. Tükürdüğümü yalamamak istemediğim ve yanlış değerlendirdiğimi inkar etmediğim hususu açıklar mısınız?

    5. “Konumuza girmeden önce İmam-ı Azam(r.a)`e yapılan itirazları ele almamız isabetli olacaktır.” beyanınızdan ve yaptığınız alıntılardan, İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye yapılan itirazlar hakkında bilgi edinmiş olmanıza rağmen, İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye yapılan iftira ve hakaretler konusunda bilgi zafiyetinizin olduğu anlaşılmaktadır. Bu konu hakkında eksiğinizi tamamlama adına aşağıdaki bilgilerin yararlı olacağı kanaatindeyim.

    * “Ümmetim arasında Muhammed İdris diye anılan bir adam yakında gelecek ki, o, ümmetim arasında iblisten daha çok zararlı olacaktır.”(Bkz. «el-Tenkîl fî tenibi Zahidi’l Kevserî Mine’l-Ebatîl» 1/19-21-446-443, Telif: Allamc Abdurrahman el Muallimi el Yemânı. Tahkik: el-Elbanî; Aliyyulkari, Mevzuattı’I-Kübrâ H.4. s.76. Dpn.l, Beyrut.1971; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ:H.53. s.33-34. C11351, Beyrut. Ayrıca bkz: Harun Ünal, Uydurma Hadisler, Mirac Yayınları, Hadis no: 20 ve 21.)

    * İmam Ahmed’in: “Allah bu zatı hadis için yaratmıştır.” diyerek hadis ilmindeki ehliyetini takdir ettiği meşhur muhaddislerden Ahmet b. Mehdi: “Ebu Hanife, ilim nedir bilmezdi. Dalalete düşürdüğü insanların vebali yarın kıyamet günü sırtına sarılacaktır. Hak bile olsa Müslümanların tutundukları dini bağları, teker teker söküp atan Ebu Hanife’nin re’yini ve görüşlerini kabul etmeyiniz.(Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Özellikleri, s. 57, Dergah Yay., İst./1979. )

    * Hadis ve Hicaz fıkıh hareketinin başinda bulunan İmam Malik şöyle demiştir: “Ebu Hanife fitnesi, iblis fitnesinden daha zararlıdır.”

    * Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife’nin vefat haberini alınca, derin bir memnuniyet duymuş ve: “Allah’a şükürler olsun. Birçok insanın belaya düşmesine sebep olan kişiden bizi afiyette kıldı.”(Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Özellikleri, s. 99, Dergah Yay., İst./1979.)

    Kaynak: Haksöz Dergisi – Sayı: 26 – Mayıs 1993

    6. Rehberinizin gerçekte ne olduğu konusuna gelince; eğer izleri üzerinde olduğunuz alimlerin rehberi Kur’an ise, bu durumda ifade ettiğiniz gibi sizinde rehberiniz Kur’an’dır. Şimdi size, sizin ve izleri üzerinde olduğunuz alimlerin gerçek rehberinin ne olduğunu, kendilerine ait olan eserlerde yer alan beyanların ışığında anlatmaya çalışacağım.

    A. İzleri üzerinde olduğunuz alimlerden Bağdad hanefî fukahâsının başı, “müctehid” derecesinde olan Ebu’l-Hasen Ubeydullah b. el-Hüseyn el-Kerhî (v. 340/951) rehberinin ne olduğunu er-Risalesinde şöyle açıklamaktadır:

    “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te’vil edilmiştir yahut da mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te’vîl edilmiştir yahut da mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır.” [el-Kerhî, er-Risâle, İst. ts, s. 84.]

    Kerhî’nin demek istediği şudur: Nas ile mezhep çatıştığı zaman biz mezhep hükmünü alır, onu uygularız.
    Bkz: (Y. Nuri Öztürk değil!!!) Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İst., 2001, İz yayıncılık, s. 236.

    Görüldüğü gibi el-Kerhî’nin rehberi mezhebinin hükümleridir. Kerhî daha da ileri giderek mezhebinin hükümlerine uymayan -bırakın hadisleri- ayetlerin bile ya tevil edildiğini(mezhebin hükümlerine göre yorumlandığını) yada mensûh (hükümsüz, geçersiz) sayıldığını gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Kısacası el-Kerhî’ye göre, mezhebinin hükümleri Allah’ın hükümlerinden daha üstündür.

    Aşağıdaki ayeti kerime bu konuda sizin gibi rehberinin Kur’an olduğunu beyan etmesine rağmen alimlerinin izleri üzerinde olan biri için bir şey ifade ediyor mu acaba?

    – Âyetlerimizi hükümsüz kılmak için yarışırcasına çaba harcayanlar var ya; işte onlar için elem dolu, çok kötü bir azap vardır. (34/Sebe, 5)

    B. Hanefi mezhebi alimlerinden olan Mısırlı Ahmed b. Muhammed Tahtavi(ö. 1815 m.), Durr’ul Muhtar Haşiyesi adlı eserinin zebâyih kısmında Ali İmran suresinin 103ncü ayeti kerimesinde yer alan “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın” buyruğunu şöyle açıklamaktadır;

    “Kur’ân-ı kerîmdeki; ‘Allah’ın ipine sarılın!’ emri, fıkıh âlimlerinin, mezhep imâmlarının bildirdiğine uyun! demektir.”

    Yani ayeti kerimede ifade edilen “Allah’ın ipi” Kur’an değil, -Ubeydullah b. el-Hüseyn el-Kerhî’nin de ifade ettiği gibi uğruna Allah’ın ayetlerinin tevil edildiği veya mensûh sayıldığı- mezhep hükümleridir.

    C. Ebu Said Muhammed Hadimi’ye göre de; Dinde ki, delil mezhebin hükümleridir. Mezhebin bir hükmü; âyete, hadise uymuyor gibi görünse de yanlış değildir. [Berika s. 94]

    Yani; mezhebin hükümleri, Allah’ın hükümleri ile çatıştığında mezhebin hükümlerine uyulur. Mezhebin hükümleri Allah’ın hükümleri uymasa da yanlış değildir.

    Bu durumda mezhebin hükümlerine göre haram olan bir eylem, Allah’ın hükümlerine göre helal olsa da, mezhebin hükümlerine göre iman edilmesi gerekmektedir. Bir örnek verecek olursak;

    Hanefi mezhebinin hükümlerine göre;balık sûretinde olmayan (ahtapot, kalamar, mürekkep balığı, deniz hınzırı, denizatı, denizaygırı, denizanası, denizayısı, yengeç, midye, karides, istiridye, ıstakoz, kerevit, deniz salyangozu vs. gibi) deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır.

    Kur’an’ın hükümlerine göre ise, haram kılınan etler şunlardır:

    Bakara Suresi:
    173. Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    Mâide Suresi:

    3. Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısktır. Bugün kâfirler dininizden ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin yerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

    Enam Suresi:
    145. De ki: “Bana vahyolunanda bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

    Nahl Suresi:
    115. Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

    Enam Suresi:
    145. De ki: “Bana vahyolunanda bir kimsenin yiyecekleri
    arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir.” Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

    Hac Suresi:

    30. Bu böyle. Kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, bu, Rabbi katında
    kendisi için bir hayırdır. Haramlığı size okunanların (bildirilenlerin) dışında bütün hayvanlar size helâl kılındı. Artık putlara tapma pisliğinden kaçının, yalan sözden kaçının.

    Her şeyden önce rehberi Kur’an olan bir mümin; Allah’ın hükümlerine aykırı düşen beşeri hükümlere tabi olmaz, bunları reddeder.

    Rehberi Kur’an olan bir mümin; Kur’an’a aykırı düşen bir söylemin ve eylemin Hz. Peygamber(s.a.v)’e ait olmayacağının bilincinde olarak, Kur’an’a aykırı düşen hadisleri ve bu hadisleri Hz. Peygamber(s.a.v)’e isnad edenleri reddeder.

    Tıpkı Ebu Hanife’nin yaptığı gibi…

    Sonuç olarak, sizin rehberinizin Allah’ın kelamı olmadığı apaçık ortadadır.

    7. “Gelelim 17 hadis meselesine. Bu iddiayı Türkiye’de ortaya atanlardan biri de Yaşar Nuri Öztürk`tür.” demektesiniz.

    “İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısının 17 veya 50 civarında” olduğunu beyan edenin Hayrettin Karaman olduğunu, ve bu hususun H. Karaman’ın İslam Hukuk Tarihi adlı kitabının 178nci sayfasında yer aldığı, -ön yargılı, yanlış ve kulaktan dolma bilgilere ve gelişi güzel yapılan alıntılara dayanarak değilde- kaynağından, objektif olarak bir araştırma yaptığınızda göreceksiniz.

    Leonard C. Bruno’nun “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider. “ sözü, içinde bulunduğunuz durumu çok güzel bir şekilde özetlemektedir.

    Yolunuz açık olsun.

  46. Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısının 17 veya 50 civarında olduğunu ifade eden metinde “mütevatir hadis” kelimesi yer almamasına rağmen, sırf iddianızın doğruluğunu ispatlama adına hiç çekinmeden -parentez içine alarak- “mütevatir hadis” kelimesini ilave etmek suretiyle metnin anlamını çarpıtma gayretinizin beyhude olduğunu sizde çok iyi bilmektesiniz. Lakin sizin çarpıtmaya çaba sarf ettiğiniz gibi mütevatir olduğunu kabul etsek bile, “Mütevatir hadis -lafzî anlamda- çok az değil, hiç yoktur.”

    Şimdi sizi birazda mütevatir hadisler konusunda da bilgilendirerek, bundan sonra aynı hatalara bir daha düşmemeniz adına “Kuran İslamı” sitesinden alıntıladığım Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun “İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi” başlıklı makalesini dikkatlice okumanızı tavsiye ediyorum.

    Klasik hadis usulünün, hadisleri isnadda yer alan ravilerin sayılarına, bir başka ifadeyle yaygınlık durumuna göre iki ana bölümüne ayırdığı malumdur: Mütevatir ve Ahad.

    Ahad haberlerin, lügat bakımından “tek kişi(ler)nin naklettiği haber” anlamına geldiği, hadis ilmindeki terim anlamının ise “mütevatir düzeyine ulaşmayan hadis” olduğu da aynı şekilde bilinmektedir.

    Mütevatirin klasik tanımı ise şudur: “Yalan üzerinde birleşmeleri pratik bakımdan imkansız olan kalabalık bir topluluğun, yine bu nitelikleri haiz bir topluluktan naklettikleri haberdir.” (123)

    Bir haber(hadis)in mütevatir olabilmesi için gerekli şartlar bu tanıma göre şunlardır:

    1. Yalan üzerinde birleşmeleri pratikte mümkün olmayacak bir topluluk. Ancak böyle bir topluluğun asgari sayısının kaç olduğu konusu ihtilaflı olup, üçten başlayıp, bir beldeye sığmayacak ölçüde sınırsız sayıya kadar değişmektedir. Fakat mütevatir için gerekli ravi sayısına dair iddiaların hiçbirinin bir delili yoktur. Kısacası tevatürün tesbiti, ravilere, haberin kendilerine ulaştığı kimselere ve haber verilen şeyin kendisine göre değişkenlik göstermektedir ki, bu da mütevatirin tesbitinin sübjektif (izafi, göreceli, nisbi) olduğunu gösterir.

    2 Tevatürün ikinci şartı, nakledilenin görülmüş veya işitilmiş bir olay olmasıdır. Doğruluk ve yanlışlığı spekülasyona, mantıki delil ve çıkarımlara dayanan hükümler için tevatürden söz edilemez.

    3. Üçüncü şart ise, mütevatir için gerekli kalabalık ravi grubunun her tabakada (nesilde) eşit düzeyde bulunması, en azından azalmayıp, artmasıdır. Dolayısıyla bir rivayet ilk tabakada mütevatir değilse, bilahare o düzeye ulaşsa da mütevatir olamaz. Yahut başta mütevatir olan bir olay, orta veya son tabakadaki ravilerinin azalmasıyla mütevatir olmaktan çıkar. (124)

    Yine klasik hadis usûlünde kabul edildiği üzere tevatür lafzî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır. İlkinde raviler bir olayı aynı kelimelerle ifade etmekte birleşirler; ikincisinde ise anlatımların ifadeleri farklı olsa da, hepsinin ortak bir paydasını bulmak mümkündür. (125)

    Mütevatir konusunda ele almak islediğimiz ilk husus, hadisler içerisinde lafzen mütevatir olanların bulunup bulunmadığı meselesidir.

    Bu konuda mütevatir hadisler a) çoktur, b) yoktur, c) çok azdır, şeklinde görüşler varsa da, Babanzade’nin de işaret ettiği gibi, bilhassa lafzî mütevatir hadislerin -az da olsa -bulunduğu ifade edilerek, mütevatir-i lafzînin çok olmadığı kabul edilmiş bulunmaktadır. (126)

    Biz ilk olarak -az da olsa- lafzî mütevatirin bulunup bulunmadığını, ikinci olarak da, mütevatir hadislerin çok olduğu iddiasını tartışacağız.

    Lafzî Mütevatir var mıdır?

    Lafzî mütevatire örnek olmak üzere klasik hadis usûlünde gösterilebilen en sağlam hadis “men kezebe…” hadisidir.

    Hadisçilerden bazılarına göre bu hadisi rivayet eden sahabe sayısı (40) bazılarına göre (62), kimine göre (100)den fazla, Nevevi’nin dediğine göre (200) den fazladır. Zeynuddin el-Iraki’ye göre bu rivayetlerin çoğu mutlak olarak yalan (kizb) hakkında olup, bu lafızla rivayet eden sahabenin sayısı (70) küsurdur. (127)

    Bu açıklamaların ışığında bu hadisin tedkikine geçelim:

    Evvela bu hadisi (70) küsur sahabenin nakletmiş olması tevatür için yeterli midir? sorusunu sormak gerekir. Zira az önce de ifade edildiği gibi, mesela mütevatirin ravi sayısının bir beldeye sığmayacak kadar çok ve sayılamaz olması şartını koşanlara göre, bu hadisin mütevatir olması elbette mümkün değildir. Demek ki bu hadisin mütevatir olduğu görüşü, sadece bazılarınca kabul edilebilir olan, ama bazılarınca asla kabulü mümkün olmayan bir iddiadır. O yüzden bu hadisin, herkesin üzerinde ittifak ettiği bir örnek olarak gösterilmesi de isabetli değildir.

    İkinci olarak tevatürde bu sayının her tabakada aynı olması veya azalmayıp, artması gerekir. Bu hadisin ise sadece ilk tabakasından sözedilmiş, daha sonraki nesillerde bu hadisin ravilerinin (70) küsur veya daha fazla olduğu da ortaya konmuş değildir. Dolayısıyla bu husus ortaya konmadan, bizim bu hadisin mütevatir olduğunu ileri sürmemiz ilmen doğru olamaz.

    Bu yetmiş küsur sahabinin rivayeti dışında kalan ve genel olarak Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeyi yasaklayan rivayetleri birarada değerlendirmek de sonucu pek değiştirmeyecektir. Zira el-Iraki’nin de az önce işaret ettiği gibi, bunların ifade şekli farklıdır ve bu sebeple lafzî bir tevatürden söz etmek imkansız görünmektedir.

    Bütün bunların hepsinden önemlisi, “mütevatir” olduğu iddia edilen bu hadislerin teker teker birer isnad ile bize ulaşmış olmasıdır. Bu hadislerin her birinin birer isnad ile nakledilmiş olması, isnadlardaki ravilerin de teker teker cerh ve ta’dilinin yapılabileceği anlamına gelir. Bu nokta uzun asırlar boyunca hadis usûlünde nasılsa gözden kaçırılmış ve isnadı, isnadında ravileri olan ve bu ravilerin cerh ve ta’dile tabi tutulması da mümkün olan hadisler, gayet rahat bir şekilde “mütevatir” olarak sunulabilmiştir.

    Üstelik bütün bunlar yapılırken, Ehl-i Hadis ciddi bir çelişki içine düştüğünün de farkına varamamıştır. Zira klasik hadis usûlünde ittifakla kabul edildiğine göre mütevatir yakini (kesin) bilgi ifade eder ve bu yüzden aslında isnad ilminin dışında kalır. Yine bu yüzden Babanzade’nin ifadesiyle “Tevatür için sened aranmaz.” (128). Bu husus açıkça ifade edildiği halde, başlangıçtan bugüne -Babanzade de dahil- hadis ulemasının ve hadis ilmiyle uğraşanların veya bu konuda söz söyleyenlerin, nasıl olup da “men kezebe…” hadisi dahil, kitaplarda isnadlarla nakledildiklerini görüp durdukları hadislerin mütevatir olduklarını iddia edebildiklerini anlamak doğrusu hiç de kolay değildir. Hatta birtakım hadis, tefsir, fıkıh v.b. kaynaklarından derleyip topladıkları, hepsi de birer isnad ile rivayet edilmiş olan bazı hadisleri bir kitapta toplayıp, bunların mütevatir olduğunu iddia eden es-Suyuti ve el-Kettani gibi İslam alimlerinin bu yaptıklarını anlamak neredeyse imkansızdır.

    Şimdi bu konuyu mütevâtir hadisleri topladığını iddia eden birkaç eserden biri olan, el-Kettânî’nin Nazmu’l-Mutenâsir mine’l-Hadisi’l-Mutevâtir (Beyrut, 1980) adlı eseri ışığında, örnekleriyle daha yakından inceleyelim:

    Kesin bilgi ifade etmesi beklenilen mütevâtirin tanımına dikkatlice bakılacak olursa, bu beklentiye mukabil, ortada birtakım muğlak ve müphem noktaların bulunduğu, bunun ise birtakım ihtilaflara yol açtığı da görülecektir. Bu muğlak ve müphem noktaların başında, kaç kişinin haberinin mütevâtir sayılacağı meselesi gelmektedir.

    Bir-iki kişinin haberinin mütevâtir sayılamayacağını başarıyla (!) tespit edebilen bazı İslam alimlerimiz, üç kişinin durumunu sükûtla geçiştirdikten sonra, sırayla bize şu rakamları vermektedirler:

    4 kişinin haberi mütevâtirdir (zina şahitliği için gerekli şahit sayısına kıyasla).

    4 kişinin haberi mütevâtir olamaz. 5 kişinin haberinde ise kararsızım (el-Bakıllâni).

    5 kişinin haberi mütevatir için yeterlidir (Liân’a kıyasla).

    7 kişinin haberi mütevâtirdir.

    10 kişinin haberi mütevâtirdir ( 2, el-Bakara, 196′ya kıyasla).

    12 kişinin haberi mütevâtirdir (İsrailoğullarının nakiplerinin sayısı 12 olduğu için).

    20 kişinin haberi mütevâtirdir (8, el-Enfal, 65′e kıyasla).

    40 kişinin haberi mütevâtirdir (En hayırlı askeri birlik kırk kişilik olanıdır, hadisine(!) kıyasla).

    50 kişinin haberi mütevâtirdir (Kasâme’ye kıyasla).

    70 kişinin haberi mütevâtirdir (Allah’ın kelamını işitmeleri için Hz. Musa’nın kavminden 70 kişiyi seçmiş olmasına kıyasla).

    310 kişinin haberi mütevatirdir (Talut’un ve Bedir’e katılanların sayısına kıyasla).

    1400 kişinin haberi mütevâtirdir (Rıdvan bey’atına katılanların sayısına kıyasla).

    1500 kişinin haberi mütevâtirdir (Rıdvan bey’atına katılanların sayısına kıyasla).

    Bunların hepsi yanlıştır, sözünü etmeğe bile değmez iddialardır. (129)

    Herhalde bu son görüş gerçeğe en yakın ve en isabetli görüş olsa gerektir. Zira, mütevâtirin genel kabul gören tanımında, bu konuda herhangi bir sayı belirlenmiş olmayıp sadece “yalan üzerine ittifak etmeleri pratikte mümkün olmayan kalabalık bir grup”tan sözedilmiştir.

