Kuran-ı Kerim hakkında genel bilgiler


Kitabımızın birinci bölümünde O’nun indiriliş gayelerini maddeler halinde açıkladık. Orada, O’nun indiriliş gayelerine uygun bir şekilde kullanılması için temel şartın, O’nu anlamak olduğunu belirtmiştik. Bu bölümde de Kur’an-ı Kerim’i anlayabilmek için O’nun hakkındaki bilinmesi gerekli olan genel bilgileri vermeye çalışacağız. Bu bilgileri, okuyucunun, daha kolay anlamasını sağlamak için soru-cevap yöntemini kullanarak aktaracağız.

1. Kur’an-ı Kerim’in luğat ve ıstılah manası nedir?

Kur’an, lafzı üzerinde değişik görüşler ileri sürülmüştür.En tercih edilen görüşe göre: okumak manasına gelen KA-RA-E fiilinden türemiştir. Daha sonra Allah’tan vahyolunan kitaba özel isim olmuştur. O’nun ayetlerinin yazılı olduğu Mushaf’ıntümüne Kur’an denildiği gibi, bir kısmına da Kur’an denilmiştir. Çünkü bazı ayetler, Kur’an tamamlanmadan gelmiş olmasına rağmen, Kur’an-ı Kerim’de o ayetlerden“Kur’an” diye bahsedilmiştir. Mesela; Kur’an-ı Kerim’deki “ De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’an dinleyip şöyle dedikleri bana vahyolundu:”Biz harikulade güzel bir Kur’an dinledik.”Ayeti Kur’an tamamlanmadan gelmiş olmasına rağmen, O’nda vahyin bir parçasından “Kur’an” diye bahsedildiği görülmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in ıstılah manasına gelince; O’nun çeşitli zamanlarda birçok alim tarafından farklı tanımları yapılmıştır. Biz O’nun klasik tanımlarından bir tanesini verelim. Bu tanıma göre Kur’an-ı Kerim; “Hz Muhammed’e indirilen, tevatürle nakledilen, okunmasıyla ibadet olunan, mushaflarda yazılan ve Fatiha suresi ile başlayıp Nas suresi ile son bulan muciz bir Allah kelamıdır.”şeklinde tarif edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in yukarıda vermiş olduğumuz bu klasik tarifinden, O’nun 6 temel özelliği çıkarılabilir. O’nun bu klasik tanımından çıkarılan 6 temel özelliği şunlardır.

1. Hz Muhammed’e indirilmiştir.

2. Tevatür olarak nakledilmiştir.

3. Okunması ibadettir.

4. Mushaflarda yazılıdır.

5. Fatiha ile başlayıp Nas suresinde son bulmuştur.

6. İnsanlar benzerini getirmekten acizdirler.

Geçmişten günümüze kadar bir çok İslam alimi, Kur’an-ı Kerim üzerinde çalışmış ve O’nu bize tanıtmaya gayret etmiştir. Asrımızın büyük alimlerinden biri olan Mevdudi’de bu alimlerden bir tanesidir. O, Kur’an-ı Kerim hakkında ”Yeryüzündeki kendi türünde tek kitaptır. İçerisinde inanç esasları, ahlaki ilkeler, şer’i hükümler, kıssalar, davetler, nasihatler, teşvikler, ibretler, uyarılar, emir ve yasaklar, müjdeler, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren ayetler öylesine iç içedir ki onları birbirinden soyutlayamazsınız. Diyerek Kur’an’ı bize tanıtmıştır. Yine asrımızın alimlerinden olan Muhammed Esed; Kur’an’dan, bu dünyada iyi bir hayat yaşamak ve öteki dünyada mutlu olmak için nasıl davranmalıyım? sorusuna en net ve kapsamlı cevabı veren kitap olarak bahsetmiş ve bu sorulara hiçbir kitabın O’nun kadar net ve kapsamlı cevap veremediğini belirtmiştir.

2. Vahyin luğat ve Kur’an’da geçen manaları nedir?

Lugatta vahiy denildiğinde; Acele etmek, gizli konuşmak, seslenmek, fısıldamak…vb manalar anlaşılır.

Kur’an-ı Kerim’de ise vahy genel olarak iki manada kullanılmıştır.

1. İlahi kaynaklı olmayan vahy

a) Kur’an-ı Kerim’de Zekeriya aleyhisselamın kavmine yaptığı vahy’den bahsedilmiştir. Bu ayette geçen vahy, ima ve işaret etmek anlamında kullanılmıştır.

b) Kur’an-ı Kerim’de şeytanların insanlara vahyetmesinden bahsedilmiştir. Burada geçen vahy; gizlice söylemek, fısıldamak, vesvese vermek, telkin etmek, teşvik etmek gibi manalara gelen bir vahydir.

2. İlahi kaynaklı olan vahy

a)Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın cansız olan arzave semayavahyetmesinden bahsedilmiştir. Burada geçen vahy; emretmek manasında kullanılan vahydir.

b)Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın bal arısına yapmış olduğu vahyden bahsedilmiştir.Bu ayette belirtilen vahy; İslam alimlerinin fıtri ilham adını verdikleri içgüdüdür.

c) Kur’an-ı Kerim’de arza, semaya ve bal arısına vahyeden Allah’ın Meleklere’de vahyettiğinden bahsedilmiştir.

d) Kur’an-ı Kerim’de peygamberler dışındaki bazı insanlara, peygamberlere gönderilen vahyden farklı olarak vahyedildiğinden bahsedilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de peygamber olmayanlara gelen vahylere; Hz İsa’nın havarilerine vahyedilmesini, Hz Musa’nın annesine vahyedilmesini örnek olarak gösterebiliriz. Bu ayetlerde geçen vahy, kurumsal anlamdaki vahy olmayıp, ilham etmek anlamında kullanılan vahydir.

e) Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın insanlar içinden seçtiği bazı elçilere vahyettiği ve bu vahyle insanlara emir ve yasaklarını bildirdiği anlatılmaktadır. Dinde vahy denildiğinde anlaşılan hakiki vahy budur. Bu vahy türü kurumsal anlamdaki vahyi anlatmaktadır.

3. Vahyin ıstılah manası nedir?

Vahyin genel manalarını yukarıda açıkladık. Şimdi de Onun özel/ıstılahmanasını açıklayalım. Vahyin ıstılah manası denince; Allah’ın peygamberlerine çeşitli şekillerde söz ve emirler göndermesi anlaşılır. Allah’tan peygamberlere oradan da insanlara aktarılan bu vahy kurumsal anlamda vahydir. Peygamberlik müessesinin gereği olarak bu vahy Allah’la peygamber arasındaki özel bir iletişimdir. Özel anlamda vahy denildiğinde; dört varlık arasındaki iletişim anlaşılır. Bu dört varlık; Allah, Melek, Peygamber ve insanlardır. Genel anlamda vahy denildiğinde sadece iki varlık arasındaki iletişim anlaşılır.Bu iki varlık ise; Allah ve diğer varlıklardır.

4. Vahyin olabilmesi aklen mümkün müdür?

Vahyin olabilirliğinin aklen ispatı, Asrı Saadet döneminde oldukça zordu. Ama günümüzde vahyin olabilirliğini akli deliller vererek ispatlamamız mümkündür. Şimdi bu delillerden bazılarını maddeler halinde sıralayalım.

1. Günümüzde telefon, telsiz ve uydu aracılığıyla yapılan haberleşmelerle hem ses hem de görüntü çok uzaklara ve kısa zamanda aktarılabilmektedir. İnsan aklının keşfettiği bu teknolojik aletlerle ses ve görüntü nakli yapabilmesi, Allah’ın dilediği insana dilediğini vahyedebileceğini göstermektedir.

2. Günümüz insanı, binlerce kitabın alabileceği bilgiyi bir bilgisayar CD’sinde kaydedip taşıyabilmektedir. Belki ilk dönem insanları için imkansız olan bu şey günümüzde kolaylıkla yapılmaktadır. İşte Yüce Allah’ta vahyini, Peygamberlerin kalplerine aynı şekilde kayıt edebilir ve vahyi orada muhafaza edebilir. Günümüz teknolojisini kullanan bir insanın yapabildiği bu işlemi, ilmi her şeyi kuşatmış olan Allah niçin yapamasın?

3.İnsanların gözlerinin önünde, hipnotizma ile uyuyan bir kişinin şuur altına girilerek, ona çeşitli telkinler verilebilmektedir. Buradan bir kişinin uzaktaki bir kişiye bilgi aktarımı yapabileceği ortaya çıkmaktadır. Bir insanın bile yapabildiği bu bilgi aktarımını ilmi her şeyi kuşatmış olan Allah niçin yapamasın?