    Bazı alimlerin yukarıda verdikleri sayılara gelince, bunlardan bazılarının tevatür için yeterli olamayacağı gayet açıktır. 4,5,7,10, 12,20,40, hatta 50 ve 70 sayılarının “yalan üzere ittifak etmesi mümkün olmayan kalabalık” nitelemesine giremeyeceğini sıradan insanlar bile bilir. Buna rağmen bu sayıların sıradan insanlar değil, üstelik âlim sıfatını hâiz kimseler tarafından mütevâtir için yeterli sayı olarak nasıl sunulabildiği anlaşılır gibi değildir. 1400-1500 sayılarının ciddiye alınması gerektiği kuşkusuzdur. Ama en doğrusu bu konuda muayyen bir sayının olmadığıdır. Fakat bu asla 4,5,7 v.b. gibi az sayıdaki ravilerin rivayetinin mütevâtir olabileceği anlamına da gelmez.

    Meselenin dikkati çeken diğer bir yönü ise, 4,5,7,10,12 v.s. sayılarını tevatür için yeterli görenlerin, bu görüşlerini temellendirmek için başvurdukları delillerin arzettiği manzaradır. Bırakın ulemâyı, aklı başında herhangi bir kimsenin bile, konuyla hiç ilgisi olmayan ayetlerde geçen bazı sayıları, sırf ayetlerde geçiyor diye, tevatür için gerekli veya yeterli sayı olarak sunması düşünülemez. Çünkü bu ayetlerdeki sayılar veya şu veya bu savaşa katılanlar sayıları, mütevâtir haberlerin kaç kişi ile sabit olabileceğini bildirmek için zikredilmiş değildir. Bilakis çoğunun bir tesadüf sonucu olduğu rahatlıkla söylenebilir.

    Bütün bunlara rağmen, ulemânın bu sayılar konusundaki yukarıda eleştirilen tavrı sergilemiş olmaları, hadislerin ve hadis ilminin kendilerine emanet edildiği bu insanların içerisinde, bu derece sığ ve ilim dışı bir zihniyetin zebûnu olanların da bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Böylesi ilim dışı tavırları sergileyebilen ve geçmişte âlim diye görüşleri ciddiye (!) alınabilen bu gibi kimselerin, hadisler konusunda yapacakları çalışmaların ve verecekleri hükümlerin ne kadar sağlıklı olacağı da sanırız ortadadır.

    Maalesef, mütevâtir hadisler konusunda eser veren ulemâ içerisinde yukarıda eleştirdiğimiz yaklaşımların benzerini savunanlara rastlanabilmektedir. Meselâ el-Kettâni, es-Suyûti’nin (ö. 911/1505) on sahabinin rivayet ettiği hadisi mütevâtir saydığını, üstelik bunun Ehl-i Hadis’in görüşü olduğunu söylediğini ileri sürer (130) ki, bunun daha önce eleştiri konusu olan görüşlerden hiçbir farkı yoktur. Şimdi on kişinin rivayetleriyle tevatürün sabit olabilecegini(!) iddia eden birinin, mütevâtir hadisleri tespit yolunda ulaştığı sonuçların tatminkar olması düşünülebilir mi?

    Tabiatıyla ulemâ içerisinde tevatür için belli bir sayı belirlemenin gerekli olmadığını savunanlar da olmuştur ve bu bilgiler özetle “önemli olan bir konuda insanda kesin bilginin (el-ilm el-kati) oluşmasıdır; dolayısıyla birşeyi kalabalık bir grup bile nakletse, kesin bilgi oluşmadıkça bu kalabalık grubun haberi mütevâtir olamaz; ama az sayıda insandan oluşan bir grup bile nakletse, bizde kesin bilgi oluşabiliyorsa, onların haberi mütevâtir olur” diyerek kanaatlerini dile getirmektedirler. (131)

    Asıl önemli olan bizde kesin bilginin oluşması ise de, buna dayanarak az sayıda insandan oluşan bir grubun (meselâ, 4,5,7,12,20,30,40,50 …gibi) verdiği haberin de mütevâtir olabileceğini iddia etmek, pek isabetli görünmemektedir. Çünkü bu sayıda insanın yalan üzere ittifak etmeleri imkansız değildir.

    Gerçek mütevâtirde ise -namazın kılınış şekli, vakitleri, ezan, bayram namazları, haccın yapılış şekli gibi- uygulamalara dair bilgiler, daha ilk tabakada -yani Hz. Peygamber döneminden hemen sonra- bile binlerce, onbinlerce sahabe tarafından sonraki nesle aktarılmış, ondan sonra sayıları giderek artan her nesil bu uygulamaları kendisinden sonraki nesle aktarmışlardır. İşte mütevâtir denilen de zaten budur.

    Bu bakımdan az sayıda insanın verdikleri habere mütevatir denilebileceği iddiası bir zorlamadan ibarettir. Nitekim bazı ulemânın, anlattığımız gerçek mütevâtir şeklinde bize ulaşan hiçbir hadis olmadığını söylemesi de dediğimizi doğrulamaktadır. el-Kettânî, İbn Hıbbân’ın (ö.354/965) ve el-Hâris’in (b. Muhammed (ö.282/295) bu anlamda gerçek hiçbir mütevatir hadis bulunmadığını savunduklarını, en-Nevevî (ö.671/1272) ile İbnu’s-Salah’ın (ö.643 /l245) ise son derece nadir olduğunu ileri sürdüklerini kaydetmektedir. (132)

    İbn Hıbban ve el-Hâris gibilerinin mütevâtir olan hiçbir hadis yoktur iddiasına karşı, İbnu’s-Salâh “men kezebe…. (Her kim bana yalan isnad ederse …)” hadisini 60 sahabi rivayet ettiği için; el-Iraki mestlere meshetme hadisini 60′dan fazla sahabi rivayet ettiği için; namazda ellerin kaldırılmasına dair hadisi 50′ye yakın sahabi rivayet ettiği için; cinsel organına dokunan erkeğin abdest alması gerektiğine dair hadis 60′dan fazla sahabi tarafından rivayet edildiği için; ateşte kızartılmış et yemekten dolayı abdest almak gerektiğine -keza gerekmediğine- dâir rivayeti de aynı şekilde mütevatir olarak takdim etmiştir. (133)

    Gerek İbn Hıbbân’ın ve en-Nevevî’nin, mütevâtirin son derece nâdir olduğuna dair iddialarını, gerek hiç mütevâtir bulunmadığı iddiasını reddeden İbn Hacer (ö.852/1448), her iki iddianın da hadislerin geliş yollarının çokluğunu, ravilerin -yalan üzere ittifaklarını imkânsız kılan- özelliklerini bilmemekten kaynaklandığını ileri sürerek, şarkta ve garpta ellerde dolaşan ve müelliflerine aidiyetinde şüphe bulunmayan hadis kaynaklarının müştereken rivayet ettikleri hadisleri mütevatire örnek olarak zikretmekte, bu gibi mütevâtir hadislerin meşhur eserlerde bol miktarda mevcut olduğunu söylemektedir. (134)

    Daha sonra gelen es-Suyuti (ö. 911/1505) İbn Hacer’i desteklemiş; bilahare kendisi de bu konuda “Benzerini benden başkasının yazmadığı bir eser” diyerek kendini methetmeyi (!) ihmal etmediği bir eser -el-Ezhâru’l-Mutenasira- yazmış ve 20,27,30,50 ve 70 sahabiden geldiğini ve lafzî mütevatir olduğunu söylediği birtakım rivayetleri bu eserinde zikretmiştir. (135)

    Aynı şekilde es-Sehavî de İbn Hacer’in ve başkalarının mütevâtir olduğunu söylediği hadisleri -şefaat, havz, rü’yetullah, imamların Kureyşten olması gerektiği, hurma kütüğünün inlemesi, deve ağıllarında namaz kılınmasını yasaklayan hadisler, Mehdi, İsrâ, Deccal, ayın yarılması, abdestte ayakların yıkanması, v.b.- zikretmekte, kendisinin de aynı kanaatte olduğunu ifade etmektedir. (136)

    İbn Teymiyye’nin ise el-F’urkân beyne’l-Hakkı ve’l Batıl eserinde, Haricîlerle savaşılmasını emreden hadislerin mütevatir olduğunu ileri sürdüğü kaydedilmektedir. (137)

    Görüldüğü gibi hadis kaynaklarımızda pekçok mütevatir hadis bulunduğunu iddia eden birçok İslam âlimi vardır. Ancak şunu hemen belirtelim ki, onların bu görüşleri sadece birer iddiadan ibaret olup, her iddia ise mutlaka gerçekleri yansıtmayabilir. Nitekim mütevatir olduğu iddia edilen bu hadislerin üstelik manevî değil “lafzî mütevatir” olduğu da -yukarıda görüldüğü üzere- iddia edilmişse de; başka âlimlerin bu iddiayı kabul etmedikleri ve mütevâtire örnek verilen hadislerin lafzî değil manevî mütevâtir oldukları; zira lafzî mütevatir olduğu söylenen pekçok hadisin, incelendiğinde manevi tevatür olduğunun ortaya çıktığını ifade ettikleri de kaydedilmektedir (138) ki, biz de yapılan bu itiraz ve eleştiriye katılıyoruz.

    Peki ister lafzî ister manevi olduğu ileri sürülsün, gerçekten kaynaklarımızda yer alan hadisler içerisinde mütevatir olanlar var mıdır ? Geçmiş ulemâmızın görüşlerine ve bu konuda yazdıkları eserlere bakılacak olursa, kaynaklarımızda azımsanmayacak sayıda mütevatir hadis -ister manevi, ister lafzî mütevatir olduğu söylensin- yer almış görünmektedir.

    Şimdi bu tespitin doğru olup olmadığı üzerinde biraz duralım:

    Mütevâtir hadisin belli bir ravi veya isnad(lar)ı olmadığı için, ne ravilerinin ne de isnadlarının tedkiki sözkonusudur. Bu yüzden de mütevatir hadis, hadis ilminin kapsamı dışında bırakılmıştır, çünkü hadis ilminin temel amacı hadislerin hangisinin sahih (sağlam) hangisinin sakîm (çürük) olduğunu tespit etmektir. Mütevâtirin doğruluğunda şüphe olmadığı için, herhangi bir incelemeye -ki zaten mütevâtirin ne ravileri ne isnadları bellidir- gerek kalmamaktadır.

    Kaynaklarda yer alıp, mütevatir olduğu ileri sürülen hadislere bu açıdan bakılınca, 10, 20, 50, 70 hatta 100 kanaldan (tarikten) da gelseler, bunların hepsinin hem isnadları hem de isnadlarda yer alan belli ravileri olduğu kolaylıkla görülür. Ortada birtakım raviler ve ravilerin oluşturduğu isnadlar sözkosunu olunca, artık bu ravilerin cerh ve ta’dili ile bu isnadların muttasıl veya munkatı olup olmadıklarının tedkiki zarureti de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu şekilde gerek raviler gerek isnadı açısından tedkiki mümkün olan hadislerin ise “ahâd” hadisler kategorisine girdikleri malumdur. Buradan hareketle, mütevatir hadis konusunda -bir teklif olarak- şu şekilde açıklayıcı bir kural konulması bizce doğru görünmektedir:

    Mütevatir hadis, muayyen bir ravisi/ravileri ve isnadı/isnadları olmayan ve kitlesel olarak nesilden nesile aktarılan haberlerdir. Şayet bir hadis (veya hadisler) bize râvi(ler) ve isnad(lar) aracılığıyla geliyorsa, artık o rivayetlerin mütevâtir olması mümkün değildir.

    Burada genellikle -İbn Hacer’in de yaptığı gibi- herhangi bir hadisin pek çok kanaldan gelmesine ve pek çok hadisçinin bu hadisi rivayet etmiş olmasına aldanılarak, bu kadar çok kanaldan gelen bir hadisin mütevatir olması gerektiği düşünülmektedir.

    Peki gerçekten bir hadisin onlarca, hatta yüzlerce kanaldan gelmesi onun mütevatir olduğunu gösterir mi? Bu konuda sözü fazla uzatmamak için, sorunun cevabını, mütevatir olduğu ileri sürülen bazı hadisleri incelemek suretiyle bulmaya çalışalım.

    Mütevatir olduğu iddia edilen hadislerin toplandığı en geniş eserlerin başında gelen el-Kettâni’nin Nazmu’l-Mııtenâsir eserine bu açıdan bir göz attığımızda görürüz ki:

    Bu eserde mütevatir olacak gösterilen hadislerden:

    3. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (16)

    4. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (9)

    7. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (10)

    11.12. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (10)

    13- hadisin sahabe tabakasındaki ravi adetli (8)

    19. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adetli (7)

    44. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (9)

    45. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (8)

    49. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (9)

    54. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adetli (4)

    57. hadisin sahabe tabakasındaki ravi adedi (6) dır.

    Eserin baş tarafından derlediğimiz bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Şimdi burada sorulması gereken şudur: 16, 10, 9, 7,6 ve nihayet 4 kişi, acaba yalan üzere ittifak etmeleri aklen imkansız olan sayı mıdır? Bu soruya, bırakın hadis ilmiyle iştigal edenleri, herhangi bir insanın bile olumlu cevap vermesi düşünülemez.

    Diğer yandan bu eserde mütevâtir olarak nitelendirilen hadislere baktığımız zaman, neredeyse fıkıh, akaid vb. eserleri dolduran hadislerin hepsinin mütevâtir olduğuna insanın inanası gelmektedir. Meselâ:

    İlim talep etmek her müslümana farzdır (s. 25).

    Kim bir ilmi (insanlardan) gizlerse, kendisine kıyamette ateşten bir gem takılır (s. 27).

    Müslüman, diğer müslümanların kendisinin elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir (s. 29).

    Haya imandandır (s. 30).

    Zina eden zina ederken mümin olarak zina etmez (s. 30).

    İman Yemen’lidir (s. 31).

    Müminlerin en kâmili, ahlakı en güzel olanıdır (s. 31).

    Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır (s. 32).

    Derinin tabaklanması, onun temizlenmesi demektir (s. 35).

    Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir, (s. 36)

    Besmele çekmeyenin abdesti yoktur, (s. 36)

    Abdest öncesi ve abdest dışında dişlerin fırçalanması (s. 37)

    Abdestte sakalın parmaklarla aralanması (s. 39).

    Kulaklar da (abdestte) baş’a dahildir (s. 39).

    Cünüb olan uyumak isterse abdest alsın (s. 49).

    Kadının kullandığı sudan arta kalan ile gusletmek (s. 49).

    Müezzinler Kıyamet günü insanların en uzun boyluları olacaklardır.
    Müezzinin günahları, sesinin ulaştığı yer ölçüsünde bağışlanır (s. 50).

    Hz. Peygamber’in Ka’be içinde namaz kıldığı (s. 52).

    Baldır da avretten sayılır (s. 53).

    Kim bu kötü kokulu ağaçları (sarımsak) yerse, bizim mescidimize yaklaşmasın (s. 53).

    Yeryüzü bana mescit ve temiz kılındı (s. 54).

    Sabah namazını erken kılın, sevabı daha çoktur (s. 55).

    Erkeklerin saflarının en hayırlısı ilki, kadınların saflarının en hayırlısı ise sonuncularıdır (s. 56).

    Namazın anahtarı abdest, tahrimi tekbir almak, tahlili (bitişi) de selâm iledir (s. 57).

    Namazda besmele okumak ve bunu açıktan yapmak (s. 60).

    Namazda besmele çekmemek gerektiği(?) (s. 62).

    Fatiha’yı okumayanın namazı yoklur (s. 62).

    Teşehhüdde işaret parmağını kaldırmak (s. 65).

    Namazın sonunda sağa-sola iki selam vermek (s. 66).

    Hz. Peygamber’in sandaletleriyle namaz kıldığı (s. 68).

    Sabah ve ikindi namazından sonra (nafile) namaz kılmanın yasaklanması (s. 68).

    Kim üç cuma namazını özürsüz terkederse, Allah onun kalbini mühürler (s. 74).
    Cuma günü olunca guslediniz (s. 74).

    [Hz. Peygamber] Bayramlarda giderken ayrı yoldan gider, gelirken de ayrı yoldan gelirdi (s. 76).

    Ölülerinize “Lailâhe illallah”ı telkin ediniz (s. 77).

    Müslümanların (küçükken ölen) çocukları Cennete girecektir (s. 79).

    Sizi kabir ziyaretinden menetmiştim, artık ziyaret edin (s. 80).

    Allah Yahudilere ve Hristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin kabirlerini mescidlere çevirdiler (s. 81).

    Kabir azabına dair hadisler (s. 84).

    Peygamberlerin kabirlerinde diri oldukları (s. 84).

    Üzerinden bir yıl geçmeden malda zekat yoktur (s. 85).

    Her iyilik sadakadır (s. 86).

    Hilali görünce oruç tutun, tekrar görünce de bayram yapın (s. 86).

    İftarı erken, sahuru geç yapmak (s. 86).

    Hz. Peygamber oruçlu olduğu halde (hanımlarını) öperdi (s. 87).

    Benim ismimi kullanın, ama künyemi kullanmayın (s. 93).

    Harp hiledir (s. 94).

    Harpte kadınların ve çocukların öldürülmesinin yasaklanması (s. 94).

    Kim malı uğrunda öldürülürse şehittir (s. 96).

    Velisinin izni olmayan birinin nikah akdi geçersizdir (s.96).

    Yırtıcı kuşların etlerinin yenmesinin yasaklanması (s. 98).

    Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır (s. 100).

    Bizi aldatan bizden değildir (s. 101).

    Ümmetin hata üzerinde birleşmeyeceği (s. 104).

    Hakim içtihad eder de isabet ederse ona iki, hata ederse bir sevap verilir (105).

    Vela hakkı köleyi azad edene aittir (s. 108).

    Varis’e vasiyyet edilmez (s. 108).

    Delil iddia sahibine, yemin de inkar edene düşer (s. 109).

    “Kulhuvallahu ahad” sûresi Kur’an’ın üçte birine denktir (s. 112).

    Sirayetin ve uğursuzluğun olmadığına dair hadisler (s. 116).

    Merhamet etmeyene merhamet olunmaz (s. 116).

    Adem oğlunun bir vadi dolusu malı olsa ikincisini de … üçüncüsünü de ister (s. 117).

    Güvercinle oynayanın, şeytanın peşinden giden bir başka şeytan olduğu (s. 119).

    Biriniz bir yazı yazdığında, önce kendisinden başlasın (s. 121)

    Rabbimden başka bir dost edinecek olsaydım Ebubekr’i edinirdim (s. 123).

    Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır (s. 124).

    Hasan ve Hüseyn, Cennetlik gençlerin efendisidirler (s. 125).

    Muaz’ın ölümünden dolayı arş titremiştir (s. 126).

    En hayırlı dönem benimki, sonra ardından gelen, sonra da onu takip edendir (s. l28).

    Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir (s. 128).

    Uhud dağı bizi sever, biz de onu severiz (s . 128).

    Kişi sevdiğiyle beraberdir (s. 129).

    İsra kıssası (s. 132).

    Ayın yarılması (s. 135).

    Fetihten sonra hicret yoktur (s. 140).

    gibi, hemen hemen pek çok dinî eserde rastlanabilecek olan ve çoğumuzun malumu olan bu hadisler, mütevâtir olarak sunulmaktadır. Halbuki bunların hadis, fıkıh, akaid siyer v.s. literatüründe yer alan âhâd hadisler olduklarını, ilim ehlinden olan herkes bilir. Bunların bir kısmı geç dönemlerde yaygınlaştığı için, olsa olsa “meşhur” veya “müstefiz” olabilir ki, her iki hadis türü de mütevatirin dışındadır. Muhtemelen bu hadislerin bilahare yaygınlaşmasına aldandıkları için olsa gerek, el-Kettanî de dahil birçok müellif bunların mütevâtir olduklarını zannetmişlerdir. Meselâ sırat, havz, kevser, kabir azabı vb. konulardaki hadisler bu duruma örnek verilebilir.