4.Kendisinin Musevi ve İsevi olduğunu iddia eden herkes aynı zamanda vahyin vukuunu da kabul ediyor demektir. Çünkü bunlar, Musevi veya İsevi olmakla Allah’ın kendi peygamberlerine vahy gönderdiğine inandığını açıklamış olmaktadır. Bunların Hz Peygamberin peygamberliğini kabul etmemesi çok saçmadır. Çünkü; Allah’ın peygamber gönderdiğine ve bu peygambere vahy gönderdiğine inanıp da, Allah’ın gönderdiği bir başka peygamberi ve O’na vahyedilmesini inkar etmek mantıklı değildir.

5. Vahy olayı; O’na şahit olan sahabeler tarafından günümüze kadar tevatür yolla aktarılmıştır. Bu olay yüzlerce sahabenin gözü önünde cereyan etmiştir. Bunun sahabe döneminde vuku bulduğu konusunda sahabelerin hepsi de hemfikirdir. Zahiren İslam’a girdiğini belirten, ancak kalben İslam’a düşman olan İslam düşmanlarının uydurmuş olduğu uydurma rivayetlerde bile vahyin gelişine bir itiraz olmamıştır. Günümüzün en azılı İslam düşmanlarından olan müsteşriklerin, tamamına yakını bile vahy olgusuna itiraz edememektedir. Onlar; bu olayın varlığını kabul etmiş, ancak onun ilham, hastalık…vb bir şey olduğunu sanmışlardır.

6. İslam dininde değişik görüşlere sahip, çeşitli İslam mezhepleri vardır. Bu mezheplerin hepsinin birbiriyle ihtilafı olmuş, hatta bu ihtilaflar bazen birbirlerini tekfire kadar varmıştır. Kendi aralarında birçok ihtilafı olan, gerek sünnete uygun gerekse de sünnete uygun olmayan görüşler ortaya atan bu mezheplerin hiçbir tanesi vahyin vukuunu inkar etmemiştir.

Sonuç olarak; deney ve gözlem yoluyla ispatı mümkün olmayan vahyin, yukarda belirttiğimiz akli örneklerle Allah ile insan arasında özel bir iletişim yolu olduğu, sahih aklında bunu reddedemeyeceği gün gibi aşikardır. Bu özel iletişime, melekler ve peygamberlerde aracılık yapmışlardır.

5. Vahyin dili nedir?

Allah tarafından her topluma bir uyarıcı gönderilmiştir.O toplumun, gönderilen uyarıcının mesajını anlaması için, toplumu irşad ve ıslah için gönderilen mesajıntoplumun diliyle olması zorunludur. Aksi halde farklı bir dille yapılan uyarıya karşı muhatapların itiraz etme hakkı doğardı.Bu tür bir itiraza mahal verilmemesi için Araplara gönderilen ilahi vahyin dilinin deArapça olması gerekirdi. Allahu Teala, gönderdiği her peygamberi, peygamber gönderilen kavmin diliyle göndermiştir.Kur’an-ı Kerim’deki “Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik, ki onlara açıklasın…”ayeti bu konudaki sünnetullahı bize bildirmektedir. Bu sünnetullah her peygamber zamanında aynen devam etmiştir. İşte bu sünnetullahın sonucu olarak; en son gönderilen peygamberinde Arapça konuşan Araplar arasından çıktığı için doğal olarak O’na ve kavmine gönderilen vahyin dili de Arapça olmuştur. Kur’an-ı Kerim; Arapların üzerinde düşünüp anlamaları için gönderilmiş Arapça bir kitaptır.

Bu genel bilgileri yanlış değerlendiren bazı kesimler; Arapça’nın kutsal bir dil olduğunu zannetmektedir. Bu kesimler dinlerini anlamayan, Müslüman halka ve gençlere, Arapların dillerini öğretmeye çalışmaktadırlar. Bize göre, Türkiye’deki Müslümanların tamamına yakınının dini anlaması için, Arapça’yı bilmesine değil de, dinini kendisine kolay bir metotla öğretecek, ehliyetli eğiticilere ihtiyaçları vardır. Bu eğiticiler olduğunda, Müslüman halk ve gençlik sahih-uydurma karışımından oluşan geleneksel bilgileri öğrenmek zorunda bırakılmayacak ve Kur’an merkezli olan vahy İslam’ına tabi olacaktır. Arapça bilen konunun uzmanı eğiticiler, eski kaynakları okuyup değerlendirmeli ve gerekli gördükleri bilgileri irşat etmek için kendi toplumuna çeşitli vesilelerle aktarmalıdır.

6. Vahyin amacı nedir? Tarih içerisinde bu amaç dikkate alınmış mıdır?

Vahyin dilinin Arapça olmasının amaç değil bir araç olduğunu yukarıda gördük. Öyleyse vahyin gönderilmesindeki asıl amaç nedir? Bilindiği gibi, vahyin asıl hedefi insandır. Vahyin amacı; sağlıklı bir dünya görüşüne sahip olan fertlerden oluşan, Allah’ın razı olabileceği sağlıklı bir toplum meydana getirmektir. Kısaca vahyin amacı; insanların Dünyada ve Ahirette mutlu olmalarını sağlamaya çalışmaktır.

Ancak tarihi süreç içerisinde Müslümanlar, bu amaçları dikkate almayan bazı alimlerce ortaya çıkartılan kültür İslam’ının hükümlerine uymaktan dolayı dünyada mutluluğa kavuşamamışlardır. Bilindiği gibi, vahyin sınırları içinde hareket edildiği ve vahyin gönderilme amacına ters düşmediği müddetçe insan kendisi için kolay ve yararlı olanı yapabilir. Bunda dinen hiçbir bir sakınca yoktur. Ama yüzyıllarca bazı İslam alimleri bu gerçeği dikkate almadığından vahy asıl amacından saptırılmıştır. Bu İslam alimleri “…Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez….”ve “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez….”ayetlerine rağmen, Kur’an ve Kur’an’a dayalı sahih sünnet kaynaklı olmayanbirçok yeni haramlar ihdas etmişlerdir.Tarihi süreç içerisinde insanların dünyada mutlu olmalarını sağlamak için gönderilen İslam dini, bu tip alimler yüzünden, onların mutsuzluğuna vesile hale getirilmiştir. Bu sürecin sonunda; Allah’ın kitabında yasaklamadığı birçok söz ve amel, içtihad ve fetvalarlaharamlara dönüştürülmüştür. Mezheplerin harama götürecek yolu kapama maksadıyla ortaya koydukları “Seddi Zerai kaidesi” zaman içerisinde mübahların haramlara dönüştürülmesini sağlayan bir “yasak üretim makinesi” haline dönüşmüştür. Mezhepler arasında farklı bir şekilde değerlendirilen bu kaide sonucu; bazı Müslümanlar için mübah olan birtakım şeyler, başka Müslümanlara haram yapılmıştır. Buradaki haram içtihadi haram olduğundan tartışılabilir, ancak mezheplerini körü körüne taklit etmekten haz duyan mukallitler bu gerçeği anlamadıkları için yorumlarla getirilen içtihadi haramları yapmamak için gayret sarf ederken, Allah’ın yasakladığı nassla sabit olan mutlak haramları gözünü kırpmadan yapmaktadırlar.

Çözüm nedir? Çözüm; Allah adına her şeyi yasaklama hakları olduğu zannedilen insanların böyle bir hakkı olmadığını ve dinde yasak olduğu zannedilen birçok şeyin aslında yasak olmadığını kitlelere net bir şekilde duyurmaya çalışmaktır. Konunun uzmanları tarafından oluşturulacak kurullarda insanların yasakladığı şeylerin gerçekten yasak olup olmadığı tartışılmalıdır. Konunun uzmanı olan alimler, tartışmaların sonucunu; siyasi yöneticilerin, gelenekçi alimlerin ve bilgisiz kamuoyunun tepkilerini gözetmeksizin ortaya koymalı ki, Müslüman halk bu konularda aydınlansın. Aydınlansın ki; vahyin amacına tamamen ters düşen hal ve hareketlerini düzeltsin. Ve vahye göre serbest, insanlara göre yasak olan davranışları üretenlerin veya daha önce üretilenleri koruyanların tuzaklarına düşmesin.

7. Sünnet Vahy midir? Yoksa İçtihad mıdır?

Bu sorunun cevabını aramadan önce Hz Peygamberi gerektiği gibi tanımamış olan gelenekçi İslami anlayışa mensup Müslümanların Hz Peygamber hakkındaki aşırılıklarına kısaca deyinmekte fayda vardır. Bilindiği gibi, her şeyde olduğu gibi sevginin de bir ölçüsü ve bir sınırı olmalıdır. Yoksa seven insan sevdiği insanı putlaştırır ve ona olan sevgisini tapınma derecesine bile vardırabilir. Tapınmaya kadar varan aşırı sevginin tarihte örnekleri çoktur. Tarihte kendisine duyulan sevgi yüzünden putlaştırılan ve putları dikilen bir çok insan vardır. Bu anlattıklarımıza Hz İsa’yı Hrıstıyanların, Hz Ali’yi Gulat-ı Şia’nın putlaştırmalarını örnek olarak gösterebiliriz. Hz Peygamber Müslümanların bu duruma düşmelerini önlemek için sahabeleri bir çok defa uyarmıştır. Zaten Peygamberin eğitiminden geçmiş olan sahabeler hem peygambere saygı duyuyor, hem de dünyevi konularda peygamberin görüşüne zıt fikir beyan edebiliyordu. Mesela; Bedir savaşında ordunun konaklayacağı yer hususunda peygamberin içtihadını beğenmeyerek kendi içtihadını söyleyen sahabeyi ve Uhud savaşında, müşrikleri şehrin içinde karşılayalım diyen peygambere şehrin dışında karşılayalım diyen gençleri buna örnek gösterebiliriz. Bu örneklerden sahabenin peygambere olan sevgilerinin, O’nun yaptığı hiçbir şeyi eleştirmeden, O’nu adeta putlaştırmaya götüren bir sevgi olmadığını anlıyoruz. Ne var ki, bütün bu gerçeklere rağmen gelenekçi kesimin büyük bir çoğunluğu Hz Peygambere efsanevi bir kişilik kazandırmışlardır. Gelenekçi kesimden bazıları, O’nun sözlerinin tamamını vahy olarak değerlendirmişlerdir. Aynı kesim sahih-uydurma karışımı hadislerden oluşan hadis kitaplarında geçen her rivayeti, peygamberin kelime kelime söylediği sözleri gibi görmektedirler. Bu kesimler devamlı konuşan, çelişkili konuşan, kendisinden sonra ortaya çıkacak olan fikri ve siyasi olayları konuşan, yüz sene sonrasının sosyal olaylarını konuşan ve israiliyat ve mesihiyattan geçen hikayeleri konuşan bir peygambere inanmışlardır ki bu anlayış tamamen yanlıştır. Yüzyıllardan beri süregelen bu yanlış peygamber anlayışı sonucunda, Hırka-i Şerife gösterdiği ilki, alaka ve saygıyı; peygamberin tebliğ ettiği Allah’ın kitabına göstermeyen Müslüman tipler ortaya çıkmıştır.

Şimdi bu kısa hatırlatmadan sonra Sünnet vahy midir? Değil midir? sorusuna cevap bulmaya çalışalım. İslam alimleri arasında bu konuda birbirine tamamen zıt iki farklı görüş vardır. Bu görüşler şunlardır.

1. Görüş: Sünnette Kur’an gibi vahydir diyenler; ki bu görüşte olanlara . İbn-i Hazm ve İbn-i Hibban’ı örnek olarak gösterebiliriz. Konunun ayrıntılarına girmemekle birlikte, bu görüşte olanların en önemli delili olarak “O hevadan konuşmaz” “O’nun konuştukları vahydir.“ ayetini gösterebiliriz.

2. Görüş: Sünnet Hz Peygamberin içtihadlarıdır. Yani sünnetin hiçbir kısmı vahy değildir. “Peygamberin söylemiş olduğu her söz ve yapmış olduğu her amel O’nun içtihadıdır” diyerek bu görüşü savunanlara Pakistan’lı alimlerden Seyyid Ahmet Han ve Ahmet Perviz’i, Mısır’lı alimlerdense Mahmut Ebu Reyye ve Tevfik Sıdkı’yı örnek olarak gösterebiliriz.

Biz yukarıdaki her iki görüşe de tam olarak katılamıyoruz. Sünnetin tamamının vahy mahsulü olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü, bu şekildeki bir iddia, peygamberin uyarıldığını iddia eden Kur’an ayetlerine zıttır. Hem Hz Peygamberin çeşitli konularda içtihatlarının bulunduğu da inkar edilemez bir gerçektir. O’nun içtihatlarının olması ve bu içtihatların sahabe tarafından eleştirilmesi O’nun her söylediğinin vahy olmadığının apaçık ispatıdır. Ancak Sünnetin bütünü vahy olmamakla birlikte, O’nun bir kısmının vahy olduğu muhakkaktır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’deki temel esasları açıklayan ve peygamberin peygamberlik yönüyle alakalı olan sünnetin içtihat olması mümkün değildir. Mesela; namazın günde kaç defa ve nasıl kılınacağının peygamberin şahsi içtihadıyla olması mümkün değildir. Zaten Bedir savaşındaki ordunun yerini beğenmeyen sahabede itirazından önce peygamberin yer seçiminin kendi içtihadıyla mı yoksa vahyle mi olduğunu sormuştur. Buda sahabe döneminde; peygamberin bir insan olarak davranışları olduğu gibi, yine Kur’an’daki emir ve yasakları açıklayacak bir yetkisinin de olduğunun bilindiğini gösterir. Hz Peygamber’in özelikle ibadetlerle alakalı konularda yaptığı bu açıklamaların vahyle bildirildiği ve bağlayıcı olduğu ortadadır. Sonuç olarak; Peygamberin akılla kavranılması mümkün olmayan konulardaki görüşleri vahy, akılla kavranılması mümkün olan görüşleriyse içtihat kabul edilebilir.

Peygamberin akılla kavranılamayan görüşlerini içeren rivayetleri birbirleriyle tutarlılığına ve senetlerine bakarak uzmanlar tarafından değerlendirilmelidir. Aksi halde, hepside vahyle geldiği iddia edilen ve farklı hiziplerce delil olarak kullanılan ve akılla da değerlendirilemeyen bir çok rivayetle karşı karşıya kalırız. Bu duruma düşmemenin ilk şartı; peygamberden geldiği iddia edilen hadislerle sade halkı birebir muhatap etmemeye çalışmaktır.

8. Ayetin Luğat ve Istılah manası nedir?

Ayet kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de mucize, alamet, ibret, hayrette bırakan iş, ve delil gibi manalarda kullanılmıştır. Istılah manası ise “Kur’an sureleri içinde yer almış olan, başı ve sonu belli olan cümlelerdir. ” diye tarif edilmiştir.

9. Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin sayısı ne kadardır?

Kur’an-ı Kerim’deki ayetler hakkında alimlerin farklı yorumları olmuştur. Sure başlarındaki besmelelerin durumu, Huruf-u Mukattaa’ların durumu, cümle içindeki cümleciklerin durumu …vb sebepler alimler arasında tartışmalara ve farklı yorumlara yol açmıştır. Kur’an-ı Kerim’in farklı okuyuş şekillerden kaynaklanan ayetlerin başlangıç ve bitiş yeri farklılığı da O’nun ayet sayısı hakkındaki farklı yorumlanmasına yol açmıştır. Alimlerin aralarındaki yorum farklarından dolayı, ayetlerin sayıları hakkında farklı rakamlar telaffuz edilmiştir. Burada birbirinden farklı rakamları vermeye gerek duymuyoruz. Bu rakamlardan herhangi birini seçsek bile yukardaki gerekçelerden dolayı o rakamda tartışmalı olacaktır. Bu yüzden biz, Kur’an-ı Kerim’de altı bin den fazla ayet var denilmesini, sayı vermekten daha uygun buluyoruz. Ancak kitapların büyük bir çoğunluğunda bu hassasiyet gösterilmemiş ve Kur’an ayetlerinin sayısı 6666 olarak verilmiştir. Halbuki bu 6666 rakamı doğru değildir.

10. Kur’an’daki ayetlerin Tertibi nasıl olmuştur?

Ayetlerin sureler içindeki tertibi içtihadi değil, tevkifidir. Bu tertip bizzat Peygamberimizin döneminde yapılmıştır. Bu tertibin akılla ve reyle tespit edilmesi mümkün değildir. Mesela (Ya-Sin) bir ayet sayılırken (Ta-Sin) ayet sayılmamıştır. Aynı şekilde ( Elif-Lam-Mim) ayet sayıldığı halde (Elif-Lam-Ra ) tam bir ayet değil, ayetin bir parçası sayılmıştır.