    Halbuki es-Serahsi (ö.490/1096) kabir azabı ve benzeri konulardaki hadislerin meşhur-âhâd olduklarını söylemek suretiyle (139) bunların mütevâtir oldukları iddiasını reddetmiş olmaktadır.

    Diğer yandan mütevâtir olduğu söylenen bu hadislerden bazıları, mütevâtir olmak söyle dursun, bilakis fıkhî ve itikadi mezhepler arasında tartışma konusu olan hadislerdir.

    Yine, rükûya giderken ve rükûdan kalkarken ellerin kaldırılacağına dair hadis de, bırakın mütevâtir olmayı, Hanefiler tarafından delil olarak dahi kabul edilmemiştir.

    Ama hepsinden önemlisi mütevâtir olduğu ileri sürülen hadisler içerisinde hatalı, mevzu (uydurma) veya mevzu olma ihtimali yüksek hadislerin bulunması, buna rağmen bunların mütevâtir hadislere dair bir eserde yer alabilmiş olmasıdır.

    Meselâ Haricileri kötiileyen ve onlarla savaşılmasını emreden hadisler (s. 34), avret yerine dokunanın abdest alması gerektiğine dair hadisler (s. 46), ateşte pişen etten dolayı abdest almak gerektiğine dair hadisler (s. 47), ölü, arkasındaki dirilerin kendisine ağlamasından dolayı azaba uğrar, hadisi (s. 79); oruçlu iken hacamat yapanın da yaptıranın da orucu bozulur, hadisi (s. 87); aşure günü oruç tutmak bir senelik günahlara; arefe günü oruç tutmak da iki senelik günahlara keffarettir, hadisi (s. 89); imamlar Kureyş’tendir, hadisi (s. 103); Bir kimse içki içerse ona sopa vurun, ikinci, üçüncü, defada da sopa vurun, dördüncü defa yine içerse onu öldürün(!) hadisi (s. 106); Allah’ın ilk yarattığı şeyin a) akıl b) arş, c) kalem, d) levh-i mahfuz, e) kamış, f) nur-ı Muhammedi g) su, h) ruh, olduğuna dair hadisler, (s. 111); Hz. Peygamber’in bütün âba ve ecdadının tevhid üzere öldüklerine dair hadisler (s. 121); Ebdâl hadisleri (s. 140); Mehdi’ye dair hadisler (s. 144) ve Cennet’e sorgusuz-sualsiz (!) 70.000 kişinin gireceğine dair hadisler (s. 155), burada zikredilebilir.

    Bu hadislerin bir kısmı mevzuat kitaplarında yer alan hadislerden olup, diğer bir kısmı da mevzu hadisleri belirlemede başvurulan, metne yönelik prensiplere -ki bunları İbn Kayyım el-Cevziyye’nin el-Menâru’l-Munif eserinde görmek mümkündür- aykırı düştüğü için bırakın tevatürü, sıhhati dahi şüphelidir. Bilhassa İslam’ın, âhiretin, hesabın ve ilahi adaletin ne demek olduğunu bilen birisinin 70.000 kişinin sorgusuz-sualsiz Cennet’e gireceğini ileri süren bir rivayetin, Hz. Peygamber’in ağzından çıktığını kabul etmesi düşünülemez.

    Görüldüğü gibi, çoğu İslâm âlimlerinin mütevâtiri tespit ölçüleri hiç de hassas ve titiz olmayıp, son derece indi ve keyfi bir görünüm aızetmektedir. Bu ise, onların mütevâtir hadislerin tespiti konusunda pek de başarılı olamadıklarını, tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde, açıkça gözler önüne sermekledir.

    Sahih olmak şöyle dursun açıkça mevzu veya mevzu olma ihtimali yüksek hadislere miitevâtir damgası basmaktan çekinmeyen bazı İslam âlimlerimiz (!), bununla da yetinmeyerek, âhad olduklarını bile bile, bazı hadisleri mütevâtir kategorisine dahil etmenin çârelerini aramışlardır:

    “Buhari-Müslim’in müştereken veya ayrı ayrı olmak üzere Hz. Peygambere varan muttasıl bir isnadla eserlerinde rivayet ettikleri hadislerden mütevâtir derecesine varmayanlar, sıhhatinin kesin oluşu ve kesin bilgi vermesi açısından miitevâtir gibidir. Buhari-Muslim’de veya bunlardan birinde yer alan bir hadisi işiten, bunu Hz. Peygamberin ağzından işitmiş demektir.” (140)

    Bu iddianın doğruluğuna gerekçe olarak gösterilen ise şudur:

    “Bu iki eserin musannıfları büyük ve yüce imamlardır. Haramlık ifade eden hadisleri (diğerlerinden) üstündür. Bir konuda icma ettiğinde hatadan korunmuş olan masum (hatasız) ümmet, her iki eseri kabul ile karşılamış, onları tasdik edip, onlarla amel etmiştir. Mütevâtir derecesine ulaşmayan bir haberi ümmetin kabul etmesi, nazarî ilmi zorunlu kılar.” (141)

    Hem yukarıdaki iddianın, hem de gerekçelerinin son derece tartışmalı, dolayısıyla kabulünün de zorunlu olmadığı; bilakis reddedilmesinin daha isabetli olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Zira aklı başında hiçbir kimse Buhari-Muslim hadislerini işitenlerin, Hz. Peygamber’in ağzından bu hadisleri bizzat işitmiş gibi olacaklarını iddia etmemiştir. Bilakis bu, ilmî zihniyete son derece aykırı, duygusal ve büyük ölçüde ideolojik bir tavrın sonucudur. Allah’tan, başka İslam âlimleri -meselâ en-Nevevî’ye göre muhakkik ve çoğunluk ulemâ- bu iddiayı reddetmiş, Buharî-Muslim hadislerinin olsa olsa zann-ı ğalib ifade edebileceklerini söylemişlerdir. (142)

    Yine İbn Burhan ve İbn Abdisselâm gibi âlimler, yukarıdaki görüşü savunan İbnu’s-Salah’ı sert biçimde eleştirmişler ve mütevatir konusundaki bu gevsek tutumundan dolayı onu kınamışlardır. (143)

    Ancak bazı Buhari-Muslim hadislerini mütevâtir derecesine yükseltmeyi kafasına koydukları anlaşılan birtakım aşırı muhafazakâr ulemâ, bu itirazı da savuşturmak iştemişlerdir. Bunlardan biri olan İbn Hacer, en-Nevevînin itirazının ulemânın çoğunluğu açısından doğru olduğunu, ancak muhakkik ulema açısından doğru olmadığını, zira İbnu’s-Salah’ı destekleyen -meselâ Ebû İshak el-lsferâini, Ebû Abdillah el-Humeydî ve Ebu’l-Fadl b. Tahir gibi- muhakkik âlimlerin bulunduğunu söyleyerek itirazda bulunur. (144)

    Siracuddîn el-Bulkînî (ö.805/1042), İbn Kesir (ö.774/1343) ve es-Suyûti (ö.911/1505) de bu konuda İbnu’s-Salâh’ı desteklemişlerdir. Ancak hem bu görüşü ortaya atan İbnu’s-Salah’ın, hem de onu destekleyenlerin bu tavırlarının ilmî olmaktan ziyade ideolojik olduğunu tekrar söylemek gerekir. Zira tek tek raviler tarafından rivayet edilen ve hata ihtimali daima mevcut olan âhâd hadislerin -ne türlü karineyle kuşatılırsa kuşatılsın- mütevâtir derecesine yükselmesi sözkonusu olamaz. Olsa olsa bu hadislere olan aşırı güvenden dolayı, sahihlerin en sahihi veya daha iyimser bir bakış açısıyla meşhur veya müstefiz derecesinde nisbî bir kesinlikten sözedilebilir.

    Ümmetin bu iki kitaptaki hadisleri kabul ettiği iddiasına gelince, bu da ilim dışı bir iddiadır. Bu konuda sadece Hanefilerin birçok Buhari-Muslim hadisiyle amel etmeyi reddettiklerini, bunların yerine başka hadisleri delil olarak aldıklarını hatırlamak bile yeterli olur. Ayrıca Mehmed S. Hatiboglu hocamızın Müslüman Âlimlerin Buhari ve Müslim’e Yönelik Eleştirileri başlıklı makalesi de, bu sık sık tekrarlanan icmâ iddiasının ne kadar boş bir iddia olduğunu ortaya koyan delilleri toplayan ilmî bir inceleme olarak burada gözönünde bulundurulmalıdır.

    el-Kettani müteahhirîn ulemasından olup, İbnu’s-Salah’a karşı en-Nevevî’yi destekleyenlerden bahsederken, onların “Esas alınması gereken doğru görüş [Buhari-Muslim hadislerinin kesin bilgi ifade etmeyip, zann-ı ğalib ifade ettiğidir!”] dediklerini nakleder ve keşif ehlinden bazılarının -İbriz adlı eserin müellifi gibi- bazı Sahihayn hadislerini -meselâ İsra’da Hz. Peygamber’in göğüsünün yarılmasına dair rivayeti- reddettiklerini de sözlerine ilave eder. (145) Bu ise tevatür tartışmalarını sonuçlandırmaktan ziyade, ona yeni boyutlar kazandırmaya yarar. Nitekim el-Kettanî de meseleyi sonuçlandırmadan muallakta bırakmak zorunda kalmış, ama nihai tahlilde mutevatir hadislerin varlığı görüşünü benimseyerek adı geçen eserini telif etmiştir.

    Bu durum, tekrar ifade edelim ki, hadis usûlünün ve bu usûlün esasları dahilinde sürdürülen çalışmaların, olduğu gibi, hiçbir tenkide tabi tutulmaksızın sürdürülüp savunulmasının ne kadar vahim sonuçlar doğurduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.

    Yine bu durum sonuç itibariyle her türlü ilmî faaliyetin temel taşlarından biri olan “tenkit zihniyeti”nin bizim dünyamızdan çekilmesinin bize nelere malolduğunu gösterdiği gibi; bu yapıcı tenkit zihniyetini yeniden İslam dünyasına aşılayıp, onu tekrar yaygınlaştırmanın ne kadar önemli olduğunu da, tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açık bir şekilde hepimizin gözleri önüne sermektedir.

    O HALDE, BU BÖLÜMÜN SONUCU OLARAK SÖYLENEBİLECEK OLANLAR ŞUNLARDIR:

    1. Mütevatir hadisin tanımı ile ulemanın mütevatir olduğunu söylediği hadislerin şartları arasında açık bir çelişki bulunmaktadır.

    2. Mütevatir hadis -lafzî anlamda- çok az değil, hiç yoktur. Zira mütevatir olduğu söylenen hadislerin hepsi de, kitaplarda isnadlarla zikredilen ve ravilerinin cerh ve ta’dile tabi tutulması mümkün olan ahad hadislerin biraraya getirilmesinden başka birşey değildir.

    3. Bu, mütevatirin hiç olmadığı anlamına gelmez. Bilakis kendisi de mütevatir olan Kur’an-ı Kerim’de yer almayan birtakım hususlar, mesela ezan, kamet getirilmesi, bayram namazları, namaz vakitleri ve rekatları, gibi İslam toplumunda, bireyin ve toplumun nesilden nesile daima uygulayarak naklettiği pekçok uygulamayı, mütevatire örnek olarak vermek mümkündür. Bunun dışında kitaplarda isnadlarla nakledilen hadislere gelince, bunların herbiri ahaddır ve binlercesi dahi biraraya gelse -mütevatirin şartlarını haiz olmadıklarından- bunlara mütevatir demek mümkün değildir.

    4. Bütün bunlara rağmen Babanzade “Varis’e vasiyyet edilmez” hadisinin sadece Cabir’den gelen mürsel bir hadis olduğunu söylediği halde, icma ile gereğince amel olunmasında müçtehidlerin hepsinin birbirine nesilden nesile nakletmesine bakarak, onun bu suretle mütevatir olacağını ima etmesi, “tenkit zihniyetinden” ne kadar uzaklaştığımızın bir başka örneğidir. Yine bazı kaynaklarda sozkonusu hadise işaretle “Bu gibi hadislerin isnada ihtiyacı olmadığı” -hadis ilminin kriterleri hiçe sayılarak- çekinmeden savunulabilmiştir. (146) Halbuki mütevatir olduğu söylenen bu hadisi İmam eş-Şafii (ö. 204/819) herhangi bir muttasıl isnad ile dahi elde edemediğinden, er-Risale’de onu munkatı bir isnad ile zikretmek zorunda kalmıştır. (147)

    Dipnotlar:

    123 Tecrid-i Sarih Tercemesi, I. 102.

    124. Ay.

    125 A.g.e. I.103

    126. A.g.e. I.103 ve 105.

    127. A.g.e. I. 103.

    128. A.g.e. I. 104.

    129. el-Kettani. Nazmu’l-Mütenasir. S. 9-10.

    130. A.g.e., s. 10

    131. A.y.

    132. A.g.e., s. 11.

    133. A.y.

    134. İbn Hacer, Nıızhetu’n-Nazar (Dâru Mısr,?; neşreden: el-Mektebetu’l-İlmiyye Medine), s. 23.

    135. el-Kettani, a.g.e., s. 11-12.

    136. A.g.e., s. 12-13.

    137. A.g.e., s. 13.

    138. A.g.e., s. 14

    139. es-Serahsî. el-Usûl, I. 329.

    140. el-Kettânî, a.g.e., s. 15

    141. A.y.

    142. A.y.

    143. A.g.e., s. 15-16.

    144. A.g.e., s. 16

    145. A.g.e., s. 17

    146. Bkz. el-Âmidli, el-İhkam, III. 70. 192; el-Leknevî. -el-Ecvihetu’l-Fâdıla: s. 229, 232, 231: Tahir el-Cezairi, Tevcihu‘n-Nazâr. I. 141, 210.

    147. eş-Şafii. er-Risal, s. 139.

    148. Tecrid-i Sarih Tercemesi, I. 202.

  47. sayın Oğuz başgöze
    ehli sünnete karşı verdiğiniz delillerin asli kaynağı sapık mezheplerden ileri geliyor hele hele ki imamı azama yapılan iftira
    imamı azam şahsi görüşüyle hadis rivayet etmemeyi seçmiş yanlışım olur korkusuna kapılarak imamı azamı tartışmaya hiç gerek yok tartışanda haddini bilmiyordur kanımca

    mütevatir hadis konusuna gelince hadislerin doğru olup olmadığı hususunu müçtehitler zaten açıklamış….başkalarının yanlış görüşleri doğruları değiştiremez…selametle

  48. fırka-i naciye
    Allah resulu (saa) bir hadislerinde uzunca bir izahatten sonra; ken di ümmetinin de yetmisüç firkaya ayrilacagini ve bunlardan sadece bir tanesinin firkayi naciye, yani kurtulusa eren yol olacagini bildirir. O mübarek peygamber ömrü boyunca da firkayi naciyenin Kur’an-i kerim’e ve Ehli beytine sikica sarilanlar oldugunu anlatir. Yine yüce Mevla kitabinda Allahin ipine sikica sarilmadikça kurtulusa eremiyecegimize dikkati çeker. Ayati celilelerde Sünneti seniyeye simsiki sarilmaktan baska yol gözükmüyor. Mevla kitabinda Resulune (saa) iteati kendisine iteat olarak gösteriyor. Ve
    ”O kendinde bir sey söylemez.” diye bizi uyariyor. Nebi-i Muhterem (saa) hazretleride kurtulus yolu olarak defalarca Ehli beytini isaret buyuruyor.
    Kur’an-i azimin ve Allah Resulünün sünnetlerinin açiklayicilari ve yasayanlarida Ehli beyt-i Muhammedi.Bu gerçegi bulmam uzun senelerimi aldi. Yinede Rabbima son nefesimi vermeden Ehlibeyt mektebini tanimayi nasip ettigi için defaatlerce sükr ediyorum. Gerçek islami, firkayi naciyeyi bulmak nasip oldu sonunda, elhamdülillah Seyh Sadi’nin ifadesi ne güzeldir; ” Çöllerde yapilmis sarniç ve havuzlari çölde yolunu kaybeden kervan halkina sor. Sen Firat’in kiyisinda suyun kiymetini ne bilirsin? ”
    FIRKA I NACİYEEHLİ SÜNNET YOLUNDAKİ MEZHEPLERDİR BUNLAR KENDİ ARALARINDA HANEFİ ŞAFİ HANBELİ DİYE AYRILIR
    MESELA ŞİA EHLİ SÜNNET DEĞİLDİR BAŞKA BİR FIRKADIR BUDA KENDİ İÇİNDE AYRILIYOR

    Uzak ve yakın tarihimiz şahit ki, bir ve beraber olduğumuzda bileğimizi bükebilecek kimse çıkmadı.

    Bir taraftan nice zaferlere imza atarken, diğer taraftan kültür ve medeniyet değerlerimizle dünyaya insanlık öğrettik.

    Ne zaman aramıza tefrika ve ayrılık girmişse ateşlere düştük, ağır bedeller ödedik.

    Hele de bir Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı mübarek Kitab’a inanan müslümanlar olarak kendi kendimizi zayıflattığımızda, bütün yeryüzünde güzellikler soldu, insanlık yolunu kaybetti.

    Bizi Cenab-ı Hak yeryüzünün, insanlığın şahitleri olarak vasıflandırdı. Bizim güçsüzlüğümüz hakkın, adaletin zayıflaması anlamına geldi. Güç bir türlü doymak bilmeyen muhterislerin, sömürgenlerin eline geçti.

    Artık yeniden Allah’ın ipine sımsıkı sarılmamız gerekiyor. Birbirimizi sevmemiz, kusurlarımıza müsamaha ve dua ile karşılık vermemiz, kendimizi toparlamamız gerekiyor.

    Aksi halde ne huzurumuz olacak, ne de gözyaşı dinecek.

    “İnsan sosyal bir varlıktır” deriz. Bunun anlamı, insan denen canlının, hemcinsleriyle bir arada yaşamaya hem yatkın hem de muhtaç olarak yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple atamız Hz. Adem a.s.’ dan beri hep aileler, gruplar, cemaatler, cemiyetler, milletler olarak bir arada yaşayagelmişiz . Dayanışma, paylaş ma , uyum, sevgi-saygı, şefkat-merhamet… insana aslî karakterini veren, ama aynı zamanda ‘birlikte’ yaşandığında ortaya konabilen hususlardır.

    Toplum bünyesi bir yönüyle canlı bir beden gibidir. Her biri ayrı fonksiyon ve yapıdaki uzuvlarımız, sağlıklı bir bünyenin kendisinden beklenen canlılık ve iş görürlüğü nasıl büyük bir uyum ve iş birliği ile gerçekleştiriyorsa, sağlıklı bir toplumsal hayat için de onu oluşturan farklı yapı ve yaratılıştaki bireylerin benzer şekilde bir uyum ve işbirliği içinde olması gerekir.

    Aynı örnek üzerinden gidersek, fonksiyonunu ve kendisinden beklenen uyumu gerçekleştiremeyecek şekilde bir hasar ve sakatlığa maruz kalan bir uzvumuz nasıl bütün bedenimizin ahenk ve huzurunu olumsuz etkilerse, toplumsal ahenk ve huzur için kendisinden beklenenleri yerine getirmeyen, yani hasar ve arızaya maruz kalmış birey ve gruplar da aynı şekilde toplumsal huzur ve ahengi olumsuz şekilde etkiler.