11. Kur’an ayetlerini daha iyi anlamamız için sınıflandırabilir miyiz?

Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için belki de onlarca sınıflandırma vardır. Biz bunlardan faydası olacağını sandığımız iki tanesini burada vermeye çalışalım.

a) O’nun ayetlerini iniş zamanına göre sınıflandırabiliriz. (Mekki, Medeni)

b) O’nun ayetlerini anlamın açık ve kapalılığına göre sınıflandırabiliriz. (Muhkem, Müteşabih)

12. Mekki ve Medeni ayetler nedir? Ayetlerin Mekki veya Medeni olması nasıl anlaşılabilir?

Kur’an-ı Kerim’deki hangi ayetin Mekki, hangi ayetin Medeni olduğunun tespitinde üç farklı görüş ortaya atılmıştır.

a) Hitaba göre sınıflandırma: Hitaba göre sınıflandırma yapanlar; Mekke’lilere hitap eden ayetleri Mekki, Medine’lilere hitap eden ayetleri ise Medeni ayetler olarak kabul etmişlerdir.

b) Ayetlerin indirildiği yere göre sınıflandırma: Ayetlerin indirildiği yere göre sınıflandırma yapanlar; Mekke’de inen ayetleri Mekki, Medine’de inen ayetleri ise Medeni ayetler olarak kabul etmişlerdir.

c) Hicret zamanı esas alınarak yapılan sınıflandırma: Hicret zamanını esas alarak sınıflandırma yapanlar; hicretten önce nazil olan ayetleri Mekki ayetler, hicretten sonra nazil olan ayetleri ise Medeni ayetler olarak kabul etmişlerdir. Yukarıdaki görüşlerin içerisinde en çok tutulan görüş budur.

Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin Mekki ayet mi? Yoksa Medeni ayet mi? olup olmadığının anlaşılması iki yolla mümkün olabilir. Birinci yol; peygamberden aktarılan sahih nakillerle hangi ayetlerin Mekki hangi ayetlerinse Medeni olduğu anlaşılabilir. İkinci yol ise; Mekki ve Medeni surelerdeki ayetlerin bilinen özelliklerinden kıyas edilerek şu özellikleri taşıyanlar Mekki, şu özellikleri taşıyanlarsa Medeni diye bilinebilir.

13. Muhkem ve Müteşabih ayetler denince ne anlaşılır?

Kur’an-ı Kerim’in içerisindeki ayetleri anlamın açık ve kapalılığına göre Muhkem ve Muteşabih ayetler olarak sınıflandırabiliriz. Şimdi bunları kısaca açıklayalım.

a) Muhkem ayetler: Muhkem ayetler denildiğinde; manası çok açık olan, sadece bir manaya gelen, tek başına anlaşılabilen, üzerinde ihtilaf bulunmayan ayetler anlaşılmaktadır. Kısaca muhkem ayetler denilince; değişik yorumlamalara ihtimal vermeyen kesin prensipler anlaşılır. Bir müslümanın, bu kesin ve tek manaya gelen prensiplere göre amel etmesi vaciptir.

b) Müteşabih ayetler: Müteşabih ayetler denildiğinde; manası kapalı olan, birden çok manaya gelebilen, başka şeylerin (ayet, hadis, içtihad…vb) yardımıyla anlaşılabilen ayetler anlaşılmaktadır. Kısaca müteşabih ayetler denilince; değişik yorumlamalara ihtimal veren ayetler anlaşılır.

Yukarıda muhkem olan ayetlere göre amel edilmesinin vacip olduğunu açıkladık. Peki Müteşabih ayetler karşısında nasıl bir tutum izlemeliyiz? Şimdi Müteşabih ayetlerle ilgili nasıl bir tutum izlenmesi gerektiğini maddeler halinde açıklayalım.

1. Kur’an’daki muhkem ve müteşabih her ayete iman etmeliyiz. Müteşabih ayetlere iman ederken, o ayetlerin ilimde derinleşmiş olanlar tarafından yapmış oldukları yorumlarına iman etme zorunluluğumuz yoktur.

2. Muhkem ayetler konusunda yeterli birikime sahip olmadan müteşabihlere dalmamalıyız. Müteşabih ayetleri muhkem ayetlerin ışığında anlamaya çalışmalıyız. Ancak şunu da belirtelim ki, bazı müteşabihlerin manasını bilme imkanımız yoktur. Mesela; “Hurufu Mukatta’a” adı verilen sure başlarındaki kesik harflerin anlamını bilmek mümkün değildir.

3.Niyeti bozuk, istismarcı şahıslar müteşabih ayetleri amaçlarına uygun bir şekilde yorumlayarak onun anlamını saptırabilirler. Bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Çünkü, tarih içerisinde ifrat ve tefrid içerisinde yüzen birçok şahıs veya hizip müteşabih ayetlerin arkasına düşmüş ve onlardan birtakım saptırıcı yorumlarda bulunmuşlardır. Ebced hesabı ile uğraşarak ceffarlık yapan ve Kur’an’ın bazı ayetlerinin hizbinden ve kendisinden bahsettiğini iddia eden istismarcı insanların tuzaklarına karşı uyanık olmalıyız.

Muhkem ve Müteşabih Kur’an-ı Kerim’de farklı anlamlarda kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinde, O’nun ayetlerinin tamamının muhkem olduğu anlatılırken, bir diğer ayette ise O’nun ayetlerinin tamamının müteşabih olduğu anlatılmaktadır. İlk bakışta bu ayetler arasında bir çelişki varmış gibi gözükse de araştırıldığında bu ayetler arasında hiçbir çelişkinin olmadığı rahatlıkla görülecektir. İlk başta Zümer suresinin 23. ayetinde açıklanan müteşabih, muhkem karşıtı müteşabih değildir. Buradaki müteşabihlik Kur’an ayetlerinin gerek icazda gerekse de doğrulukta birbirleriyle benzeşmesini anlatmaktadır. Aynı şekilde, Hud suresinin 1. ayetinde açıklanan Muhkem, müteşabih karşıtı olan muhkem değildir. Buradaki muhkemlik ise, Kur’an ayetlerinin hiçbir eksiklik içermemesi ve mükemmel olması demektir. Kur’an-ı Kerim’in bir başka yerinde ise, aynı ayet içerisinde muhkem ve müteşabih ayetler hakkında genel ölçü verilmiştir. Bu ayete göre; Kur’an’daki bazı ayetler muhkem, bazı ayetlerse Müteşabih’tir. Yine bu ayetten Kur’an’daki ayetlerin büyük bir çoğunluğunun Muhkem ayetler, çok az bir kısmının ise Müteşabih ayetler olduğu görülecektir.

14. Huruf-u Mukatta’a ne demektir?

Bazı surelerin başında bazen bir harf, bazen de iki, üç, dört ve beş harfin birleşmesinden meydana gelen kesikli harfler bulunmaktadır. Bu kesikli harflere “Huruf-u Mukatta’a” denir. Bu harflerin müteşabihattan olduğunda ittifak vardır. Kur’an-ı Kerim’deki yirmi dokuz surede mukatta’a harfleri vardır. Bunların yirmi yedi tanesi Mekki, iki tanesi ise Medeni surede geçmektedir. Bazı müfessirler, bu harflerin tefsirlerinin yapılamayacağını belirtmiş, bazıları ise bunları tefsir etmeye çalışmışlardır. Biz burada bu ihtilaflara girecek değiliz. Ancak şunu hemen belirtelim ki, Kur’an-ı Kerim’in mesajının anlaşılması asıl olduğundan, mukatta’a harflerinin manalarının bilinmemesi O’nun mesajının doğru anlaşılmasına engel olmaz.

Bazı din istismarcıları, Kur’an-ı Kerim’deki mukatta’a harflerinin birtakım sayısal değerler içerdiğini iddia ederek batıl yollara sapmışlardır. Allah’ın ayetlerini kullanarak, kendileri için manevi makamlar ihdas eden bu istismarcılar tarihin her döneminde ortaya çıkabilmişlerdir. Gerek dünyada gerekse de ülkemizdeAllah’ın ayetlerini istismar ederek, kendilerini “evliyaullah” olarak tanıtan bu tip “din bezirganları”na rastlanmaktadır. Bu tiplerin tuzaklarından kurtulmanın tek yolu; Allah’ın kitabını okumak, anlamak ve O’nun hükümlerine uygun bir şekilde yaşamaktır.

15. Mecaz ne demektir? Kur’an-ı Kerim’de mecaz var mıdır?

Kelimelerin genel manalarda kullanılmasına “Hakikat” denilirken asıl anlamından başka bir manada kullanılmalarına da “Mecaz” denilmektedir. Yani Mecaz denildiğinde; kendi öz manasında kullanılmayıp benzetme yolu ile bir başka manada kullanılan söz anlaşılır. Mesela “Aslanlar geliyor” denildiğinde buradaki aslan mecazen kullanılmıştır. Burada gelenlerin aslanlar değil de insanlar olduğu bellidir. Ancak bir benzetmeden dolayı bu ifade kullanılmıştır. Örneğimizde; gelen insanların aslanlara benzetilmesi onların güçlerinin büyüklüğünü anlatmak içindir.