    Bizi bir arada tutan ne?

    Evet, sağlıklı bir toplumsal hayat için, farklı yapı ve yaratılıştaki bireylerin uyum içinde olması gerekiyor. Peki bunu sağlayan nedir?

    Şüphesiz her milletin kendine özgü karakter özellikleri vardır. Örf ve adetlerden kültüre, oradan da medeniyete kadar uzanan çizgide bu karakter özellikleri somuta dökülür, hayata yansır ve bir mensubiyet halesi oluşturur.

    Bütün bunların temelinde elbette inanç vardır. Toplumun en temel yapı taşı olan bireylerin ortaklaşa benimseyip bağlandığı ve paylaştığı inanç… Ortak değerlerin en alt seviyesi diyebileceğimiz örf-adetten en üst seviyesi olan medeniyete kadar bir toplumun kendini ifade ettiği bütün alanlarda en temel belirleyici “inanç”tır.

    Bir arada yaşamanın hem ilkelerini, hem de imkânlarını veren ‘inanç’, birbirimize dayanmanın ve bütünleşerek bir ‘beden’ oluşturmanın en önemli vasatıdır. Birbirimize ya da ortak değerlerimize inancın kaybolması halinde Kur’an’ın “öldürmeden daha beter” olduğunu haber verdiği ‘fitne’ (Bakara, 191) durumu ortaya çıkar ki, bireylerin de toplumun da iki cihan saadetini dinamitleyen en büyük hastalık budur.

    Allah’ın ipine ‘hep birlikte’ sarılmak

    Gerek Kur’an , gerekse Sünnet, müminlerin birlik ve beraberlik içinde bulunmasına büyük bir hassasiyet göstermiş, birlik ve beraberliğin kaybedilmesi halinde ortaya nasıl bir manzara çıkacağını çarpıcı ifadelerle dikkatlerimize sunmuştur.

    Hepimizin çok iyi bildiği bir ayette, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmu ştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” ( Âl -i İmran, 103) buyurulur .

    Burada hep birlikte sarılmamız emir buyurulan “Allah’ın ipi” benzetmesi, Din’in temel kaynağı olan Kur’an’ı anlatmaktadır. Elmalılı Hamdi Yazır merhumu dinleyelim:

    “(Ayette geçen, ‘Allah’ın ipi’ anlamındaki) Hablullah , Allah Tealâ’ya vuslat sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, rivayetlerde Kur’an , taat ve cemaat, ihlâs, İslâm, Allah’ın ahdi, Allah’ın emri diye tefsir edilmiştir. Bu ayetin cemaat ve içtimaiyyeti emir buyurduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte burada ‘cemaat’, Hablullah’ın aynısı değil, ona sımsıkı sarılmasının neticesidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 2/ 1153-1154 )

    Bu ayeti birçok kimse “önce birlik ve beraberlik içinde olun ve sonra hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın” tarzında anlamakta ise de, Elmalılı merhumun dikkat çektiği gibi, bu hatalı bir anlayıştır. Topluca hareket etmemiz bizi Allah’ın ipine sarılmaya götürmez, tam tersine, Allah’ın ipine gereği gibi tutunduğumuz zaman bir arada ve birlik içinde yaşamanın imkanını elde etmiş oluruz.

    Sünnet ve Cemaat Ehli olmak

    Elmalılı merhumun mezkûr ayetin tefsiri sadedinde altını çizdiği “cemaat” kavramı, meselenin özünü oluşturmaktadır. “Allah’ın ipi”ne sımsıkı sarıldığımız takdirde oluşacak olan muhkem yapı, itikadımızı da, amelimizi de içine alacak şekilde bütün bir duruşumuzu ifade edecek kadar önemli ve kapsamlıdır. Madem ki Allah’ın ipine sarılmak bizi bir arada yaşamaya götürecektir ve Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir seçenek söz konusu değildir; o halde şunu söylemek durumundayız: Eğer bir toplumda fitne, ayrışma ve tefrika varsa, o toplum Allah’ın ipine gereği gibi sarılmamış demektir!

    İtikatta Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğumuzu söylerken, aslında bu noktayı dile getirmiş oluruz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in ve kutlu Sahabe’nin yolu üzere bulunmak ve onlardan tevarüs ettiğimiz değerler etrafında “cemaat” halinde, yani “toplanmış” olarak, hep bir arada yaşamak, Allah’ın ipine sarılmanın tabii bir neticesidir.

    Burada aklımıza, “Peki Allah’ın ipine sarılmanın yolu-yöntemi nedir?” diye bir soru gelebilir. Bu yerinde sorunun cevabını da elbette yine Kur’an ve Sünnet verecektir:

    “Allah’a ve Rasulü’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çekişmeyin/nizalaşmayın; sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz gider ve sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” ( Enfal , 46)

    Bu ayette birlik-beraberliğin, yani “cemaat” olmanın üç ilkesi verilmektedir:

    Birinci ilke, Allah Tealâ’ya ve Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e itaatten ayrılmamaktır. Kur’an ve Sünnet neyi nasıl emretmiş ise onu öylece tutmak, içimizde herhangi bir sıkıntı duymaksızın “teslim olmak”tır .

    İkinci ilke, birbirimizle çekişmemektir. Bundan maksat, aramızda çıkabilecek görüş ayrılıklarını birbirimizi hırpalayarak, küstürerek ve birlik beraberliğimize zarar verecek şekilde davranarak çözme yoluna gitmemektir.

    Ayette bunun aksini yaptığımız zaman başımıza gelecekler hakkında da son derece önemli bir uyarı yer alıyor: Birbirimizle didişecek olursak içimize korku düşecek ve gücümüz, kuvvetimiz dağılıp gidecektir.

    Bu noktada sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Genel olarak dünya müslümanlarının durumuna baktığımızda, küresel emperyalizm karşısında niçin bu kadar pasif, ürkek ve kompleksli bir İslâm dünyası gördüğümüz sorusunun cevabı buradadır. Aynı durumun ülkemiz için de söz konusu olmaması, hiç şüphe yok ki, yine yukarıdaki ayetin uyarısına kulak vermemize bağlıdır.

    Ve ayetteki üçüncü uyarı: Sabredin! Cemaat (toplum) halinde ve birlik-beraberlik içinde yaşarken karşılaşabileceğimiz olumsuz durumlar, çeşitli sıkıntı ve meşakkatler olabilir. Toplumsal bünyeye fitne mikrobunun bulaşmasına vesile olmaktansa, sabretmemiz halinde Yüce Rabbimiz, yardım ve lütfuyla bizim yanımızda olacağını beyan buyurmaktadır.

    Abdullah b. Ömer r.a.’den şöyle nakledilmi ştir:

    Hz. Ömer r.a. Câbiye mevkiinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında orada bulunanlara şöyle dedi:

    Ey insanlar! Allah Rasulü burada, şu bulunduğum yerde şöyle buyurmu ştu. “Size ashabımı vasiyet ediyorum. Sonra onların ardından gelenleri; sonra onların ardından gelenleri… Bir de cemaat olun. Birbirinizden ayrılmayın! Şeytan bir kişiyle (tek başına hareket edenle) beraberdir. İki kişiden ise olabildiğince uzaktır. Cennetin ortasında yerleşmek isteyen cemaate bağlı kalsın.” ( Tirmizî )

    Konuyla ilgili olarak zikredilebilecek pek çok hadis-i şerif arasından seçtiğimiz bu rivayet, meselenin önemini ve ciddiyetini yeterince açık bir şekilde anlatmaktadır. Yüce Allah’ın rahmeti de, lütuf ve ihsanı da birlik-beraberlik halinde bulunan toplumlaradır.

    Cemaatin anlamı

    ‘Fırka-i Nâciye’ (Kurtuluşa eren fırka) da denen ‘Sünnet ve Cemaat Ehli’ (veya Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat) tabirindeki ‘Sünnet’in ne olduğu açıktır. Acaba buradaki ‘Cemaat’ neyi anlatmaktadır? Bu sorunun cevabı konumuz bakımından son derece önemlidir.

    Genellikle hatalı olarak bu kelime, “insanların ekseriyeti neredeyse orada olmak” ve “hangi esaslar üzerinde toplanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun yanında yer almak” şeklinde anlaşılır. Oysa bu kelime “hakkın temsilcisi olma”yı ifade etmektedir. Her ne kadar tarih içinde ‘Fırka-i Nâciye ‘ taraftarları genellikle çoğunluğu teşkil etmiş ise de, bunun tersinin vaki olduğu durumlar da yok değildir.

    Söz gelimi İslâm tarihinde ‘ mihne ‘ diye adlandırılan ‘ Halku’l – Kur’an ‘ fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen ‘hak taraftarlığı’ sayıca az bir kesimce üstlenilmişti. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, ‘ Ehlu’s – Sünne ve’l – Cemaa ‘ tabirindeki ‘Cemaat’i oluşturuyordu. Dönemin Abbasî hükümdarı Mu’tezile inancını benimsemişti ve avaneleri zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: “Ey Müminlerin Emiri ! Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan bâtıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”

    Abdullah b. Mes’ud r.a ., öğrencisi Amr b. Meymûn’a ‘Cemaat’i açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün cemaatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın hakka uygun tavırdır.”

    Bir diğer rivayette; “Cemaat, Allah Tealâ’ya taate uygun olan tavırdır.” şeklinde nakledilmi ştir. (Ebu Şâme, el-Bâ’is, 27)

    ‘Cemaat’ ve ‘Sünnet’ kavramları arasındaki lazım- melzum ilişkisi (bunların birbirini gerektirmesi) de bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Zira hakkın temsilcisi anlamında ‘cemaat taraftarı’ tabiri tek başına kullanıldığında, içinden çıkılmaz bir görecelikle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır: Neye ve kime göre hak?

    Ebu Şâme’nin yukarıda verdiğim yerde tesbit ettiği gibi ‘hak’, Asr -ı Saadet’te Hz. Peygamber s.a.v. ve ilk ‘cemaat’ olan Sahabe’nin üzerinde bulunduğu yoldur. Dolayısıyla ‘Sünnet ve Cemaat Ehli’ ifadesindeki Cemaat, Sahabe cemaatinin tabi olduğu ‘Sünnet’in temsil ettiği değerler manzumesinin ifadesidir ki, bunlar ‘ hakk’ın ta kendisidir.

    Böylece ‘hak’” kavramının izafiliği, değişkenliği üzerine bina edilebilecek iddialar da geçerliliğini yitirmektedir. Bir şeyin hem ‘hak’ olması, hem de herkese göre değişebilen muhtevalara bürünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. İslâmî metinlerde oldukça sık rastlanan ‘ Ehl -i Hak’ tabirinin de bu anlamda Sünnet’in temsil ettiği hakikati idrak edip benimseyenleri anlattığını söyleyebiliriz.

    Her bid’at bir ayrılık unsurudur

    Tabiûn döneminde ve sonrasında zuhur eden itikadî fırkaların, itikadın belirlenmesinde Sünnet’i ölçü olarak görmemeleri, dolayısıyla Sünnet’le sabit olmuş hususları çeşitli gerekçelerle dışlayarak, Asr -ı Saadet’te izine rastlanmayan itikadî tavırlar benimsemeleri, ‘ ehl -i bid’at ‘ olarak tavsif edilmelerinin temel sebebidir. Bu bağlamda bid’atin Sünnet karşıtı bir tabir olarak kullanılmasının esprisi de burada yatmaktadır. Bid’atler üzerine eser yazan ulemanın, bid’ati , “Hz. Peygamber s.a.v. ve Sahabe döneminde bilinmediği halde sonradan ihdas edilen şeyler” olarak tarif etmesi boşuna değildir.

    Temel itikadî meselelerde Cemaat’in, yani Sünnet’in karşısında yer alan bu fırkalar, tarih boyunca fitnenin ve tefrikanın merkezinde yer almış, İslâm toplumunun kan ve enerji kaybetmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer r.a.’ ın şehid edilmesiyle ba ş layan , Hz. Osman r.a.’ ın şehadetiyle daha da büyüyerek devam eden toplumsal fitne ve tefrika, Ümmet-i Muhammed’in bugün bile ortadan kaldıramadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve parçalanmaları doğurmuştur.

    Bu noktada çoğunlukla yaşadığımız bir yanılgı haline dikkat çekmemiz gerekiyor: Bid’at fırkalardan bahsedildiğinde, sadece bin küsür yıl öncesinde kalmış bazı oluşumlardan bahsedildiği düşünülür. Oysa Ehl -i Sünnet çizgiyle, onun ilke ve kabulleriyle bağdaşmayan her oluşum bid’at kavramının içindedir ve bugün yaşadığımız pek çok fikrî ve toplumsal hadisenin doğru açıklaması ancak bu temelde yapılabilir.

    Adlarının herhangi bir ideolojik, fikrî, itikadî ya da siyasî çağrışım yapması, Ehl -i Sünnet dışı oluşumların ehl -i bid’at olmasını engellemez. Tıpkı tarih içinde zuhur etmiş bid’at ehli gruplar içinde iddia ve söylemleri Din’in çizdiği çerçevenin dışına çıkanlar bulunduğu gibi, aynı durum günümüzde de söz konusu olabilir. Dolayısıyla adı ne olursa olsun günümüz ehl -i bid’atı da iddia ve söylemlerinde hem dünyevî, hem de uhrevî bakımdan bizim için büyük tehlikelerin adresidir.

    ——————————————————

    Bugünkü Toplum Bünyemiz:

    Kimin Akıntısına Kürek Çekiyoruz?

    Yukarıda yer verdiğimiz tesbitler , birlik-beraberlik ruhunu yaşatmanın dinî ve toplumsal açıdan önemini ortaya koymakta ise de, özellikle günümüzdeki duruma ilişkin ayrı bir fasıl açmamız gerekiyor. Tefrikanın, ayrışmanın ve bölünmenin, ‘özgürlük’, ‘tercihlere saygı’ gibi sloganlarla alabildiğine özendirildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz.

    ‘Büyük aile’ tipinden ‘çekirdek aile’ tipine geçmemizde de, şefkat ve merhamet timsali aile büyüklerinin yerini sevgisiz büyüklerin, edep ve saygı örneği gençlerin yerini saygısız küçüklerin almasında da aynı hastalık baş rol oynuyor: Modernleşme.

    “Ben siftah yaptım, öteki alışverişinizi de komşu bakkaldan yapın.” diyebilen esnaf, iftar sofrasına garibansız oturmayan ev sahibi, ‘alan el’ almakla rencide olmasın ve ‘veren el’ vermekle gurura, riyaya bulaşmasın diye ‘sadaka taşı’ uygulamasını keşfeden toplum nerede şimdi? İzmit depreminin yaşattığı acı ve ızdırabı , çocuk kaçırmak, talan ve soygun yapmak için vesile edinenler bizim insanlarımız mıydı?

    Şuurumuzu biraz uyanık tuttuğumuzda fark etmekte gecikmiyoruz ki, bu aslında bize ‘dayatılan’ bir birey, aile ve toplum modelidir. Örnek aldığımız toplumların bildiği tek tarz budur ve biz onlar gibi olmaya karar verdiğimiz için bizi kendilerine benzetmek istemeleri gayet normal. Peki bize ne oluyor?

    Sahip olduğumuz değerler ve ait olduğumuz kültür ve medeniyet bize her zaman bir arada olmayı, birbirimize dayanarak ayakta durmayı öğretti. Biz bu sayede geçmişte muhteşem medeniyetler kurduk, insanlığa insanlık öğrettik.

    Şimdi aynı ailenin bireyleri, aynı mahallenin sakinleri, aynı milletin mensupları ve aynı dinin bağlıları arasındaki şu uçurumlara bir bakın! Birbirimizle ayrışmak ve gayrılaşmak için adeta özel bir çaba sarf ediyor gibiyiz. Bu topraklar üzerinde yüzyıllar boyunca bir arada uyum içinde yaşayan bizler, “…Sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık ki, tanışasınız.” (Hucurat, 13) diyen bir Kitab’ın müminleri olarak taşıdığımız etnik ve kültürel farklılıkları birer ayrışma unsuru değil, kaynaşma vesilesi kılmayı bildik.

    Günümüzde birer ayrışma ve parçalanma vesilesi olarak öne çıktığı görülen etnik farklılıklarımızın, cemaat aidiyetlerimizin ve benzeri diğer ‘özel’liklerimizin aslında dozu iyi ayarlandığı zaman birer toplumsal renklilik ve canlılık vesilesi olduğunu bilen bir geçmişten geliyoruz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in , savaşlarda her kabileye ayrı bir sancak vererek farklılıkları tatlı rekabetlere dönüştürdüğünü biliyoruz.

    Kore savaşı sırasında bir kısım Batılı devletlerin askerleri yanında bir miktar bizim askerimiz de Kuzey Kore’nin eline esir düşer. Bir süre sonra bu esirler serbest kalır ve ülkelerine döner. Batılı askerlerin, ülkelerine döndüklerinde psikolojik problemler yaşadıkları gözlenir. Bu ülkeler konunun Türkiye boyutunu öğrenmek için uzmanlardan oluşan bir ekip kurarak ülkemize gönderirler. Kore’de esir kalmış askerlerimiz üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucunda, hayata hemen adapte olduklarını ve herhangi bir psikolojik problem yaşamadıklarını hayretle müşahede ederler. Elbette sebebi anlamakta da geç kalmazlar: Büyük aile modelinin sağladığı dayanışma ve paylaşma…

    Bizler, gerçekten özel bir tarihin ve coğrafyanın çocuklarıyız. Böyle olduğumuz için de dost-düşman herkesin gözü tarih boyunca hep üzerimizde oldu. Tarihten tevarüs ettiğimiz tecrübeler, bize birlik-bütünlük ruhunun ne büyük badireler atlatmamızı sağladığını yeterince öğretmiş olmalı.

    Ders alalım ki tarih bir daha tekerrür etmesin!

    Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ

    EBUBEKİR SİFİL

  49. İMAM EBÛ HANÎFE VE HADİS İLMİNDEKİ MEVKİİ
    “Ebû Hanîfe’nin aleyhinde bulunmak, üzerinde ulemanın icma ettiği bir husustur. Çünkü Basra’nın imamı Eyyûb es-Sahtiyânî’dir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Kûfe’nin imamı es-Sevrî’dir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Hicaz’ın imamı Mâlik’tir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Mısır’ın imamı el-Leys b. Sa’d’dır ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Şam’ın imamı el-Evzâ’î’dir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Horasan’ın imamı Abdullah b. el-Mübârek’tir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur…”[1]
    Müçtehid İmamlar arasında İmam Ebû Hanîfe dışında, pek çok güvenilir isim tarafından cerh, taz’if ve ta’n edilen ikinci bir isim mevcut değildir. Yukarıya aldığım pasaj, bu konuda rastlanacak en “yunmuş-yıkanmış” ifadelerden oluşmaktadır. Tarih boyunca tek kanallı beslenmenin, önyargının, tarafgirliğin ve taassubun vücut verip yaşattığı “Ebû Hanîfe aleyhdarlığı”, Sünnet’e bağlılık, Selef’e saygı, hamiyet-i diniye… gibi gerekçelere sığınılarak köpürtülüp yaşatılmıştır; ne yazık ki günümüzde de bazı çevreler tarafından olanca şiddetiyle devam ettirilmektedir.