Kur’an-ı Kerim’de kullanılan kelimelerin büyük bir çoğunluğu hakiki manalarda kullanılırken, O’nun az sayıdaki ayetleri ise mecazi manalarda kullanılmıştır. İslam alimlerinin büyük bir çoğunluğunun kabul ettiği bu görüşü İbn-i Teymiye gibi bazı İslam alimleri de kabul etmemiştir. Biz, Kur’an’da mecaz’ın olduğunu söyleyen alimlerin görüşüne katılıyoruz. Mesela: ”Onların ticareti kazanmadı.” ayetinde kullanılan kazanç ve ticaret kelimeleri mecazdır. Kur’an’da az sayıdaki ayetin mecaz anlamında kullanılması O’nun mesajının sade vatandaş tarafından anlaşılamayacağı manasına gelmez. Çünkü, O’nun mesajını açıklayan ayetlerin tamamına yakını hakikat manasında kullanılmış muhkem ayetlerdir.

16. Kur’an’da müşkil ayetler var mıdır?

Müşkil; luğatta: Karmaşık ve çözümü zor, çelişkili, problem arzeden gibi manalara gelir. Kur’an-ı Kerim’de zıt ve çelişkili gibi görünen ayetlere “müşkil”; bu ayetleri te’lif etmeyi amaçlayan ilmede “Müşkilu’l Kur’an ilmi” adı verilmiştir. Bu ilim, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında zor ve çelişkili gibi görülen ayetleri konu alan ve bu alanda Kur’an’a getirilen itirazları cevaplayan bir ilimdir.

Kur’an-ı Kerim; kendisinde asla çelişki olmadığını açıkça belirtmektedir. Ancak O’nu okuyan okuyucu, zaman zaman O’nda çelişkilerin olduğu zannına kapılabilir. Aslında ilk bakışta çelişki gibi görünen bu durum iyice araştırıldığında çelişkinin Kur’an ayetlerinde değil de okuyucularda olduğu görülür. Genellikle, ayetler arasındaki münasebetlerin ve esbab-ı nüzulların göz ardı edilmesi yüzünden bu tür yanlış anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Kişilerden kaynaklanan yukarıdaki sebeplerden başka, birde Kur’an’ın dil ve anlatım özelliğinin bilinmemesinden kaynaklanan yanlış anlayışlar vardır. İlk okunduğunda manası çelişkili gibi gelen ayetlere dikkat edildiğinde; ayetlerin farklı zamanları, farklı konuyu ve farklı durumu açıkladıkları görülmektedir. Çelişkili gibi görünen bu durumlara, alimlerimiz açıklık getirmiş ve Kur’an bütünlüğü içerisinde olayları açıklamışlardır.

17. Kur’an-ı Kerim’de mensuh ayet var mıdır? Nasih-Mensuh bilmeden Kur’an anlaşılabilir mi?

Neshin Lugat manası: Bir şeyi ortadan kaldırmak ve yok etmek, nakletmek, aktarmak ve değiştirmek ve kopya etmektir. Neshin Istılah manası ise: Dini bir hükmün zaman bakımından sonra gelen, yine dini bir delil ile kaldırılmasıdır. Kendinden önceki hükmü kaldıran delile “nasıh” hükmü kaldırılan delile de “mensuh” adı verilir.

Nesh meselesi usul alimleri tarafından tartışılmış bir meseledir. Ulemanın bütününe yakını neshi kabul ederken, Mutezile alimi olan Ebu Müslim İsfehani neshin Kur’an’da olmasının imkansız olduğunu savunmuştur. Bizde araştırmalarımız sonucunda Kur’an’da hükmü kaldırıldığı halde metni bırakılmış olan mensuh ayet olmadığı sonucuna vardık. Konunun ayrıntılarına girmeden Kur’an’da nesh edilmiş ayet vardır diyenlerin delillerini ve bu delillerin tutarsızlığını göstermeye çalışalım. Kur’an’da Nesh-Mensuh vardır diyenler bu iddialarına“Eğer biz bir ayetin hükmünükaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini getiririz….”ayetini,“Bir ayeti başka bir ayetin yerine getirdiğimizde, onlar (Muhammed’e) “sen sadece uyduruyorsun” derler Hayır öyle değildir, ama onların çoğu bilmezler. “ayetini ve“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ümmül Kitab O’nun katındadır.”ayetini delil gösterirler. Bu görüşte olanların verdiği diğer deliller ise; sahabeden geldiği iddia edilen ancak merfu olmayan birkaç rivayet ve neshin olduğuna dair alimlerin icmaası olduğu iddiasıdır. Bize göre neshin olduğuna dair getirilen bu deliller neshin olduğunu ispat edecek deliller değildir.

a) Bu ayetlerde geçen “Ayet” Kur’an ayeti değildir müfessirler onu Kur’an ayeti sanmışlardır. Halbuki Kur’an’da Kur’an ayeti anlatılırken tekil olan ayet değil, çoğul olan ayetler kullanılmaktadır. Müfessirler, mezhebi kaygılarla ayet yazan yeri ayetin hükmünü diye tercüme ederek bu yanlış anlayışı pekiştirmişlerdir.

b) Neshe delil olarak getirilen ayetlerin bağlamlarına dikkat edilirse, oradaki neshetmenin peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan nesh teorisiyle uzaktan yakından hiçbir alakası olmadığı rahatlıkla görülecektir. Bu ayetler siyakları içerinde incelendiği zaman, neshedilen ayetlerin Kur’an ayetleri olmayıp, Kur’an’dan önceki ilahi şeraitler olduğu görülecektir.

c) Kur’an’ın falan ayeti falan ayetini nesh etmiştir diye alimlerin üzerinde ittifak ettiği bir tek sahih hadis bile yoktur. Hatta bırakın ittifak etmelerini delil olarak kullanabilecekleri bir tek sahih hadis bile yoktur. Halbuki Kur’an tamamlanana kadar böyle bir olgu olsaydı, Peygamberin bunu sahabeye aktarması, onlarında bize bu bilgileri aktarmaları gerekirdi. Neshedildiği konusunda ittifak edilen ve sahih hadisle de nesh edildiği ispatlanan bir tek ayetin olmaması “Neshin olduğu konusunda icmaa var” iddiasını zaten geçersiz kılmaktadır.

d)Neshin olacağını iddia edenler; “nesh temel akidelerde değil, sadece ahkam ayetlerinde olur.” Demişlerdir.Ancak bu kuralı söyleyenler neshin olabileceğine delil getirdikleri ayetlerin Medeni ayetler olduğuna pek dikkat etmemişler. Eğer dikkat etselerdi, Akide’nin ele alındığı Mekke döneminde, peygamber döneminden çok sonra ortaya çıkan “Nesh teorisini” destekleyecek hiçbir delilin olamayacağını zaten anlarlardı. Çünkü, onların mensuh olduğunu iddia ettikleri ayetlerin hemen hemen hepsi medeni ayetlerdir. Sonradan inecek olan Medeni ayetlerin nesh edileceğinin önceden inmiş Mekki ayetlerde anlatılmasının mümkünü var mıdır? Aynı şekilde Mekke’de inen bu ayetleri gaybı bilmeyen peygamberin ve sahabelerin “Nesh teorisi”ne uygun bir şekilde anlaması mümkün müdür?

e) Eski ve yeni alimlerin büyük bir çoğunluğu nesh-mensuh olayının olduğunu kabul etmesine rağmen neshedilen ayetler konusunda birbirinden oldukça farklı rakamlar telaffuz etmişlerdir. Bu alimlerin bir kısmının yorumla mensuh dediği ayete, bir başka alim yine yorumla mensuh değil diyebilmektedir. Bu yüzden böyle hassas bir konuda Allah’ın ayetlerinin geçersiz kılınması manasına gelen neshi savunmamalıyız. Çünkü, bir alimin ihtilaflı olan yorumuna göre Allah’ın ayetlerinin hükmünü geçersiz sayma Allah’a karşı büyük bir cürümdür. Ne alimlerin, ne de bizlerin böyle bir hakkı yoktur. Biz nesh edildiği iddia edilen ayetleri tedricilik ilkesini gözeterek anlamaya çalışmalıyız. Tedricilik ilkesini gözetmeksizin O’na yaklaşanlar, zaman içerisindeki birbirini tamamlayan ve belirli şartlarda uygulanan hükümlerin birbirinin hükmünü ortadan kaldırdığını zannetmişlerdir. Mesela içkinin dört aşamada yasaklanışı bize göre nüzul ortamında bir uygulama kolaylığı getirirken, diğerleri bu ayetlerin önce inenlerini yasağa giden bir basamak değil hükmü kaldırılmış ayetler olarak algılamışlardır. Halbuki, bunun nesh-mensuhla alakalı olmayıp, Kur’an’i bir eğitim metodu olduğu apaçık ortadadır.