    İşte benzer bir “tesbit” daha: İmam Ebû Dâvûd’un oğlu Ebû Bekr b. Ebî Dâvûd soruyor:
    “Üzerinde Mâlik ve ashabının, eş-Şâfi’î ve ashabının, el-Evzâ’î ve ashabının, el-Hasan b. Sâlih ve ashabının, Süfyân es-Sevrî ve ashabının ve Ahmed b. Hanbel ve ashabının ittifak ettiği bir mesele hakkında ne dersiniz?” Muhatapları, “Ey Ebû Bekr! Bundan daha sahih bir mesele olmaz” karşılığını verince taşı gediğine koyuyor: “İşte bunların hepsi, Ebû Hanîfe’nin tadlili (dalalette olduğu tesbiti) üzerinde ittifak etmiştir!”[2]
    Ve benzeri bir “tesbit” de İbn Hibbân’dan: “Bütün İslam merkezlerinde ve diğer bölgelerde bulunan imamlar ve vera ehli onu cerh ve zemmetmişlerdir. Sadece tek-tük bazı kimseler bundan istisnadır…”[3]

    Günümüzde durum
    Geçmişte şu veya bu sebeple vuku bulmuş olan bu “Ebû Hanîfe aleyhdarlığı”nın her şeye rağmen ısrarla ve inatla devam ettiriliyor oluşu, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir “arıza” durumuna işaret etmektedir. Zira tarihte İmam hakkında vuku bulmuş bu itham, cerh ve taz’ifler, sadece Hanefî ulema tarafından değil, diğer mezheplere mensup insaf ve tahkik ehli ulema tarafından da gerekli biçimde cevaplandırılmış bulunmaktadır. Mâlikî mezhebine mensup İbn Abdilberr’in el-İntikâ’sı, Şâfiî mezhebine mensup ez-Zehebî’nin Menâkıb’ı, Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî’nin Ukûdu’l-Cümân’ı, es-Süyûtî’nin Tebyîdu’s-Sahîfe’si, İbn Hacer el-Mekkî’nin el-Hayrâtu’l-Hısân’ı, Hanbelî mezhebine mensup Cemâluddîn Yusuf b. Abdilhâdî’nin Tenvîru’s-Sahîfe’si.. bu meyanda ilk akla gelenlerdir.
    Bütün bu çalışmalara rağmen Ebû Hanîfe aleyhdarlığının bir “dindarlık” ve “Sünnet/Hadis taraftarlığı” göstergesi olarak yaşatılması ve terviç edilmesi bizatihi din adına ve Sünnet/Hadis adına kaygı vericidir. İmam Ebû Hanîfe’nin çağdaşlarından ünlü zahid Mekkeli Abdülazîz b. Ebî Ravvâd’ın şu tesbitine katılmamak mümkün değildir: “Ebû Hanîfe imtihan vesilesidir. Kim onu severse sünnîdir; kim de ona buğz ederse bid’atçidir.”[4]
    Söz gelimi M. Nâsıruddîn el-Albânî, “Ebû Hanîfe aleyhdarları” arasında hayli “ılımlı” bir görüntü verdiği halde, mesleğini icra için ayağına gelmiş fırsatı tepmeyi “ilmî objektiflik” anlayışıyla bağdaştıramamakta ve Nasbu’r-Râye’ye düşülen bir dipnotu vesile edinerek İmam Ebû Hanîfe’nin kimler tarafından taz’if edildiğini şöyle sıralamaktadır:
    “Evvela İmam Ebû Hanîfe’nin taz’ifinde ed-Dârekutnî yalnız değildir. Aksine bu konuda imamların büyükleri ondan önce davranmışlardır ki, herhangi bir taassup sahibinin, imamlıkları ve büyüklükleri sebebiyle onların taz’ifinde kusur bulması mümkün değildir. Onlardan birisi Abdullah b. el-Mübârek’tir. İbn Ebî Hâtim sahih bir senedle onun şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebû Hanîfe Hadis’te miskin idi.” Yine İbn Ebî Hâtim şöyle der: “İbnu’l-Mübârek Ebû Hanîfe’den rivayette bulunmuş, ancak son zamanlarında onu(n hadisini) terk etmiştir. Babamı böyle derken işittim.”
    “Yine onlardan bir diğeri İmam Ahmed’dir. el-Ukaylî ed-Du’afâ’da sahih bir senedle onun şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebû Hanîfe’nin hadisi zayıftır.”
    “Yine onlardan bir diğeri, es-Sahîh sahibi İmam Müslim’dir. el-Künâ isimli eserinde şöyle demiştir: “Hadisi muzdaribdir. Çok fazla sahih hadisi yoktur.”
    “Yine onlardan bir diğeri İmam en-Nesâî’dir. ed-Du’afâ ve’l-Metrûkîn’de şöyle demiştir: “Hadis’te kuvvetli değildir.”
    (…)
    “Ebû Hanîfe’nin (rh.a) Hadis’te taz’if edilmiş olması, şöhret sahibi olduğu ilimdeki ve şöhret sahibi olduğu Fıkıh’taki kadrini ve büyüklüğünü mutlak olarak alçaltmaz. Onun Fıkıh ilmindeki üstünlüğü ve kendini ona vermesi, Hadis’te hıfzının zayıflamasına yol açmış olmalıdır. Malumdur ki, bir alimin bir ilme yönelmesi ve onda ihtisas sahibi olması genellikle diğer ilim dallarında hafızasını zayıflatan hususlardandır. En iyisini Allah Teala bilir.”[5]
    İmam Ebû Hanîfe hakkındaki bu iddia ve ithamlar ne yazık ki sadece onun hadisçilik yönüyle sınırlı kalmamış, itikadî sahaya da uzanarak küfürle itham edilmesi noktasına kadar vardırılmıştır. Ancak bu yazı sadece ona İlm-i Hadis nokta-i nazarından yöneltilen tenkitleri konu edineceği için konunun diğer boyutlarına değinilmeyecektir. [6]

    İmam Ebû Hanîfe’ye Hadis ilmi bağlamında yöneltilen tenkit ve taz’ifleri iki grupta toplamak mümkündür:
    1. Hadis müktesebatının yetersiz ve Hadis’te güvenilmez/zayıf olduğu, hafızasının yeterince güçlü olmadığı gerekçesiyle yapılan tenkitler.
    2. Hadislerle amel konusuna gereken ihtimamı göstermediği, re’yi çok kullandığı ve hadislere muhalefet ettiği gerekçesiyle taz’ifi.
    Yukarıdaki iki başlık altında toplanabilecek “Ebû Hanîfe cerhleri” meyanında mütekaddimundan nakledilen ne varsa eserlerine doldurarak İmam’ı cerh edenler kervanına katılan İbn Adiyy,[7] el-Ukaylî,[8] İbn Kuteybe,[9] İbn Ebî Hâtim,[10] el-Hatîbu’l-Bağdâdî,[11] İbnu’l-Cevzî[12] gibi daha birçok müellif bulunduğunu ve burada zikredilen örneklerin, münhasıran Hadis sahasıyla sınırlı olmalarına dikkat edildiğini belirtmek gerekir. Bunun dışında Kur’an’ın mahluk olduğu, cennet ve cehennemin son bulacağı, irca (mürciîlik) vb. konulardaki görüşleri sebebiyle tekfir edildiği, tevbeye davet edildiği… konusunda birçok şey nakledilmiştir. Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum Te’nîbu’l-Hatîb adlı muhalled eserinde bütün bu iddiaları büyük bir vukufiyet ve dirayetle cevaplandırmış ve İmam’ın, bu ithamların tamamından beri olduğunu mukni delillerle ortaya koymuştur.

    İddiaların ilmî kıymeti
    Yukarıda örnek olarak zikredilen ve tamamı kitap hacmini dolduracak kemiyette olan cerh, taz’if ve tenkitlerin ilmî kıymeti hakkında şunları söyleyebiliriz:
    İmam Ebû Hanîfe üzerinde yoğunlaşan tenkitler, dönemin fotoğrafını yansıtması bakımından hayli önemlidir. Öncelikle Irak (Bağdat ve Basra) merkezli “i’tizal” hareketi, itikadî sahada derin sarsıntılar meydana getirmektedir. Cedelci kişilikleri dolayısıyla Mu’tezilîler, konuştukları sıradan insanları kolaylıkla etki altına alabilmektedirler. Toplumsal doku için hayli tehlikeli olan bu akım karşısında topluma önderlik edenler, insanları onlarla konuşmaktan, bir araya gelip oturmaktan titizlikle sakındırma gayreti içinde olmuşlardır. Büyük imamlardan Kelam ilmiyle iştigalden veya Kelamcılar’la hemhal olmaktan sakındırma babında nakledilen sözleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
    Tam karşı cephede yer alan Hadisçiler dönemin fotoğrafındaki ikinci aslî unsur olarak temayüz etmektedir. Aralarında rivayetlerin ihtiva ettiği anlamlara ve Fıkhu’l-Hadis’e fazla ihtimam göstermeyen, bütün mesaisini rivayetleri olabildiğince fazla tarikten toplama işine sarf eden “nakale-i ahbar” ve “zevamil-i esfar”ın da bulunduğu Ehl-i Hadis, re’y, kıyas vb. kavramlardan hazzetmeyen, bunları ve temsil ettikleri çizgiyi hep “tekinsiz” bulan bir anlayışı temsil eder durumdadır.
    Ne var ki itikadî bakımdan bunlar arasında da en az Mu’tezile kadar tehlikeli istikametlere gidenler bulunduğu bir vakıadır. Ehl-i Hadis içinde teşbih ve tecsim inancına meyledenlerin, hatta fiilen bu inancı benimseyenlerin bu tutumunun temelinde rivayetlerin manalarına nüfuz edememe, bir de rivayetlerin mana ile nakli bulunmaktadır. Bilhassa itikadî sahaya taalluk eden müteşabihat türü rivayetleri Şer’î prensipler ve İslamî akıl süzgecinden geçiren Sünnî Kelamcı çizgiyi Sünnet’e/Hadis’e ittiba ve “teslimiyet” adına en acımasız ithamlarla zemmedenler, elbette bu Ümmet’in yarısının, hatta üçte ikisinin[13] metbuu durumundaki İmam Ebû Hanîfe’nin üstünü çizmekte de bir beis görmeyecek, hatta bunu dinî bir sorumluluk addedecektir!
    İşin ilginç yanı, bu Ümmet’in ta’zim ve tebcil ettiği büyük şahsiyetlere atfen İmam’ın Hadisçiliğine yöneltilen iddiaların kahir ekseriyetinin güvenilmez senedlerle gelmiş olmasıdır. el-Kevserî merhumun Te’nîbu’l-Hatîb’de, ondan önce el-Melikü’l-Muazzam İsa b. Ebî Bekr’in es-Sehmu’l-Musîb’de ortaya koyduğu bu gerçeğe rağmen Ebû Hanîfe aleyhdarlığının hala yaşıyor, daha doğrusu “yaşatılıyor” olması, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir husustur.
    Nu’aym b. Hammâd, İbn Ebî Hâtim, Abdullah b. Ahmed… ve emsali “Re’y fobisi” taşıyan kimselerin, aşağıda örnekleri zikredilecek olan ta’dil ve övgülere karşı gözünü yumarak tek taraflı ve önyargılı hareket etmeleri neticesinde yukarıda zikredilen türden cerh ve tenkitler ne yazık ki kitapları doldurarak ebedileştirilmiştir.

    Cerh-Ta’dil kitaplarının tarafsızlığı meselesi
    Söz konusu iddialar içinde, sened bakımından herhangi bir kusur taşımayanlar yok mudur? Elhak, vardır. Ancak bunlar da ya aslen “cerh/taz’if” ve “tenkid” unsuru taşımayan tesbitlerdir, yahut taassup/önyargı kaynaklıdırlar, ya da sahipleri hakikat-i hale vakıf olduktan sonra bu görüşlerinden rücu etmişlerdir. En niyahet bunlar arasında bu kategorilerden birine girmeyenler var ise de, kemiyet ve keyfiyet olarak bu türlü tenkitlerden yakasını kurtarabilmiş insan sayısı hemen hemen yok gibidir.
    Bu gerçeğe parmak basan İbn Cerîr et-Taberî şöyle der: “Şayet bozuk mezheplerden birine nisbet edilen kimselerin her biri hakkında bu durum sabit ve bu sebeple o kimselerin adaleti sakıt, şahitlikleri batıl olacak olsaydı, İslam merkezlerindeki muhaddislerin çoğunluğunun terk edilmesi gerekirdi. Çünkü bir grup, onlardan her birini hoşa gitmeyen şeylere nisbet etmişlerdir…”[14]
    Söz gelimi İmam Ebû Hanîfe aleyhine nakillerde bulunmakla maruf olan İbn Ebî Hâtim, İmam el-Buhârî’ hakkında şöyle demektedir: “… Kendisinden babam (Ebû Hâtim) ve Ebû Zür’a Hadis dinlemişlerdir. Daha sonra Muhammed b. Yahya en-Nîsâbûrî, el-Buhârî’nin kendilerine “Benim Kur’an’ı telaffuzum mahluktur” dediğini yazınca ikisi de el-Buhârî’nin hadisini terk ettiler.”[15]
    Hatırdan çıkarılmaması gereken husus şudur: Cerh-Ta’dil alimleri de insandır. Her insana arız olan izafîlikler şüphesiz ki onlara da arız olmuştur. Bazıları bundan kurtulmasını bilmiş, ancak bu arıza diğer bazılarında mevcudiyetini devam ettirmiştir. İmam eş-eş-Şâfi’î’nin hocası ve kendisinden çokça rivayette bulunduğu İbrahim b. Muhammed b. Ebî Yahya el-Eslemî hakkında İbn Adiyy, “Hadisini çokça inceledim. Rivayetlerinde münker bir şeye rastlamadım…” der.[16]
    el-Kevserî’nin bu ifadelere itirazı oldukça dikkat çekicidir: “Ahmed (b. Hanbel) ve İbn Hibbân gibi Hadis tenkitçilerinin bu zat hakkındaki sözlerini biliyorsun. el-İclî onun hakkında şöyle der: “Medineli, Rafızî, Cehmî, kaderî. Hadisi yazılmaz.” Hatta Hadis tenkitçilerinin birçoğu bu zatı tekzib etmiş (Hadis’te yalancı olduğunu belirtmiş) tir. Eğer eş-Şâfi’î bu zattan, Mâlik’ten rivayet ettiği kadar çok hadis rivayet ediyor olmasaydı, İbn Adiyy onun durumunu takviyeye çalışmazdı…”[17]

  50. Gerçeği görenler
    Şam fakihi İmam el-Evzâ’î, Abdullah b. el-Mübârek ile karşılaştığında, İmam Ebû Hanîfe’yi kastederek, “Kûfe’den çıkan şu bid’atçi kimdir?” diye sorar. İbnu’l-Mübârek herhangi bir şey söylemez. Kaldığı eve gider ve üç gün içinde İmam Ebû Hanîfe’nin güzel çözümlerden oluşan meselelerini derleyerek küçük bir kitap oluşturur. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
    “el-Evzâ’î o sıralar oranın mescidinde imamlık ve müezzinlik yapıyordu. Elimdekinin ne olduğunu sordu. Kitabı kendisine verdim. Açtı ve içindeki meselelerden birini inceledi. O meselenin üzerine, “Bu, en-Nu’man’ın görüşüdür” diye yazmıştım. Ezan sonrasına kadar –ayakta olduğu halde– kitabın baş tarafından bir miktar okudu. Sonra kitabı cübbesinin cebine koydu. Ardından, kamet getirerek namazı kıldırdı. Namazdan sonra kitabı tekrar çıkardı ve inceledi. Bir süre sonra bana dönerek, “Ey Horasanlı! Bu en-Nu’man b. Sâbit kimdir?” diye sordu. “Irak’ta karşılaştığım bir üstat” diye cevap verdim. “Bu zat belli ki üstatlar arasında seçkin birisi. Git ve ondan daha fazla ilim almaya bak” dedi. Bunun üzerine kendisine, “Bu, kendisinden sakındırdığın Ebû Hanîfe’dir” dedim. Aradan bir süre geçtikten sonra el-Evzâ’î ile Mekke’de karşılaştık. O meselelerde Ebû Hanîfe’ye taraftarlık ettiğini gördüm. Ayrılacağımız zaman kendisine, “Ebû Hanîfe’yi nasıl buldun?” diye sordum. “İlminin çokluğu ve aklının mükemmeliyeti sebebiyle ona gıpta ettim. Onun hakkındaki eski görüşümden dolayı da Allah Teala’dan bağışlanma diledim. Zira ben eskiden onun hakkında açıkça hatalıydım. O adamdan ilim öğrenmeye devam et. Zira o, kendisi hakkında kulağıma gelen şeylerden uzaktır.”[18]
    Bir diğer örnek de İmam Muhammed el-Bâkır’dır. Bir hac mevsiminde karşılaştığı İmam Ebû Hanîfe’ye, dedesi Hz. Peygamber (s.a.v)’in dinini ve sünnetini değiştirdiği yolunda bazı duyumlar aldığını ve işin aslının ne olduğunu sorduğunda İmam, işin aslını kendisine örnekleriyle izah eder. Bunun üzerine İmam Muhammed el-Bâkır, İmam Ebû Hanîfe’ye sarılarak alnından öper ve kendisine dua eder.[19]
    Ve nihayet İbn Adiyy’in durumu bu hususta ibretamiz bir vesika oluşturmaktadır. el-Kâmil isimli eserinde İmam Ebû Hanîfe aleyhinde menkul ne kadar söz varsa yer vermeye çalışan İbn Adiyy, İmam et-Tahâvî ile karşılaşıp işin gerçeğini kavrayınca fikirleri değişmiş, hatta İmam Ebû Hanîfe’nin rivayetlerinden oluşan bir Müsned kaleme almıştır.[20]

    Tenkitlerin sebebi
    Mâlikî mezhebinin büyük Hadis ve Fıkıh alimi İbn Abdilberr şöyle der: “Hadisçiler Ebû Hanîfe’nin zemminde ifrata gitmiş ve bu hususta haddi aşmışlardır. Onlara göre bunu gerektiren sebep, rivayetlere re’y ve kıyası sokması ve bu iki unsura itibar etmesidir. (…) Onun bazı ahad haberleri reddi, makul tevile dayanıyordu ve bunların birçoğunda daha önceki ulema aynı şeyi yapmıştır. Ebû Hanîfe gibi re’y ile hüküm verenler de bu hususlarda daha evvelki ulemanın izinden gitmiştir. (…)
    “Hiçbir ilim ehli bilmiyorum ki bir Kur’an ayeti konusunda tevil yapmış veya bir Sünnet(in anlaşılması) konusunda bir mezhep benimsemiş ve o mezhep sebebiyle başka bir Sünnet’i reddetmiş olmasın. Bu şekilde bir sünneti reddederken de makul bir tevile veya nesh iddiasına dayanmışlardır. Şu kadar ki Ebû Hanîfe’nin bu tarz davranışı başkalarına göre daha fazladır.
    “Yahya b. Selâm şöyle demiştir: “(…) el-Leys b. Sa’d şöyle dedi: “Mâlik b. Enes’in, hepsi de Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetine muhalif olan 70 meselesini tesbit ettim. Mâlik bu meselelerde re’yi ile hüküm vermiştir. Kendisine nasihat babından bu meseleleri ona yazdım.”
    “Bu Ümmet’in alimlerinden hiç kimse, herhangi bir hadisin Hz. Peygamber (s.a.v)’den sabit olduğunu kabul ettikten sonra, kendisi gibi bir rivayet veya icma yahut kendisine teslim olmak gereken bir asla dayanan uygulama tarafından nesh edildiğini iddia etmeden yahut senedinde bir kusur bulunduğunu ileri sürmeden onu reddetmemiştir. Eğer bir kimse böyle yapacak olursa, imam ittihaz edilmesi şöyle dursun, “adalet” sıfatı düşer; fasıklar sınıfına girer. (…)
    “Ebû Hanîfe’den rivayette bulunanlar, onu tevsik eden (güvenilir olduğunu söyleyen) ler ve onu meth-u sena edenler, aleyhinde konuşanlardan fazladır. Ehl-i Hadis’ten onun aleyhinde konuşanların kendisini en fazla ayıpladıkları noktalar re’y ve kıyasa çokça dalması ve irca akidesini benimsemesidir…”[21]
    Bu satırları okuduktan sonra “keşke mesele, İbn Abdilberr’in son derece dikkatli seçilmiş ifadelerle anlattığından ibaret olsaydı” demekten kendimizi alamıyoruz. Ehl-i Hadis’in İmam Ebû Hanîfe’yi tenkit ve taz’if ettiği meseleler incelendiğinde şu üç noktada toplandıkları görülür:
    1. Akaid. Bu sahada İmam Ebû Hanîfe’nin irca akidesini benimsemesinden, Cennet ve Cehennem’in yok olacağına kadar birçok hususta kabul edilemez görüşler benimsediği nakledilmiştir.
    2. Hadis müktesebatının azlığı, hafızasının zayıflığı. Bu hususta ileri gelen Hadis imamlarından Abdullah b. el-Mübârek’ten İmam eş-Şâfi’î’ye, Ahmed b. Hanbel’den Sütfyân es-Sevrî ve İbn Uyeyne’ye kadar pek çok isimden naklen pek ağır cerh ve taz’if ifadeleri nakledilmiştir.
    3. Sahih hadislere muhalefeti, kendisine hatırlatıldığı halde hadis doğrultusunda hüküm vermekten imtina etmesi, re’ye dayalı hüküm vermeyi Hadis ve rivayete dayalı hüküm vermeye tercih etmesi.[22]

    Hakikat-i hal
    Eğer mesele sadece ileri gelen birçok Hadis imamının İmam Ebû Hanîfe’yi cerh etmesi, bunun karşılığında da Hanefîler’in onu müdafaaya yönelik çabalarından ibaret olsaydı, yukarıdaki üç maddenin oluşturduğu manzara gayret-i diniyyesi ağır basan herkes tarafından aynı tepkiyle karşılanırdı. Ancak bu yazının başlarında isimlerini saydığım –farklı mezheplere mensup– insaf ve tahkik ehli ulemanın İmam’ı müdafaa eden çalışmalara imza atmış olması işin rengini değiştiriyor.
    Mesele sadece daha sonraki ulemanın tevsik ve tebcilinden ibaret değildir elbette. Gerek aynı dönemde, gerekse daha sonra yaşamış olan birçok mutedil Hadis imamı İmam Ebû Hanîfe hakkında adaletten ve gerçekten ayrılmamış, başkalarının sözlerine iltifat etmeksizin hakikati olduğu gibi dile getirmiştir.