Sorunun ikinci kısmına gelince; “nasih-mensuhu bilmeyen Kur’an’ı anlayamaz, yanlış anlar. Böylece hem kendisi sapar, hem de kendisine tabi olanları saptırır.” Şeklinde bir iddia vardır. Bu iddia tamamen saçma bir iddiadır. Bu iddiayı ortaya atanlar farkında olmadan Allah’ın mesajını anlamaktan insanları alıkoymuşlardır. Bilindiği gibi, Kur’an’da mensuh ayetler olduğunu iddia eden alimler, nesh edilen ayetlerin sayısında anlaşamamışlar. Varsayalım ki, nesh edilen 20-30 ayet var. Kişi bu ayetleri yanlış anlar diyerek altıbin küsür ayetin getireceği faydalardan uzak mı kalsın? Tarih içerisinde ortaya çıkan ve insanı Kur’an’dan uzaklaştırarak mezhepçiliğe mahkum eden bu anlayışın çürüklüğü ortadadır. Biz bu anlayışa tabi olup “sapıtırız” diyerek Kur’an okumaya korkanları, Kur’an’la tanıştırmalı ve O’nun insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir hidayet kitabı olduğunu kendilerine anlatmalıyız.

18. Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin tekrar edilmelerinin sebebi ve gayesi nedir?

Kur’an-ı Kerim’in içerisinde bazı ayetlerin tekrar edildiği bilinen bir gerçektir. Kur’an’da geçen bu tekrarlar özellikle Kur’an kıssalarında bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ayetlerin tekrar edilmesinin sebebi; tekrar edilen şeyin önemini ortaya koyup, onun üzerine dikkat çekmektir. Ayetlerin tekrar edilmesinin çeşitli gayelerini vardır. Bu gayeler; teşvik etmek, sakındırmak, rağbeti artırmak ve haberleri tey’id edip kuvvetlendirmek olarak sayılabilir. Ancak şunu hatırlatalım ki; birçok kez bizim tekrar sandığımız ayetler, aslında tekrar olmayıp farklı bağlamlarda farklı nüansı açıklamaktadırlar.

19. Kur’an- Kerim’de kıssalar var mıdır? Kıssaların Kur’an’da anlatılış gayeleri nedir?

Kıssalar hacim olarak yaklaşık Kur’an’ın yarısını oluştururlar. Bu yüzden onları anlamak oldukça önemlidir. Kıssa, Türkçe’deki hikayenin Arapça karşılığı sayılabilir. Ancak kıssa yerine hikaye tabirini kullanmamalıyız. Çünkü; hikaye vaki olmamış durumlar için kullanılırken, kıssa vaki olmuş olayları açıklamak için kullanılmaktadır.

Kur’an kıssalarının anlatılış gayelerinin başında, Kur’an’ın indiriliş maksatlarını gerçekleştirmek gelmektedir. Ayrıca bütün peygamberlerin İslam’ı tebliğ ettiklerini açıklamak, Peygamberin peygamberliğini ispatlamak ve muhatapların gerekli dersleri almalarını sağlamak gibi gayeleri de vardır. Kur’an kıssalarında; inanç, amel ve ahlaki alanlarda mü,min’e zarar verecek olan hal ve hareketler açıklanarak, onların bu tehlikelerden kendilerini korumaları sağlanır.

Ancak okuyucumuza şunu hatırlatmakta fayda görüyoruz. Yüce Allah’ın öğüt ve ibret almamız için indirmiş olduğu Kur’an kıssaları, birçok müfessirin elinde hikayelere dönüştürülmüştür. Bu müfessirler tabiun zamanında kültürümüze bulaşan israiliyatı ve uydurma haberleri bol bol nakletmiş ve okuyucuyu gereksiz ayrıntılarla uğraştırmışlardır. Biz kıssalarla ilgili Kur’an’da verilmeyen gereksiz ayrıntılara dalmamalı ve asıl olan mesajdan uzaklaşmamalıyız.

20. Kur’an’da icaz var mıdır?

Kur’an-ı Kerim; Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla, Hz Muhammed’e indirilen muciz bir kitaptır. Bu kitabın icazı karşısında en büyük şairler ve hatipler aciz kalmışlar ve asla benzerini getirememişlerdir. Hz Peygamber döneminde Arap edebiyatının ustası olan Arap şairlerinin bazıları O’nun ayetlerinin benzerini getireceklerini iddia etmiş ancak başarılı olamamışlardır. Sonunda O’nun ilahi bir kelam olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Günümüzde de Kur’an’ın çelişkiden uzak olan mucize metni karşısında bir çok müşteşrik teslim olmuş ve O’nun ilahi kitap olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.

21. Kur’an’da misaller niçin anlatılmıştır?

Kur’an-ı Kerim’de; anlatılmak istenenlerin muhatapların zihnine yaklaştırılması için çeşitli misaller açıklanmıştır. Bilindiği gibi, misaller verilerek soyut kavramlar somutlaştırılır ve muhatapların daha kolay anlamaları sağlanır. Eğitimde çok önemli bir yeri olan misallerle anlatım, Kur’an-ı Kerim’inde muhataplarını bilgilendirmek için sıkça kullandığı bir yöntemdir. Misaller, bir fikri pekiştirmek, öğüt vermek, teşvik etmek ve sakındırmak gibi maksatlarla yapılabilir. Kur’an-ı Kerim’de de bu sebeplerden dolayı misaller verilmiştir.

22. Surenin luğat ve ıstılah manası nedir?

Lugatta Sure; yüksek rütbe, şeref, güzel ve yüksek bina gibi manalara gelmektedir. Istılahta ise, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif kısım ve tabakaları teşkil eden, ayetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan Kur’an parçaları diye tarif edilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de 114 sure vardır. Bu surelerin en uzunu 286 ayet olan Bakara suresi, en kısa sure ise 3 ayet olan Kevser suresidir.

23. Kur’an-ı Kerim’deki Sureler isimlerini nereden almıştır?

Kur’an-ı Kerim’deki sureler isimlerini; kıssasını ihtiva ettikleri şahsiyetlerden, topluluklardan, konulardan, ilk kelimelerden, surenin ilk ayetinde geçen bir kelimeden veya başlarındaki Huruf-u Mukatta’alardan almış olabilir.

Kur’an-ı Kerim’de bazen bir sureye iki isim verildiği gibi, bazen de iki sureye bir isim verilmiştir. Mesela; Fatiha suresinin Fatiha, Ummu’l Kitap, El Esas…vb birçok isim verilmişken, Felak ve Nas surelerinin ikisine birden “Muavvizeteyn” adı verilmiştir.

24. Kur’an-ı Kerim’deki surelerin sıralaması tevkifi mi yoksa sahabenin içtihadıyla mıdır?

Surelerin tertibinin tevkifi mi, yoksa sahabenin içtihadıyla mı yapıldığı konusunda alimlerin çeşitli yorumları olmuştur. Bazıları farklı sahabe mushaflarını delil getirerek, tertibin sahabelerin içtihadı sonucu oluştuğunu söylerken, bazıları da “Hz Osman dönemindeki imam mushafla şimdikilerin sıralaması aynıdır.” Diyerek tevkifi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunlar, bunda şifahi bir emir olmasa da fiili bir tevkifilik söz konusu olmuş ve kimse de bu sıralamaya itiraz etmemiştir, demişlerdir. Bir üçüncü grupta “tevkifi olan bölümler olduğu gibi, içtihadi olan bölümleri de vardır.” demiştir. Sonuç olarak bu konuda tam bir fikir birliği yoktur. Biz bu görüşler içerisinden “surelerin tertibinin tevkifi olduğu” görüşünü tercih ediyoruz. Bununda sebebi; geçmişte ve günümüzde alimlerin büyük bir çoğunluğu bu görüşü tercih etmişlerdir. Yine Kur’an-ı Kerim üzerinde yapılan çalışmalar bu görüşü teyid edici sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.

25. Mekki sureler ve Medeni sureler denince ne anlaşılır?

Kur’an-ı Kerim bir kısmı Mekke’de bir kısmı da Medine’de olmak üzere yaklaşık 23 yıllık bir dönemde nazil olmuştur. O’nun Mekke’de nazil olan surelerine “Mekki sureler”, Medine’de nazil olan surelerine ise “Medeni sureler” adı verilmiştir. Ancak bu ayrım mutlak manada doğru denilemez. Çünkü; bir surenin bazı kısımları Mekke’de, bazı kısımları ise Medine’de nazil olmuş olabilir.Yani bir surenin tamamı Mekke’de veya Medine’de nazil olmamış olabilir. Bu yüzden Mekki sure dediklerimizin içerisinde Medeni ayetler veya Medeni sure dediklerimizin içerisinde Mekki ayetler olabilir bunu göz ardı etmemek gerekir. Yine, surelerin içerisindeki bazı ayetlere alimlerin bazıları Mekki derken bazıları Medeni diyebilmektedir. Alimlerin bu konularda farklı yorumlarının olması son derece doğaldır. Bu ihtilaflar Kur’an-ı Kerim’de fazlalık veya noksanlık şüphesi ortaya çıkarmayan, alimlerin rivayetleri değerlendirmede farklı kriterleri esas aldığından kaynaklanan ihtilaflardır.