  51. İmam Ebû Hanîfe’yi metheden isimler arasında örnek olarak şunları sayabiliriz:
    1. İmam el-Buhârî’nin önde gelen hocalarından olan Mekkî b. İbrahim: “Ebû Hanîfe zamanının en alimi idi.”[23]
    2. Ahmed b. Hanbel ve daha başka büyüklerin kendisinden rivayette bulunduğu Yezîd b. Harun: “Bin kişiye yetiştim; çoğundan hadis yazdım. Aralarında 5 kişiden daha fakih, vera sahibi ve alim görmedim. Bu beş kişinin başında Ebû Hanîfe gelir.”[24]
    3. Abdullah b. el-Mübârek: “Kûfe’ye geldim ve “Sizin şu memleketinizin en alimi kimdir?” diye sordum. Hepsi de “Ebû Hanîfe” diye cevap verdi.” Yine İbnu’l-Mübârek’in İmam Ebû Hanîfe’yi ta’zim ve tebcil ettiği ve kendisine meth-u senada bulunduğu bilinen bir husustur.[25]
    4. Süfyân es-Sevrî: İmam Ebû Yusuf şöyle demiştir: “Süfyân es-Sevrî, Ebû Hanîfe’ye mütabaatta benden ileridir.”[26]
    5. Süfyân b. Uyeyne: “Beni Kûfe’de Hadis (rivayet etmem) için ilk oturtan Ebû Hanîfe’dir. Beni camide oturttu ve talebeye “Bu, Amr b. Dînâr’ın hadisini en sağlam bilen kişidir” dedi. Bunun üzerine onlara hadis rivayet ettim.”[27]
    6. İbn Cüreyc: Ravh b. Ubâde anlatıyor: “150 senesinde İbn Cüreyc’in yanında idim. Kendisine, “Ebû Hanîfe vefat etti” denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: “Allah ona rahmet eylesin. Pek çok ilim onunla beraber gitti.”[28]
    7. İmam eş-Şâfi’î: “Ebû Hanîfe, Fıkıh’ta sözü kabil ve teslim edilen biriydi.” Yine şöyle dediği malum ve meşhurdur: “Kim Fıkıh öğrenmek isterse, Ebû Hanîfe’ye muhtaçtır.”[29]
    8. Cerh-Ta’dil otoritelerinin hocası durumundaki Vekî’ b. el-Cerrâh: Yahya b. Ma’în şöyle demiştir: “Vekî’ gibisini görmedim. Kendisi Ebû Hanîfe’nin re’yi ile fetva verirdi.”[30]
    9. Cerh-Ta’dil ilminin imamlarından Yahya b. Sa’îd el-Kattân: Yahya b. Ma’în şöyle demiştir: “Yahya el-Kattân’ı şöyle derken işittim: “Allah Teala’ya karşı yalan söyleyemeyiz. Ebû Hanîfe’nin re’yinden daha güzel bir re’y duymadık. Onun görüşlerinin ekserisini esas almışızdır.”[31]
    10. Yahya b. Ma’în: “Ebû Hanîfe sika idi. Sadece ezberlediğini rivayet eder, ezberlemediğini ise rivayet etmezdi.”[32]

    Vakıa en doğru şahittir
    Yukarıdan beri nakledilenler, Hadis ve Cerh-Ta’dil ilminin tartışmasız otoritelerinin İmam Ebû Hanîfe hakkındaki hüsn-i şahadetlerinden seçilmiş örneklerdir. İmam Ebû Hanîfe’yi cerh ve tenkit edenler bu ifadeleri nasıl değerlendirir, bu onların meselesidir: ancak yukarıdaki gerçeklere eklenecek bir gerçek daha var:
    İmam’ın meşhur iki talebesinin bugün elimizde bulunan Kitâbu’l-Âsâr isimli eserleri. Her ikisi de matbu ve mütedavel olan bu eserler, İmam’ın az hadis bildiği ve hadise itibar etmediği iddialarını boşa çıkaran en canlı şahit konumundadır. Fıkıh bablarının dayandığı ve İmam’ın kendi senedleriyle nakledilmiş rivayetlerden oluşan bu eserler ortadayken hala bazı çevrelerin “Ebû Hanîfe Hadis’te zayıftı, az hadis biliyordu, hadise itibar etmiyordu” gibi asılsız ithamları tekrar edip durması, akla önyargı ve taassup illetlerini getirmektedir.
    Ebu’l-Müeyyed el-Havârizmî’nin Câmi’u Mesânîdi’l-İmâm Ebî Hanîfe isimli derlemesi de bu meyanda anılmalıdır. İki cilt halinde matbu bulunan bu eserin ilmî kıymeti, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in Âsâr’larına oranla ikinci sırada gelmektedir. Zira Bu eserde yer alan rivayetlerin İmam’a aidiyeti, rivayetlerin senedlerinde ondan sonra yer alan ravilerin güvenilirliğiyle doğrudan ilişkilidir. Ancak bu durum Âsâr’lar için söz konusu değildir. Onların mezhebin iki büyük imamına aidiyeti konusunda herhangi bir şüphe söz konusu değildir.
    Bütün bu söylenenlere bir de Hanefî mezhebine mensup Hadisçilerin varlığı ilave edilmelidir. Mezhebin Tabakât kitaplarında onların isimlerine ve Hadis sahasında verdikleri eserlere yer verilmiştir. el-Kevserî merhum, mezhebin Hadis hafızlarından Cemâluddîn ez-Zeyla’î’nin Nasb’r-Râye’sine yazdığı takdim yazısında[33] Hanefî mezhebinin Hadisçilerini liste halinde zikretmiştir. Onun zikrettiği 110 isme, Muhammed Yusuf el-Bennûrî 40 isim daha ilave etmiştir.
    Kendisine yöneltilen haksız, taassup kaynaklı ve yanlı tenkitlere karşın, İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis ilmindeki haklı şöhreti, sadece Hanefî mezhebine mensup ulema tarafından değil, farklı mezheplerin müntesibi ulema tarafından da teslim edilmiştir. Bunun bir göstergesi olarak İmam’ın adının, Hadis hafızlarının zikredildiği eserlere derc edildiğini görüyoruz. Bunların başında Şâfiî mezhebinden Hafız ez-Zehebî gelmektedir.[34] Onu izleyen kuşaklardan Hanbelî mezhebine mensup Hadis hafızı Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed İbn Abdilhâdî el-Makdisî, el-Muhtasar fî Tabakâti Ulemâi’l-Hadîs isimli eserinde, ardından aynı mezhebe mensup “İbnu’l-Mibred” adıyla maruf hafız Cemâluddîn Yusuf b. Hasan İbn Abdilhâdî, Tabakâtu’l-Huffâz’ında[35] ve nihayet Şâfiî mezhebine mensup hafız Celâluddîn es-Süyûtî Tabakâtu’l-Huffâz isimli eserinde[36] aynı tavrı sürdürmüşlerdir.

    Reddiyeler
    İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis’e muhalefet ettiği söylemi sadece kuru iddia seviyesinde kalmamış, fiili olarak da gösterilmeye çalışılmıştır.
    1. Bu cümleden olarak zikredilmesi gereken ilk ve en önemli çalışma el-Buhârî ve Müslim gibi Hadis imamlarının hocası durumundaki Ebû Bekr b. Ebî Şeybe tarafından yapılmıştır. el-Musannef isimli meşhur eserinin bir cildinde “Kitâbu’r-Redd alâ Ebî Hanîfe” adını verdiği özel bölümde “Bu, Ebû Hanîfe’nin Hz. Peygamber (s.a.v)’den Gelen Rivayete Muhalefet Ettiği Hususlar(ı ihtiva eden bölümdür) diyerek 125 bab zikretmiş, her bir babda birkaç rivayet zikrettikten sonra İmam Ebû Hanîfe’nin o rivayetlere aykırı hüküm verdiğini söylemiştir.[37]
    Bu 125 meseleye, tarih içinde çeşitli cevaplar verilmiş ise de, bunlardan günümüze kadar gelebilen olmamıştır. Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun muhalled eserlerinden en-Nüketu’t-Tarîfe[38] bu iddialara eldeki en kapsamlı cevabı oluşturmuştur. Müellif merhum, vardığı sonucu eserinin giriş kısmında şöyle özetlemektedir:
    İmam Ebû Hanîfe’nin çözüme bağladığı meselelerin adedi konusunda zikredilen en küçük rakam 83 bin’dir. İbn Ebî Şeybe’nin zikrettiği 125 meselenin tamamında İmam’ın hata ve hadise muhalefet ettiği bir an için kabul edilse bile, bunun, toplama oranı 664′te 1′dir. (…)
    İbn Ebî Şeybe’nin zikrettiği 125 meselenin % 50’sinde muhalif rivayet söz konusudur. Yani İmam Ebû Hanîfe ayrı bir rivayeti, İbn Ebî Şeybe ayrı bir rivayeti esas almıştır. Geriye kalan % 50′yi 5′e ayırırsak, ilk 5′te 1′lik kısımda haber-i vahid’in Kur’an ayetiyle çatışma arz etmesi söz konusu olduğu için İmam, Kur’an ayetini esas almış hadisi ise tevil etmiştir. ikinci 5′te 1′lik kısım ahad haberden daha güçlü (”meşhur” gibi) rivayetler sebebiyle ahad haberin terk edildiği durumları anlatmaktadır. Üçüncü 5′te 1′lik kısımda aynı rivayetten farklı anlam/hüküm çıkarma söz konusudur. Yani İbn Ebî Şeybe de İmam Ebû Hanîfe de aynı hadise dayanmaktadır. Ancak anlayış ve yaklaşım tarzlarındaki farklılık sebebiyle çıkardıkları hükümler farklıdır. Dördüncü 5′te 1′lik kısımda İbn Ebî Şeybe, hadise muhalif olarak gördüğü hükmü İmam Ebû Hanîfe’ye nisbette hatalı davranmıştır. Yani mezhep kitapları esas alındığında, İmam Ebû Hanîfe’nin, İbn Ebî Şeybe’nin kendisine nisbet ettiği görüşü benimsemediği anlaşılmaktadır. Nihayet en fazla son 5′te 1′lik kısımda İmam’ın hadise muhalif hüküm verdiği söylenebilir. Bu demektir ki, İbn Ebî Şeybe’nin 125 olarak takdim ettiği “hadise muhalif” içtihadlarının adedi 12 civarındadır.
    2. İmam’ın hadislere muhalefet ettiğini örnekleriyle gösteren diğer bir çalışma da İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin Muğîsu’l-Halk isimli çalışmasıdır. el-Kevserî merhum bu çalışmaya da İhkâku’l-Hakk bi İbtâli’l-Bâtıl fî Muğîsi’l-Halk isimli çalışmasıyla cevap vermiştir. Orada zikredilen meseleler İbn Ebî Şeybe’nin çalışmasında olduğu gibi sırf hadis kaynaklı değildir. Böyle olanlar yanında mezhebin usul ve kavaidi doğrultusunda verilmiş hükümler de tartışma konusu yapılmıştır.
    3. İmam el-Buhârî, Sahîh’inin birçok yerinde[39] “İnsanlardan birisi demiştir ki…” diyerek, kasdettiği kişinin hadise muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. Her ne kadar bu ifadeyi kullandığı her yerde kasdettiği kişi İmam Ebû Hanîfe değilse de[40] onu kasdettiği yerler bulunduğu kesindir.
    el-Buhârî’nin mezkûr ifadeyi kullanarak İmam Ebû Hanîfe’yi hedeflediği yerler hakkında da muhtelif çalışmalar yapılmıştır. Bedruddîn el-Aynî’nin Umdetu’l-Karî isimli şerhi ile Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî’nin Feydu’l-Bârî’si, bizzat Sahîhu’l-Buhârî üzerine yazılan şerhler olmak haysiyetiyle söz konusu iddiaları ilk elden cevaplandırmışlardır.
    Bunlardan başka Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî’nin Keşfu’l-İltibâs ammâ Evredehû’l-İmâmu’l-Buhârî alâ Ba’di’n-Nâs isimli eseri, konu hakkında yapılmış müstakil eserlerdendir ve matbudur.
    Bunlar dışında tarihte İmam Ebû Hanîfe’nin mezhebini diğerlerine tercih ve tenkitlere cevap mahiyetinde pek çok çalışma yapılmıştır ki, İmam Ebû Yusuf’un er-Redd alâ Siyeri’l-Evzâ’î’sinden, İmam Muhammed’in Kitâbu’l-Hücce alâ Ehli’l-Medîne’sine, Sirâcuddîn el-Gaznevî’nin el-Gurretu’l-Münîfe’sinden, Sıbtu İbni’l-Cevzî’nin el-İntisâr li İmâmi Eimmeti’l-Emsâr’ına ve Muhammed Murtaza ez-Zebîdî’nin Ukûdu’l-Cevâhîri’l-Münîfe’sine kadar –hepsi de matbu olan– pek çok eser örnek olarak zikredilebilir.

    Sonuç
    İmam Ebû Hanîfe, Abdullah b. Mes’ûd başta olmak üzere Kûfe’de tavattun etmiş bulunan Sa’d b. Ebî Vakkas, Huzeyfe b. el-Yemân, Ebû Mûsa el-Eş’arî, Ammâr b. Yâsir, Selmân el-Fârisî… gibi büyük sahabîlerin (Allah hepsinden razı olsun) ilmini tevarüs etmiştir. Tarih, bu büyük sahabîlerden sadece İbn Mes’ûd’un ve talebelerinin Kûfe’de yetiştirdiği alim sayısının 4 bin olduğunu kaydediyor.[41] el-İclî, Kûfe’ye yerleşen sahabî sayısını 1500 olarak vermektedir. el-Kevserî merhum, Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ûd (r.anhuma) tarafından Kûfe’de yetiştirilen Tabiun kuşağına mensup alimlerden ileri gelen bazılarının listesini zikretmiştir ki,[42] İmam Ebû Hanîfe’nin, ilmî müktesebatını nasıl bir ilmî servet üzerine kurduğu hakkında fikir edinmek isteyenler için oldukça doyurucudur.
    er-Ramehürmüzî, İbn Sîrîn’in şöyle dediğini nakleder: “Kûfe’ye geldim. 4 bin kişinin Hadis tahsil ettiğini gördüm.”[43] İmam el-Buhârî de Hadis toplama faaliyeti (er-Rihle fî Talebi’l-Hadîs) esnasında Kûfe’ye kaç kere gittiğini saymadığını söylemiştir.[44] Bütün bunlar, Kûfe’nin Hadis ilimleri bakımından bulunduğu mevkiyi gösteren anekdotlardan cüz’î bir kısmıdır.
    Böyle bir ortamda yetişmiş bulunan, üstelik de 40 adet yetişmiş öğrencisi ile birlikte kollektif bir içtihad faaliyeti yürüten İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis müktesebatının yetersiz olduğunu yahut Hadisleri kale almadığını söyleyebilmek için bu ortamı ya hiç bilmemek veya dikkate almamak gerekir.
    İşin özü o ki, İmam’ın mezhebi de, talebeleri de, mezhebin uleması ve onların yaptığı çalışmalar da ortadayken bizim onları bir şeylerden tebrie etmek durumunda kalmamız hayli travmatik bir durumdur. Gözünü kapatmakta ısrar eden kimseye kim neyi gösterebilir?!