26. Kur’an-ı Kerim’deki Mekki surelerin özellikleri nelerdir?

a) Secde ayeti ihtiva eden sureler

b) “Kella” kelimesi ihtiva eden sureler

c) “Ya eyyuhennesu” ihtiva edip içinde “Ya eyyuhellezine emenu” bulunmayan bütün sureler Yani içerisinde Ey insanlar hitabı olanlar Mekki Ey İman edenler hitabı bulunanlar ise Mekki değildir. (Hacc suresi 77. Ayet müstesna)

d) Enbiyanın ve geçmiş ümmetlerin kıssalarını ihtiva eden sureler (Bakara suresi hariç)

e) Adem ve İblis kıssasını ihtiva eden bütün sureler (Bakara suresi hariç)

f) Huruf-u Mukatta’a ile başlayan bütün sureler (Bakara ve A’li imran sureleri hariç)

27. Kur’an-ı Kerim’deki Mekki surelerin ihtiva ettikleri konular nelerdir?

Kur’an-ı Kerim’in Mekki surelerine baktığımızda, onlarda; geçmiş peygamber ve kavimlerden bahsedilerek fert ve toplumun helakine yol açan itikat ve amellere örneklerin verildiği görülür. Bu örnekler üzerinde insanları düşündürülerek, ıslah edilmeye çalışılır.

Bu surelerde; akide bozukluğunun olduğu putperest Mekke toplumundaki fertlerin, eski atalarından gelen bilgilere körü körüne bağlılıkları zemmedilmiş ve Allah’a yaklaştırsınlar diye kendilerine ibadet edilen putların asla onlara şefaatçi olamayacakları belirtilmiştir. Sonuç olarak, Mekki surelerde müşriklerin putperestliğine delillerle karşı çıkılarak Allah’a iman, Ahirete iman …vb akidevi konular üzerinde ısrarla durulmuştur.

28. Kur’an-ı Kerim’deki Medeni surelerin özellikleri nelerdir?

a) Cihad ahkamını açıklayan sureler

b) Şer’i had ve cezaları, miras paylarını, içtimai ve medeni kanunları devletler hukukuna ait bazı hükümleri ihtiva eden sureler.

c) Münafıklardan bahseden sureler(Ankebut suresi hariç)

d) Ehl-i kitap ile münakaşa ve onları sapıklıklarından dönmeye çağıran sureler ( Bakara ve Al’i imran sureleri gibi)

29. Kur’an-ı Kerim’deki Medeni surelerin ihtiva ettikleri konular nelerdir?

Medeni surelerde; daha çok ibadet, muamelat ve ukubat üzerinde duruluyor ve Toplum içindeki farklı görüşlere sahip grupların birbirleriyle münasebetlerini düzenleyen dini hükümler belirleniyor.

30. Kur’an-ı Kerim’deki bir surenin Mekki veya Medeni olduğunu bilmemizin faydaları nelerdir?

a) Mekki ve Medeni surelerin bilinmesi; İslam’ın teşri tarihinin bilinmesine, Kur’an’daki tedricilik esasının daha iyi kavranmasına olanak sağlar. Böylece O’nun ayetleri daha iyi anlaşılmış ve doğru bir şekilde tefsir edilmiş olur.

b) Kur’an-ı Kerim’deki farklı muhataplara yapılan farklı davet şekillerinden haberdar olmamıza yardımcı olur. Bizde bu örnekleri dikkate alarak muhataplarımızın farklılığına göre farklı davet metotları kullanırız. Ayrıca muhataplarımızı da daha iyi tanımış oluruz.

c) Siyer, İslam’ın doğru anlaşılması için mutlaka bilinmesi gerekli olan bir daldır. Ama ne yazık ki, kültürümüzde itibar edilen siyer kitapları birçok zayıf ve uydurma rivayetleri barındırmakta, bu sebeple de Müslümanlar arasındaki ihtilafı körüklemektedir. Bu kitapların içerisindeki rivayetler bazılarına göre tenkit edilmesi gereken uydurma bir rivayetken, diğerlerine göre aynı rivayet sahih bir hüccet olmaktadır. Fırkalar ve alimler arasındaki bu ihtilaflar hiçbir zaman bitmemiş ve bitmeyecektir. İşte Kur’an-ı Kerim’in Mekki ve Medeni surelerinin bilinmesi siyer kitaplarındaki tarihi açıdan tenkit edilmesi gerekli olan bu ihtilafları çözmemize yarar. Yine nüzul kronolojisi iyi bilindiğinden siyer kitaplarında sıkça rastlanılan uydurma rivayetleri de düzeltmemize yarar.

Kitabın tamamını dip notları ile birlikte indirmek için tıklayın.

Bu yazı Ali Umuç sitesinden alıntıdır.

 