    DİPNOTLAR;
    [1] İbn Adiyy, el-Kâmil, VII, 10.
    [2] el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 382-3.
    [3] İbn Hibbân, Kitâbu’l-Mecrûhîn, III, 64.
    [4] el-Kevserî, Te’nîb’l-Hatîb, 276.
    [5] el-Albânî, İrvâu’l-Ğalîl, II, 277-9.
    [6] İbnu’l-Cevzî’nin de el-Muntazam’da (V, 188) belirttiği gibi, İmam’a yönelik tenkitler üç ana noktada toplanmaktadır: 1. Akaid/Usulüddin, 2. Hadis müktesebatının azlığı, hafızasının zayıflığı, 3. Sahih hadislere muhalefeti ve re’yi çok kullanması. Bu yazının çerçevesi doğrudan Hadis sahasına taalluk eden tenkitlerle sınırlandırılmıştır.
    [7] Bkz. el-Kâmil fî Du’afâi’r-Ricâl, VII, 5 vd.
    [8] Bkz. ed-Du’afâu’l-Kebîr, IV, 268 vd.
    [9] Bkz. Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, 54 vd.
    [10] Bkz. Kitâbu’l-Cerh ve’t-Ta’dîl, VIII, 449-50.
    [11] Bkz. Târîhu Bağdâd, XIII, 365 vd.
    [12] Bkz. Kitâbu’d-Du’afâ ve’l-Metrûkîn, III, 163-4.
    [13] el-Kevserî, Te’nîbu’l-Hatîb, 31.
    [14] İbn Hacer, Hedyu’s-Sârî (Mukaddimetu Fethi’l-Bârî), 428.
    [15] İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-Cerh ve’t-Ta’dîl, VII, 191.
    [16] İbn Adiyy, el-Kâmil, I, 220.
    [17] el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum, 83.
    [18] el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 338; es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, 78. Daha kısa bir varyantı için bkz. İbn Hacer el-Mekkî, el-Hayrâtu’l-Hısân, 46.
    [19] el-Muvaffak el-Mekkî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, 143.
    [20] el-Kevserî, Te’nîbu’l-Hatîb, 329.
    İ. Hakkı Ünal, Ebu’l-Müeyyed el-Havârizmî’nin derlediği Câmiu’l-Mesânîd’de İbn Adiyy’in tek bir rivayetinin bile olmadığını –Şâkir Zîb’e dayanarak– söylemektedir. (Bkz. İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı…, 63, dpnt. 99)
    Bu ifadelerin hemen öncesinde de –yine aynı müellife dayanarak– Câmi’u’l-Mesânîd içinde Ebû Nu’aym’ın Müsned’inden sadece iki rivayet bulunduğunu söylemektedir. Bu durum Ebû Nu’aym’ın ayrıca basılmış bulunan (Mektebetu’l-Kevser, Riyad-1415/1994) Müsned’i ile uyum arz etmemektedir. Zira sadece metin kısmı 260 sayfa civarında tutmuş olan bu baskıda çok sayıda rivayet bulunmaktadır.
    Dolayısıyla Câmi’u’l-Mesânîd’de İbn Adiyy Müsnedi’nden bir tek rivayetin dahi bulunmadığı tesbiti eğer doğruysa, diğer Müsned’lerle mükerrer rivayetler ihtiva etmesi gibi bir sebepten olabilir. Vallahu a’lem.
    [21] İbn Abdilberr, Câmi’u Beyâni’l-İlm, 497 vd.
    [22] Bkz. İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 188.
    [23] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, X, 451.
    [24] İbn Abdilberr, Câmi’u Beyâni’l-İlm, 502.
    [25] İbn Abdilberr, el-İntikâ, 206.
    [26] İbn Abdilberr, a.g.e., 198.
    [27] es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, 75; İbn Abdilberr, a.g.e., 199.
    [28] es-Saymerî, a.g.e.,, 74-5.
    [29] İbn Abdilberr, a.g.e., 210.
    [30] İbn Abdilberr, a.g.e., 211.
    [31] et-Tehânevî (Tanevî), Kavâ’id fî Ulûmi’l-Hadîs, 311-2.
    [32] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, X, 450.
    [33] Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum adıyla Ebû Gudde merhum tarafından tahkik edilerek yayımlanmış, dilimize de –Hanefî Fıkhının Esasları adıyla– çevrilmiştir.
    [34] Bkz. ez-Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, I, 168.
    [35] Bkz. Muhammed Abdürreşîd en-Nu’mânî, Mekânetu’l-İmâm Ebî Hanîfe fi’l-Hadîs, 60-1.
    [36] Bkz. es-Süyûtî, Tabakâtu’l-Huffâz, 80-1.
    [37] Bkz. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, VIII, 363 vd.
    [38] el-Kevserî, en-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs an Rudûdi İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe, Kahire-1365/1945.
    [39] Değişik itibarlara göre 22, 24 veya 25 yerde.
    [40] el-Keşmîrî, Feydu’l-Bârî’de (III, 54) şöyle der: “Bil ki, musannıfın (İmam el-Buhârî) bu ifadeyi kullandığı ilk yer burasıdır. Her ne kadar burada kasdettiği kişi o ise de, iddia edildiği gibi bu ifadeyi kullandığı her yerde Ebû Hanîfe’yi kasdetmemiştir. Bazı yerlerde kasdettiği kişi İsa b. Ebân, bazı yerlerde eş-Şâfi’î, bazı yerlerde ise Muhammed (b. el-Hasan)’dir. Öte yandan musannıf bu ifadeyi her zaman red amacıyla kullanmaz. Aksine, onun, bu ifadeyi kullandığı kişinin görüşünü paylaştığını da gördüm. Bazen de sahibi hakkında bu ifadeyi kullandığı görüş konusunda tereddüt göstermektedir…”
    el-Keşmîrî, Sünenu’t-Tirmizî şerhi el-Arfu’ş-Şezî’de (II, 118) daha ayrıntılı bilgi verir ve şöyle der: “Şâfiîler, “Ba’du’n-Nâs” ifadesinin kullanıldığı her yerde kastedilen kişinin Ebû Hanîfe olduğunu ve el-Buhârî’nin bu ifadeyi kullandığı her yerde üzerinde durduğu görüşü reddettiğini söylemişlerdir. Ben derim ki, bu iddia doğru değildir. Zira el-Buhârî’nin bu ifadeyi kullandığı halde üzerinde durduğu görüşü tercih ettiği de vakidir. er-Rahmân suresindeki tutumu böyledir. Oradaki ifadesinin siyak ve sibakı bunu göstermektedir. es-Sahîh’i inceleyenler bu durumu açıkça görürler. Keza bazen “Ba’du’n-Nâs” ifadesini kullanır ve onunla Muhammed b. el-Hasan’ı, bazen onun talebesi İsa b. Ebân’ı, bazen Züfer b. el-Hüzeyl’i, bazen de eş-Şâfi’î’yi kasteder…”
    [41] Bkz. el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk, 41-2.
    [42] el-Kevserî, a.g.e., 43 vd.
    [43] er-Râmehürmüzî, el-Muhaddisu’l-Fâsıl, 408.
    [44] el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum, 52.

    Kaynak: Dr. Ebubekir SİFİL
    http://www.ebubekirsifil.com

  52. Sayın Abdülhalik

    “Ehli sünnete karşı verdiğiniz delillerin asli kaynağı sapık mezheplerden ileri geliyor hele hele ki imamı azama yapılan iftira” diye bir ifade kullanmadan önce, alıntı yaptığınız yazıyı -kes, kopyala, yapıştır- yapmak yerine, anlayarak okumuş olsaydınız daha iyi olurdu. Hiç olmazsa mensubu olduğunuz fırkayı da zan altında bırakmamış olurdunuz.

    Ebu Hanife’ye ağır ithamlarda bulunanların hemen hemen tamamı Ehli Sünnet fırkası alimleridir. Ve bu zatlar, Ebu Hanife hakkındaki görüşlerini kendilerine ait olan eserlerde açıkça ifşa etmişlerdir. Örnegin; Hilyetü’l-Evliya, et-Târîhu’l-Kebîr gibi. Bu eserler de sapık mezhep kaynaklı mıdır? Kaldı ki, Ebu Hanife’yi menfi şekilde eleştirmeyen, itham etmeyen Ehli Sünnet alimi çok azdır.

    Alıntı yaptığınız yazıda “Ebû Hanîfe’nin aleyhinde bulunmak, üzerinde ulemanın icma ettiği bir husus” olduğu ifadesi hiç dikkatinizi çekmedi mi?

    Ebu Hanife aleyhinde bulunma hususunda icma eden ulema Şii uleması mı? Ehli Sünnet uleması mı?

    Ayrıca Prof. Dr. Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal’ın “İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu” adlı eserinde İmamı Azam Ebu Hanife’ye iftira ve hakaret edenlerin yer aldığı listeyi lütfen inceleyin. Bunlar hangi fırkanın mensuplarıdır? Ve bunların eserleri bugün bir çok ehli sünnet fırkası mensuplarınca okunmakta ve kaynak eser olarak gösterilmektedir.

    “Hadis konusunda dolayı onlardan bazısı onu kınamış, bazıları kötülemiş, suçlamış ve hatta bazıları da dindışı görmüştür:

    – Evzaî (ö.157),
    – Süfyan es-Sevri (ö.161),
    – Malikî mezhebinin kurucusu Malik b. Enes (ö.179),

    – Abdullah b. Mübarek (ö.181),

    – Şafiî mezhebinin kurucusu Şafiî (ö.204),
    -Ebî Şeybe (ö.235),

    -Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel (ö.241),

    – Meşhur hadis müellifi Buhari (ö.256),

    – Meşhur hadis müellifi Müslim (ö.261),

    – İbn Kuteybe (ö.276), – Meşhur hadis müellifi Nesai (ö.303),

    – Ukaylî (ö.322),

    En çok hakaret edenlerden;

    – İbn Hibban (ö.354),

    – İbn Adiyy (ö.365).

    Şeytan diyenlerden,

    – Darekutnî (ö.385),

    – Ebu Nuaym el-Isfahanî (ö.430),

    – Hadis müellifi Beyhakî (ö.458),

    – Hatib Bağdadî (ö.463),

    – Cüveynî (ö.478),

    – Gazalî (ö.505),

    – İbnu’l-Cevzî (ö.597),
    – Fahreddin Razî; (ö. 606),

    – Şia, Caferiyye’nin kurucusu Cafer es-Sadık (ö.148).

    Kaynak: İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 230-261.

    – Tarihçi Ebu Nuaym el-Isfahanî (ölm. 430/1038), Hilyetü’l-Evliya adlı ünlü eserinde bize bildiriyor ki, saltanat dincileri içinde, İmamı Âzam’in ölüm haberi üzerine verdikleri demeçlerde şunu söyleme hayasızlığını gösterenler bile vardı:

    “Ebu Hanife’nin vücuduyla toprağın altını kirleten Allah’ı tespih ederiz.”

    – Buharî, et-Târîhu’l-Kebîr adlı eserinde, İmamı Âzam’i, ‘İslam’a zarar veren sapık mezheplerden birinin mensubu’ olarak nitelemektedir.

  53. sayın oğuz başgöze
    benim yazımın tamamını okumadan yorum yapmayın benim yazdığım yazı ünlü tarihçilerin bile ittifak ettiği şeylerdir
    gerçi sizden başka herkes yanlış
    imamı azamı yanlış değerlendiklerini o yazdığın listedeki bazı kişiler bazıları hasedinden ve çeşitli iç dış nedenlerden dolayı ebu hanifeti kötülemiş ve yalanlamışlardır lütfen basmakalıp ifadelerden vazgeçip üstteki yorumlarımı iyi okuyunuz

    Türkiye`de ve İslam coğrafyasının birçok yerinde İslam tarihi

    boyunca İmam-ı Azam(r.a)`e atılan bu iftira çok yaygındır. Lehte ve aleyhte

    birçok eserler yazılmış, makaleler neşredilmiştir.(1)
    Konumuza girmeden önce İmam-ı Azam(r.a)`e yapılan itirazları ele almamız isabetli

    olacaktır.
    Muhaddislerden Abdullah bin el-mübarek(r.a)`in “Ebu Hanife hadiste yetim idi”(2) dediği

    nakledilir. Halbuki bu ifade tenkid olabileceği gibi, övgü manasına da gelir. Çünkü arapçada

    yetim kelimesi babası ölmüş kimse anlamına geldiği gibi, tek ve benzersiz manasına da gelir.

    (3) Ebu Hanife (r.a)`i Abdullah bin el-mübarek (r.a)`in yaşadığı zamanda hadis konusunda

    tenkid edildiğine dair kaynaklarda birşey göremiyoruz. Dolayısıyla bu sözü övgü manasına

    hamletmek daha uygun olacaktır.
    Ahmed ibni Hanbel(r.a)`de şöyle demiştir: “Ebu Hanife ve ashabı hadis konusunda cahildir-

    ler”(4) Ahmed ibni Hanbel(r.a)`in daha sonra bu tenkidi tavrından vazgeçtiğini gösteren bir

    ifadesi mevcuttur. Şöyle ki: “Şafii gelip aramızdaki ihtilafı kaldırıncaya kadar Hanefilerle lanetlesirdik.”(5)
    İbni Ebi Şeybe (r.a) de El musannef isimli eserinde “Ebu Hanife`ye reddiye” isimli bir

    bab açmış, 125 meselede Ebu Hanife`nin hadislere aykırı hüküm verdiğini ileri sürmüştür.

    Son Osmanlı şeyhu`l-İslamlarından Düzce`li Zahid el-Kevseri (r.a) “en nuketu`t-tarife

    fi`t-tahaddus an rududi İbni ebi Seybe ala Ebi Hanife” isimli eserinde bu iddiaları reddet-

    miş, bu konuda Ebu Hanife(r.a)`in ayet ve hadislerden kullandığı delilleri göstermiştir.
    İbni Adiyy(r.a)`de Hanefilere karşı (hassaten Ebu Hanife`ye) taassupkâr davranan tenkitci-

    lerdendir.(6)
    Darakutni (r.a) süneninde “Ebu Hanife (r.a)`e hadiste zayıftır” demektedir.(7) Halbuki

    Darakutni (r.a)`in Şafii mezhebine karşı tarafgirliği ve Hanefi mezhebine karşı husumeti

    meşhurdur.(8)
    Hatip el-Bağdadi(r.a)`de Ebu Hanife(r.a)`e karşı ayni tarafgir tenkitlerde bulunmuş, bu

    tenkitlerin haksızlığı pekçok alim tarafından reddedilmiştir.(9)
    İmam-i Azam (r.a)`e bir tenkitte İmam-i Buhari(r.a)`den gelmektedir.(10) Ancak alimlerden

    çoğu Buhari(r.a)`i tarafgir bulmaktadir.(11)
    O`nun bu tenkidinde muhaddislerin Hanefilere karşı muhalefetlerinin izlerini bulmak

    mümkündür. Çünkü, İmam Buhari(r.a) sahihinin 18 yerinde “kale ba`du`n-nas”(bazı kişiler dedi

    ki) diyerek Ebu Hanife (r.a)`in ictihadlarını tenkid etmiş, zımnen hadislere aykırı hüküm

    vermekle suçlamıştır.(12)
    Tahanevi (r.a) İmam Buhari (r.a)`in Ebu Hanife (r.a)`e karşı taassubunda Nuaym bin Hammad

    ile olan arkadaşlığının tesiri olduğunu belirtmektedir. Çünkü Nuaym sünneti takviye sadedinde

    hadisler, Ebu Hanife aleyhinde hikayeler uyduran bir yalancı idi.(13)
    Kevseri (r.a)`de Buhari (r.a)in Ebu Hanife (r.a)`e karşı taassubunda bir sebep olarak sunu

    göstermektedir:
    Buhari (r.a) gençliğinde Buhara’daki Hanefilerden fıkıh tahsil etti. 16 yaşında bu tahsi-

    lini tamamladı. Daha sonra hadis tahsili için yolculuklara çıktı. Dönünce Buhara alimleri onu

    kıskandılar. Bir fetvasını hatalı bularak onu Buhara`dan sürdüler. Bu yüzden İmam Buhari

    (r.a)`in Hanefilerle arası açıldı. Ebu Hanife(r.a)`ı hadiste zayıf bulup cerh etmesinde bunun

    tesiri olma ihtimali fazla görünmektedir. İmam Nesa-i (r.a) gibi büyük Hadis imamlarının

    düşmanlık besledikleri kişileri zayıf bulup cerh etmekten kurtulamamışlardır.(14)

    İmam-ı Azam (r.a) düşmanlığı sadece bununla kalmamış, kitapların tahrifi-

    ne kadar varmıştır. Nitekim Zehebi (r.a)`in zayıf ravilerin terceme-i hallerine ayırdığı

    Mizan`u-l İ`tidal isimli eserine, Ebu Hanife maddesi sonradan eklenmiştir.(15)
    İmam-ı Azam (r.a)`in hadis bilmediği ve sahih hadislerle amel etmediği iddiasının yersiz-

    liği için İmam Zeylai (r.a)`in Nasbu`r-raye isimli 4 ciltlik muazzam eseri yeterlidir.

    Bu eser Hanefi fıkhının dayandığı hadisleri bir araya toplar. İmam-ı Azam hadis bilme-

    seydi veya rey`i hadislere tercih etseydi, ictihadlarının bu kadar hadise uygun düşmesi

    mümkün olmazdı.(16)
    İmam-ı Azam (r.a)bir takım tarihi ve siyasi sebeplerle haksız olarak cerh edildiğinin

    diğer bir delili de re`y konusunda ondan daha ileri olan alimlere aynı tenkidin yapılmamış

    olmasıdır. Mesela İmam Şafii (r.a) re`ye ondan daha fazla önem vermesine rağmen aynı

    tenkide uğramamıştır. İmam-ı Azam (r.a) “Ashabın görüşlerinden birini seçeriz, fakat toptan

    terketmeyiz” derken;(17) İmam-ı Şafii (r.a) sahabe kavlini, kitap, sünnet, icma veya kıyasa

    muvafık olması ve o konuda nas bulunmaması şartıyla kabul etmektedir.(18)

    İmam-ı Azam(r.a) mursel hadisleri re`ye tercih ederken, İmam-ı Şafii (r.a) mursel hadisi

    çok az bir istisnası hariç delil kabul etmemektedir. İmam-ı Şafii(r.a) ayetin kıyasla tahsis

    edilebileceğini benimserken, Ebu Hanife(r.a) haber-i vahidin dahi kıyasla tahsis edilemeye-

    ceğini benimser. İmam-ı Şafii (r.a) mesalih-i mursele ile amel ederken, İmam-ı Azam (r.a)

    bunu delil kabul etmemektedir.(19) Oysa mesela yine Hanefi ve Maliki mezhebine göre mursel

    hadisler -ravileri güvenilir (sika) olduğu sürece-hüccettir.(20)
    Hatta İmam Ebu Hanife (r.a) nazarında mursel hadislerde olduğu gibi maktu` hadisler ve

    ilk üç asırda yaşamış durumu bilinmeyen (mestur) ravilerin, rivayetleri dahi hüccettir ve

    bütün bunlar kıyastan önce gelir.
    Bunun yanında, Ebu Hanife (r.a) nazarında sahabe zamanında fetvaları yaygınlık ve şöhret

    kazanmış büyük tabiilerin sözleri de tıpkı sahabe kavli gibi kıyasa tercih edilir ve bunlar

    varken kıyas terkedilir.
    Ebu Hanife (r.a) yaygın kanaatin aksine kıyası en az kullanan müctehid imamlardandır.

    Öyle ki o dört kıyas çeşidi içinden sadece birisin-kıyas-ı müessir-kabul eder ve kullanır.

    Diğerlerini -kıyas-ı münasip, kıyas-ı şebeh, kıyas-ı tard-ise delil (hüccet) kabul etmez.
    Hatta Hanefiler kıyas-ı münasip ile kıyas-ı şebehin batıl olduğu üzerinde görüş birliği

    içindedir.
    Buna mukabil ilginçtir İmam-ı Şafii (r.a) mezkur kıyas türlerinin hepsini hüccet kabul

    eder ve özelliklede kıyas-ı şebehi çokça kullanır.(22)
    Gelelim 17 hadis meselesine. Bu iddiayı Türkiye’de ortaya atanlardan biri de Yaşar Nuri

    Öztürk`tür. Öztürk şöyle diyor: “Rivayete göre İmam-ı Azam bu sayının (mutevatir hadisler)

    17 olduğunu söylemiştir.”(23)
    Şayet bu sözlerle mutevatir hadisler işaret ediliyorsa -ki ediliyor- bu hususu gerek

    imam Suyuti (r.a) “Katfu`l-ezhari`I-mutenasire`sinde, Kettani (r.a) Nazmu`l-mutenasire’-

    sinde zikretmişlerdir. Birincisinde bu sayı 113, ikincisinde ise 360`tir
    Gerçekten bu konu hadis alimleri arasında tartışmalıdır. Ancak gerek muhaddisler, gerekse

    fıkıhçılar mutevatir hadislerin çokluğu konusunda ittifak halindedirler.(24) İbni Hacer (r.a)

    mutevatir hadislerin sayısının çok az olduğunu, ya da hiç olmadığını söyleyenlerin iddiaları-

    nı kabul etmez.(25)

    Kaynakça :

    1- I`lau`s-sunen,nasbu`r-raye
    2- Darakutni-sunen
    3- Arapca-turkce sozluk (Serdar Mutcali)
    4- Darakutni-sunen 1/324
    5- Tahanevi-Kavaid S:384
    6- Kevseri
    7- DARAKUTNI-SUNEN 1/323
    8- Leknevi -er-ref s:3,5
    9- leknevi -er`ref
    10- Buhari-Tarih`u-l kebir 5/81
    11- Leknevi- er`ref
    12- Buhari-Tarih`ul-kebir 5/81
    (Burada şunu zikretmemiz gerekir ki Buhari`nin kale ba`zu`n-nas formülü kullandığı

    yerlerde -ki bunların sayısı,farklı itibarlara göre 22, 24,veya 25`dir.-Bu ifade ile

    tamamen itiraz maksadını güttüğünü ve muhatabının da sadece Ebu Hanife olduğunu söylemek

    mümkün görülmemektedir. El-Kesmiri bu konuda şöyle der “Buhari`nin bu ifadeyi kullandığı

    yerlerin hepsinde kasdettiği kişi Ebu Hanife değildir. O bu ifade ile zaman zaman Muhammet

    bin el Hasan`ı, İsa bin Eban`ı, Züfer bin el Huzeyl`i veya İmam Şafii`yi de kastetmektedir.

    (Ebubekir Sifil, Modern İslam Dusuncesinin Tenkidi 2)
    13- Tahanevi -Kavaid 1/380
    14- Tahanevi-Kavaid 3/382
    15- Leknevi -Er`ref s:100
    16- Hadis arastirmalari S.POLAT
    17- H.Karaman -Islam hukukunda ictihad
    18- Es`safii-Er`risale
    19- a.g.e. s:59-61
    20- Tahanevi- Kavaid s:138,Ebu Zehra- Imam Malik s:289
    21- Ebubekir sifil- Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi s:186
    22- Tahanevi- I`lau`s-sunen 1/11-12
    24- Ebubekir sifil a.g.e s:94
    25- Ibn-I Hacer- Nuzhet`un-nazar s :28

    İŞTE ALİMLERİN ONUN HAKKINDA SÖYLEDİĞİ SON SÖZLER

    İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.

    İmam-ı a’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.

    Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

    Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkik gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını bildireceğiz.

    Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

    İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.

    Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir)” buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevduat-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

    (Âdem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.)

    (Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)

    (Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Numan bin Sabit’tir.)

    (Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.)

    Hz. Ali de;
    “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.

    İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu methetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.

    Abdullah ibni Mübarek anlatır:
    İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder” dedi.

    Veki’ der ki:
    “Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”

    Ebu Ahvas der ki :

    “Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek ibadetin çoğunu yapardı.”

    Bekir İbni Maruf der ki:

    “Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife’den güzel olan bir kimse görmedim.”

    (Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)

    Hasen İbni Salih der ki:

    “Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur diye, helallerin fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususunda daha kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçti.”

    Yezid ibni Harun der ki:

    “Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanife’den başkasını görmedim.”

    Hafas der ki:

    “Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.”

    Harun Reşid, Ebu Yusuf’a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı:

    (Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun gayrisi bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)

    Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)

    Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
    “Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymaya yüz bin dinar (altın) veririm.”

    İbni Üyeyne;

    “Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir” demiştir.

    Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”

    Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki:

    “Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”

    İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:

    “Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”

    Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri;

    “Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurdu.

    İmam-ı Şafii;
    “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurdu.

    İmam Ahmed ibni Hanbel;
    “İmam-ı a’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurdu.

    İmam-ı Malik’e;
    “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurdu.

    İmam-ı Gazali;
    “İmam-ı a’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi” buyurdu.

    Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:

    Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara” buyurdu.

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:

    “İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”

    İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şöyle buyurur:

    “Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”

    Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:

    “İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir Peygamber gökten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”

    Feridüddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şöyle anlatır;

    “Şeriatın ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, ârif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün dillerde dolaşan, her milletin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siyasette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devrinin efdali ve vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi’nin şemaili, vasıfları Tevrat’ ta, yazılı idi.”

    (Riyazet nefsin istediklerini yapmamaktır, Mücahede ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)

    Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
    “İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”

    İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

    İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tespit etti. Böylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan önce İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi.

    İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyet’i içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Rafizi, Mutezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyet’i her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, imam-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yâd edilmiş, bu büyük imam, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır. (Radıyallahü teâlâ anh)

  54. Sayın Abdülhalik

    Üzerinde münazara ettiğimiz konuya tam vakıf olmadığınızı üzülerek ifade etmek zorundayım. Herhangi bir konuda görüş beyan etmeden önce, o konuda ifade edilen düşüncenin ana temasını anlamaya çalışmak, o konu hakkında araştırma yapmak, sorgulamak, objektif bir bakış açısına sahip olmak gibi eylemler hem düşünceleri kısır döngülerden soyutlayarak zenginleştireceğine, hem de fikir teatilerini ve münazaraları daha anlamlı ve daha düzeyli kılacağına inanıyorum.

    23 Ekim 2009 tarihinde yaptığınız yorumda; “ehli sünnete karşı verdiğiniz delillerin aslı kaynağı sapık mezheplerden ileri geliyor hele hele ki imamı azama yapılan iftira” şeklinde,

    27 Ocak 2010 tarihli yorumunuzda da; “benim yazımın tamamını okumadan yorum yapmayın benim yazdığım yazı ünlü tarihçilerin bile ittifak ettiği şeylerdir gerçi sizden başka herkes yanlış imamı azamı yanlış değerlendiklerini o yazdığın listedeki bazı kişiler bazıları hasedinden ve çeşitli iç dış nedenlerden dolayı ebu hanifeyi kötülemiş ve yalanlamışlardır lütfen basmakalıp ifadelerden vazgeçip üstteki yorumlarımı iyi okuyunuz” şeklinde bir beyanda bulunmaktasınız.

    Ünlü tarihçilerin bile ittifak ettiği -Ebubekir Sifil’e ait olan- yazınızda(!), Ebu Hanife’ye karşı ağır itham ve iftiralarda bulunan Ehli Sünnet alimleri ile ilgili deliller yer almaktadır. Bu durumda Ebu Hanife’ye karşı ağır itham ve iftiralarda bulunanların Ehli Sünnet alimleri olduğunu gerçeğini ve bu konuda ileri sürülen delilleri kabul etmektesiniz. Önceki yorumunuzda ise “İmama Azam’a yapılan iftiralarla ilgili olarak verdiğim delillerinin asli kaynağının sapık mezheplerden ileri geldiğini” ifade ederek kabullenmediğiniz halde, bir sonraki yorumunuzda kabullenmeniz söylemleriniz arasındaki çelişkiyi gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

    Sizin alıntı yaptığınız yazıya ilaveten, Ebu Hanife’ye karşı ağır itham ve iftiralarda bulunan Ehli Sünnet alimlerini “Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal’ın “İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu” adlı eserinden alıntılayarak liste halinde vermemin nedeni; sizin yorumlarınızı iyi okumamış olmam değil, bu eserin alıntı yaptığınız yazıdan hem içerik olarak daha zengin, daha ayrıntılı ve anlaşılır olması, hem de Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal’ın ilmi kariyerinin daha üst düzeyde olmasıdır.

    Yukarıda da ifade ettiğim gibi, -önceden kabul etmemenize karşın, daha sonra- Ebu Hanife’nin, Ehli Sünnet alimleri tarafından ağır ithamlara ve iftiralara maruz kaldığı gerçeğini kabullendiğinizi biliyorum. Ayrıca bunu kabul edip etmemeniz de o kadar önem arz eden bir husus değildir. Benim asıl vurgulamak istediğim husus; alıntı yaptığınız yazıda yer alan “EBU HANİFE’NİN ALEYHİNDE BULUNMA HUSUSUNDA EHLİ SÜNNET ALİMLERİNİN (İCMA’SI) TAM BİR FİKİR BİRLİĞİ İÇİNDE OLDUKLARI” gerçeğini görmemezlikten gelmenizdir.

    Bildiğiniz üzere Ehl-i Sünnet İslâmlığında Kuran, Sünnet, İcma’ ve Kıyas olmak üzere dört delil (Edille-i Erbaa) vardır.

    Bu dört delillerden birisi de İcma’dır.
    İcma (fıkıh usulünde); Hz. Peygamber’in vefatından sonra herhangi bir dönemde yaşayan bütün müçtehitlerin, dinî bir meselenin hükmü hakkında fikir birliği etmeleridir.

    Ehli Sünnet kaynaklarında yer alan bilgilere göre; icma’nın gerçekleşmesi için, o devirde yaşayan bütün müçtehitlerin o husus hakkında fikir birliği etmiş olmaları gerekmektedir. Bu müçtehitlerden biri dahi muhalefet edecek olursa icma gerçekleşmez. Müçtehitlerin üzerinde fikir birliğine ettikleri husus şer’i bir hüküm haline gelmektedir. İcma’ edilen hususta hata ihtimali yoktur. İcma gerçekleştikten sonra ona muhalefet edilmez, muhalefet etmek büyük bir hatadır.

    Onuncu asırda yaşamış olan Ehli sünnet alimlerinden İbn Adiyy olarak tanınan Ebu Ahmed Abdullah bin Adi bin Abdullah el-Cürcanî (891-976), “el-Kâmil” adlı eserinde “Ebû Hanîfe’nin aleyhinde bulunmanın, üzerinde ulemanın icma ettiği bir husus olduğunu” açıkça beyan etmektedir. İbn Adiyy bu görüşüne delil olarak ta; Basra’nın imamı Eyyûb es-Sahtiyânî’nin, Kûfe’nin imamı es-Sevrî’nin, Hicaz’ın imamı Mâlik’in, Mısır’ın imamı el-Leys b. Sa’d’ın, Şam’ın imamı el-Evzâî’nin ve Horasan’ın imamı Abdullah b. el-Mübârek’in Ebû Hanîfe’nin aleyhinde olmalarını göstermektedir.

    Yani, sizin daha iyi anlayacağınız bir şekilde ifade etmek gerekirse; Ehli Sünnet alimleri Ebu Hanife’nin aleyhinde bulunma hususunda tam bir fikir birliği içerisindedirler. Bütün Ehli Sünnet mensupları, alimlerinin bu husustaki icma’sına muhalefet edemezler. Dolayısıyla bu icma doğrultusunda Ebu Hanife’nin leyhinde değil, aleyhinde bulunmakla yükümlüdürler. Aksi halde icma’ya muhalefet ederek, büyük bir hataya düşmekten kurtulamazlar.

    Zaten Ehli Sünnet alimlerinin çoğunluğu da Ebu Hanife’nin aleyhinde konuşarak mevcut olan icma’ya uygun olan bir tavır sergilemişlerdir.

    Ebu Hanife’nin aleyhinde konuşanlar;

    1. Cafer es-Sadık,

    2. Evzaî,

    3. Süfyan es-Sevri,

    4. Malik b. Enes,

    5. Abdullah b. Mübarek,

    6. eş-Şafi’î,

    7. Ebî Şeybe,

    8. Ahmed b. Hanbel,

    9. Buhari,

    10. Müslim,

    11. İbn Kuteybe,

    12. Nesai,
    13. Ukaylî,

    14. İbn Hibban,

    15. İbn Adiyy,

    16. Darekutnî,

    17. Ebu Nuaym el-Isfahanî,

    18. Hadis müellifi Beyhakî,

    19. Hatib Bağdadî,

    20. Cüveynî,

    21. Gazalî,

    22. İbnu’l-Cevzî,

    23. Fahreddin Razî.

    Kaynak: İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

    Ebû Hanîfe’nin leyhinde konuşanlar;

    1. Mekkî b. İbrahim,
    2. Yezîd b. Harun,

    3. Abdullah b. el-Mübârek(?),

    4. Süfyân es-Sevrî(?),

    5. Süfyân b. Uyeyne,

    6. İbn Cüreyc,

    7. eş-Şâfi’î(?),

    8. Vekî’ b. el-Cerrâh,

    9. Yahya b. Sa’îd el-Kattân,

    10. Yahya b. Ma’în.

    Kaynak: Alıntı yapmış olduğunuz yazı.

    Ayrıca tarihçi Ebu Nuaym el-Isfahanî (ölm. 430/1038), Hilyetü’l-Evliya adlı ünlü eserinde İmamı Âzam’ın Ebu Hanefi’nin ölüm haberi üzerine Ehli Sünnet mensubu olan bazı kimselerin “Ebu Hanife’nin vücuduyla toprağın altını kirleten Allah’ı tespih ederiz.” şeklinde dua ettiklerini nakletmektedir.

    Sonuç olarak; Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşan Ehli Sünnet alimleri, leyhinde konuşanlardan daha çoktur. Zaten aksi bir durumun olması söz konusu değildir. Çünkü EBU HANİFE’NİN ALEYHİNDE BULUNMA HUSUSUNDA EHLİ SÜNNET ALİMLERİNİN İCMA’SI VARDIR.

    “Gelelim “17 hadis meselesine”
    Alıntıladığınız yazının yazarı; “bu iddiayı Türkiye’de ortaya atanlardan biri de Yaşar Nuri Öztürk” olduğunu beyan etmesine rağmen, nedense diğerlerinden bahsetmemektedir! Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısının 17 olduğu hususu, Y. Nuri Öztürk’ün “Kur’an’daki İslam” adlı kitabının haricinde, Hayrettin Karaman’ın “İslam Hukuk Tarihi” adlı kitabında da yer almaktadır.

    “İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısı 17 veya 50 civarındadır. (İbn Haldûn, Mukaddime, s. 388)” Bkz: H. Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz Yayıncılık, İst. 2001, s. 178.

    Ebubekir Sifil, “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi 2” adlı kitabının 95nci sayfasında “Ebu Hanife’nin, sahih hadis sayısının 17 olduğunu söylediğine dair bir kaynak da mevcut değildir” şeklinde bir ifade kullanmasına karşın, hemen akabinde “Bu ifadenin İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinden rivayet edildiğini” beyan ederek, dip notta “[26] İbn-i Haldun – Mukaddime s:444” şeklinde, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini kaynak olarak göstermiştir.

    Zaten gerek Y. Nuri Öztürk, (Kur‘an‘daki İslam, s. 361), gerekse Hayrettin Karaman (İslam Hukuk Tarihi, s. 178) kitaplarında “İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre sahih hadis sayısının 17 olduğunu” beyan ederken; onlarda İbn Haldûn’un Mukaddime (s. 388) adlı eserini kaynak olarak göstermişlerdir.

    Selametle.

  55. sayın oğuz başgöze
    okuduklarımırabbime şükür iyi anlamaktayım.yazdıklarımıda bilerek yazmaktayım…evet yine söylüyorum İMAMI AZAM İLE İLGİLİ SÖYLEMLERİNİZ SAPIK MEZHEPLERDEN İLERİ GELİYOR…N İÇİN ÖYLE DİYE SORACAKSINIZSİZİNLE HEMEN HEMEN AYNI KAYNAKLARI DELİL GETİRİYORUZ AYNI SÖZLERİ SÖYLÜYORUZ DELİLLERDE DİYECEKSİNİZ…EVET AYNI KAYNAKLARI KULLANIYORUZ HEMEN HEMEN BAZILARI SAHİH DEĞİL SİZİNKİLERİN ANCAK İŞA
    RETLEİ YANLIŞ BİR İŞTE SONUCA BAKILIR İYİ ŞEYLERİ KULLANIP KÖTÜ İŞ YAAN ÇOK…BIÇAKLA EKMEK KESENDE VAR ADAM KESENDE SİZ SİZCE HANGİSİNİ YAPIYORSUNUZ?
    SİZ BİZİM DELİLLERİMİZİ KÖTÜYE KULLANIYORSUNUZ TIPKI SAPIK MEZHEPLERİN YAHUDİLERİN İTİKADI BOZUK ALİMLERİN(!)CAHİLLERİN YAPTIĞI GİBİ…ONUN İÇİN SAPIK MEZHEPLERİN YOLINDASINIZ BOŞUBOŞUNA DEMOGOJİ YAPMAYIN…ONLARDA BU KAYNAKLARI KÖTÜYE KULLANIYORLAR…SİZE İMAMI AZAMLA İLGİLİ TARİHÇİLERİN VE İTİKADI BOZULMAMIŞ ALİMLERİN SÖZLERİ BEYAN ETTİM….ALLAH AŞKINA ŞU KADAR İNSAN EBU HANİFE HZ LERİNİ TANIYAMAMIŞTA SİZLER Mİ TANIDINIZ MİLYONLARCA KİŞİ ONUN MEZHEBİNDE HİÇ KİMSENİN AKLINA MI GELMİYOR HAŞA EBU HANİFE HZ MÜNAFIK OLDUĞU BUNU SİZE KİM AKTARDI KİM SÖYLEDİ KAYNAĞININZ KİMLER BAKIN KİTAP SORMUYORUM KİŞİ İSİMLER….
    BİRDE BEN ŞURAYI ANLATAMADIM VEYA SİZ ANLAMAK İSTEMİYORSUNUZ.DAHA ÖNCEKİ YAZILARIMDA DA SÖYLEMİŞTİMİMAMI AZAM ÇOK VEYA AZ HADİS RİVAYET ETMİŞ OLABİLİR ALLAH EN İYİ BİLENDİR.FAKAT ONUN DİYELİM Kİ AZ RİVAYETTE BULUNMASI HADİSİ KABUL ETMEDİĞİ ANLAMINA MI GELİR?İMAMI AZAM EĞER BÖYLE YAPMIŞSA BU KENDİ İNSİYATİFİNDEDİR İSTER YAPAR İSTER YAPMAZ BİZ KİMSEYİ SORGULAYAMAYIZ TERCİHLERİNDEN DOLAYI…KALDI Kİ İMAMI AZAM MÜÇTEHİTTİR VE BİR MÜÇTEHİTİNDE KURANI KERİMİ VE HADİSLERİ ÇOK İYİ BİLMESİ GEREKİR YANİ SENİN BENİM GİBİLERİN İLMİYLE OLMAZ.MÜÇTEHİTİN HADİSİ TAHLİL ETMESİ LAZIM KENDİSİDE KURANIN YANINDA HADİSLERLE HAREKET ETTİĞİ İÇİN MÜÇTEHİT OLMUŞTUR.YANİ İLLA RİVAYET ETMESİ ŞART DEĞİLDİR YALNIZ HADİSLERRİ İYİ BİLMESİ ŞARTTIRRİVAYET FAZLA ETMEMİŞTİR BELKİ AMA HADİSLERİ İYİ BİLİP SÜNNETLERE UYGUN YAŞIYORDU VESSELAM…İNSAN ÖĞRETMEN OLMAK İSTERDE BÖLÜMÜNÜ SEÇER İSTER TARİHÇİ OLUR İSTER FİZİKÇİ İSTER KİMYACI BU HERKESİN KENDİ İSTEĞİNE KALMIŞTIR….
    YANİ İMAMI AZAMLA İLGİLİ SÖYLEDİĞİNİZ ÇOĞU DÜŞÜNCELER İMKANSIZDIR KENDİSİ HADİS SÜNNET DÜŞMANI DEĞİL RİVAYETİ AZ DA OLSA ÇOK TA OLSA FARKETMEZ EN İYİ YAŞAYANLARDANDIR

    SELAMETLE…

  56. yazinizda “Mezheplere halkı inandırmak isteyenler, kendi mezhep imamlarını öven, diğer mezhep imamlarını yeren hadisler uydurmuşlardır” bu sözü biraz aciklarmisiniz, hadis mi mezhepten oncedir, mezhep mi hadisten yani Rasulullahin sûnnetinden….

  57. Selam,

    Kronolojik olarak şöyle diyebiliriz.

    Hz. Peygamberin hicretinden 220 – 250 sene sonra hadislerin ciddi tedvin dönemi başlıyor. Sonra da mezhepleşmeler…

    Fakat kehribar kardeşim, acı olan şu ki, uydurmanın ne zaman uydurulduğunu bilebilmek zor. Çünkü adı üstünde, uydurma… Her zaman uydurabilirsin.

  58. Geri bildirim: Sitemap 07.01.2014 | Ali Aksoy

Yorum bırakın