Kuran-ı Kerim hakkında genel bilgiler” üzerine 12 yorum

  1. EDİBE CEREN Diyor: 01 May 2007 5:39 pm egüzel ve yararlı herkese lazım teşekkür ederim EDİBE CEREN mehmet Diyor: 03 May 2007 3:19 pm ekuran-i kerim’de zinanin cezasi nedir? Ali Aksoy Diyor: 03 May 2007 3:47 pm eMezhep dininde bir büyük uydurma: Recm (Taşlayarak öldürme) https://aliaksoy.wordpress.com/2007/04/02/mezhep-dininde-buyuk-uydurma-recm-taslayarak-oldurme/ Kuran’da Nesh ve Recm cezası https://aliaksoy.wordpress.com/2007/03/23/kuranda-nesh-ve-recm-cezasi/ tr_alfa Diyor: 06 May 2007 4:02 pm eEMPERYALİZM’İN KEŞİF KOLU: ORYANTALİZM Ubeydullah İMAMOĞLU “Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hristiyan adetlerini, hristiyan bayramlarını, hristiyan kültürünü, hristiyan ahlakını aşılayalım…”(1) “Müslümanların her şeyini tahrif ve mahvettik. Dinleri, inançları, ahlakları, dine bakışları ve insani duyguları mahvoldu. Onların manevi değerlerini, batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyet’ten uzaklaştırdık. İslamiyet’i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur’an-ı Kerim öğrenmeyi, suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu, tam olarak, hiçbir şeye inanmıyorlar…”(2) Yukarıdaki cümleler “Oryantalist” diye adlandırılan iki hristiyan ilim adamına ait. Günümüzdeki Müslümanların içine düştüğü durumu ne güzel özetlemekte… Bu cüretkâr ve iddialı cümleler oryantalistlerin düşünce yapıları ve hedefleri noktasında ipuçları içermekte. Günümüz Müslümanlarının, oldukça eski bir maziye sahip olan oryantalizm kavramını ve işlevini bilmemeleri ne acı bir gerçektir. Günümüz Batı ülkelerinde hâkim olan ve Batılı medya kuruluşları aracılığıyla bütün dünyaya ihraç edilen İslam ve Müslüman imajını, Oryantalizm’den bağımsız anlamak imkânsız derecesinde zor. İslam toplumlarını geri, ataerkil, irrasyonel, şehvet düşkünü, atıl, şiddet yanlısı, bedevi ve kaba kalabalıklar olarak sunan tasvir, roman, hikâye, şiir ve tarihi eserlerin çok büyük bir bölümü, Oryantalizm adı altında özetlediğimiz Batılı çalışmalara geri gider. Oryantalist yazarların yaklaşık bir buçuk asır önce ürettiği bu imajlar, bugün de canlılığını muhafaza ediyor. Üstelik bu tiplemeler sadece Batı toplumlarında değil, İslam ülkelerinde yerel kimliğini yitirmiş Avrupai aydınlar ve burjuva arasında da kayda değer bir etkiye sahip. “Emperyalizm’in Keşif Kolu: Oryantalizm” adlı bu yazı dizisinde oryantalizmin ne olduğunu, doğuş sebeplerini, meşhur simalarını ve oryantalistlerin İslam dünyasındaki etkilerini sizlere aktarmaya çalışacağız.(Çaba bizden, tevfik yüce Allah’tandır.) ORYANTALİZM NEDİR? DOĞUŞ SEBEPLERİ Oryantalizm; Müslüman doğu medeniyetinin (din, edebiyat, dil ve kültürü içine alacak şekilde) bütün unsurlarını inceleyerek İslam dünyası hakkında batılıların sistematik bir bilgiye sahip olmalarını sağlayan, İslam ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı uygarlığı lehine veriler elde etmeye çalışan bir akımdır. Oryantalizmin Arapça karşılığı “İstişrak”tır. İstişrak ile ilgilenen kişilere de Müsteşrik denilir.(3) Oldukça eski bir maziye sahip olan oryantalizm kavramını bir bütünlük içinde dünya kamuoyuna sunan Edward Said bu sistematiği tek bir cümle ile özetler; “Oryantalizm gerçek Doğuyu değil Şarkiyatçıların görmek istedikleri bir “Şark”ı aksettirir.” Oryantalizmin basit tanımı, Doğuyu anlama, Doğuya olan tecessüsü giderme çabasıdır. Said’e göre oryantalizm, Şark ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark hakkındaki kanaatleri onayından geçirir, Şark’ı tasvir eder, tedris eder, iskân eder, yönetir; kısacası ‘Doğu’ya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için’ Batı’nın bulduğu bir yoldur.(4) Yani oryantalizm bir sömürge doktrinidir. Aynı zamanda Batı, Doğu’dan güçlüdür ve ona tahakkümü öngören bir siyasi doktrin geliştirmek zorundadır. Batı güçlüdür ve Doğu’ya hükmetmek zorundadır. Bu hegemonik güç, sayesinde Batılılar Doğu’yu değiştirip dönüştürmekte. Yani Doğu’nun bütün modernleşme argümanları Batı’nın birer ürünüdür. Eğer Batı ile ittifak edecekseniz onların argümanları doğrultusunda hareket edeceksinizdir. Oryantalizmi bir tür “Doğu kültür ve medeniyetlerinin mühendisliği” olarak tanımlamak mümkündür. Başka deyişle oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur. Bir oryantalist bu durumu şöyle ifade eder: “Oryantalistlere güven duyulmamasının sebeplerinden biri ‘ne yaptıkları’dır. Milletleri araştırır, ne olduğunu, nasıl konuştuğunu, tarihini, dilini ve dinini, her şeyini öğrenir ve size anlatırlar. İnsanlara bu milletlerle ilgili konularda nasıl düşünmeleri gerektiğini salık verirler. O zaman bu, bir çeşit siyasî kontrol aracı olabilmektedir. Çünkü eğer siz bir toplumu bu kadar tanıyorsanız, bu bilginizi onları kontrol etmek ve onlardan bir şeyler kazanmak için kullanabilirsiniz. Bu tür şeyler oldu. Bu bir gerçektir.” Oryantalizmin gözlüğü modernizm olduğu ve modernizmin de hakim karakteri sekülarizm (bu-dünyacılık) olduğu için, İslâm’ı “Vahy’e dayalı din” olarak değil de, “tarihsel ve toplumsal bir fenomen” olarak görür. Gerçi pek çok oryantalist İslâm’ın olağanüstülüğünü vurgularsa da yine de salt beşeri bir fenomen olarak tanımlamaktan vazgeçmez. Batı’nın İslâm dünyası imajı ve İslâm alanındaki çalışmalarının tarihi bir geçmişi ve arka planı söz konusudur. Özellikle iki dünya, yani Batı ile Doğu arasında Orta Çağ’daki mücadelenin arkasından bir arada olma ve yeni bir yaklaşımın neticesinde düşman olarak görülen İslâm ve İslâm dünyası artık bir ortak, partner olarak görülmeye başlamıştır. Bu bağlamda zamanla objektiflik de gündeme gelmiştir. Bu süreçte oryantalizm karşımıza çıkmaktadır. İnsanlar başlangıçta sadece ideolojik amaçlarla dilleri araştırmaya ve materyal toplamaya başladılar. Orta Çağ İspanyası’nda Arapça araştırmalar, misyonerlik faaliyetinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla başlamıştı. Bu araştırmalar 1492’de Gırnata (Granada)’nın düşüşü ve sadece İspanyolca konuşan Morisko (Morisco) azınlığının hayatta kalmasıyla birlikte ilgi ve önemini kaybetti. Bunlar, senatonun Doğu kiliselerinin birleştirilmesi ile ilgilendiği Roma’da, genel olarak Sâmî araştırmaların bir parçası olarak sürdürüldü. Hümanizm, evrensel bir kültür ile birlikte aynı zamanda siyasî ve ekonomik çıkarlarını araştırırken, bu araştırmaları İslâmi çalışmalar şeklinde genişletti. Gerçekten özverili bir âlim olan Guillaume mistisizmine rağmen, inanca hizmet etme konusundaki gayreti ile, dillerin ve ayrıca insanların araştırılması sürecine ve aynı zamanda Doğu’da önemli bir yazmalar koleksiyonunun toplanmasına oldukça katkıda bulundu. Ansiklopedik bir şahsiyet olan öğrencisi Joseph Scaliger (1540–1609), oryantalizm alanında çalıştı ve misyonerlik çabasından vazgeçti. 1586’da Avrupa’da Arapça kitap basımı Toscana Kardinalı Grand Duke ve Ferdinand de’ Medici’nin tesis edip belirlediği matbaa çalışmalarını kullanmak zorundaydı. Şüphesiz açıkça ifade edilen amaç misyonerlik çabasına yardım etmekti. Ancak ta başından itibaren burası İbn-i Sina tıp ve felsefe kitapları ile dil bilgisi, coğrafya ve matematik kitaplarını bastı. 16. y.y.ın sonunda ve 17. y.y.ın başında Paris, Hollanda ve Almanya’da özellikle İbn-i Sina tıbbı hakkında daha iyi bilgi sahibi olma düşüncesiyle Arapça kitap basımına yeniden teşebbüs edilmek zorunda kalındı. Papalık ve pek çok Hıristiyan, kiliselerin birleştirilmesine önem verdiler ve Doğu Hıristiyanları ile bir ittifaka çabaladılar. Bu, onların dil ve (dinî) metinlerini araştırıp incelemek anlamına gelmekteydi. İngiltere, Fransa ve Birleşik Eyaletler daha çok Doğu ile ticaretleri ve siyasî projeleri ile ilgilendi. Artan seyahat kolaylığı ilim sahibi Marunileri Avrupa’ya ulaştırdı ve hatta Erpenius 1611’de Conflans’da bir Faslı tacir ile karşılaşmıştır. Protestanlar ile Katolikler arasındaki tartışmanın başlıca konularından birisi olan İncil tefsirleri de Doğu dilleri filoloji çalışmasına sevk etti. Osmanlı tehdidi, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve İslâm’ın daha yakından araştırılmasına yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu güç ve kudretini kaybettiğinden, araştırma daha ılımlı olarak sürdürülebildi. Avrupa’nın güç ve kültürünün inkişafı, Doğu idari çevrelerinin her zamankinden daha çok sayıda Avrupalı seyyah ile ilgilenmelerine sebep oldu. Bu seyyahlar, hâlihazırda sınırlı olan ve özellikle askerî ilimleri içeren pek çok faaliyet ile ilgili yararlı pratik bilgi ve usulleri getirmişlerdi. O dönemdeki bu tür daha yakın bağlar ve ilgiler ile bilimsel araştırma organizasyonuna yönelik genel eğilim, güzel bir şekilde örülmüş oryantalist ağının ortaya çıkışının sebebini açıklamaktadır. İlk Arapça kürsüsü 1539’da, bir aydın ve Rönesans ekolünün hayli tipik bir âlimi olan Guillaume Postel adına yeni tesis edilen College de France’da kuruldu. Gulliame Postel, yukarıda gördüğümüz gibi, ilk öncü yazmaları yayımlayan ve bunun ötesinde oryantalizm bilimindeki konumu zaten çok iyi olan Scalier gibi öğrencileri yetiştiren şahsiyettir. Kütüphanelerdeki el yazmaları koleksiyonları ilim adamlarına ciddî araştırmalar için gerekli olan materyali sağlamıştır. Kitap basımı ve özellikle başlangıcına işaret ettiğimiz Arapça basım, her bir ilim adamının çalışmasını diğerlerine ulaşılabilir hale getirmiştir. Mütehassıslar arka arkaya dil bilgileri, sözlükler ve metinlerin edisyonu gibi zorunlu araçları sağlamayı iş edinmiştir. Bu noktada iki Hollandalı hemen ilk sırada durmaktadır. Bunlar, ilk Arapça dil bilgisi kitabını ve doğru filolojik kurallara dayalı bir metnin ilk edisyonunu yayımlayan Thomas van Erpe (1584–1624) ve öğrencisi Jacob Golius (1596–1667)’dur. Diğer taraftan 1680’de Avusturya’da Fransız ressam Claude Lorrain’in yolunu izleyen bir şahsiyet olan Franz Meninski, muazzam Türkçe sözlüğünü neşretti. Oryantalizm çalışmaları kürsüleri oldukça çoğaldı. Paris artık tek başına değildi. Francis van Ravelingen veya Raphelengious (1539–1597), 1593 gibi erken bir dönemde Leiden’de Arapça öğretiyordu. VIII. Urban 1627’de Roma’da, aktif bir araştırma merkezi olan Propaganda Koleji’ni kurdu. Edward Pocock, 1638’de Oxford’da ilk Arapça kürsüsü başkanı idi. Rölativizm inancı, entelektüelleri ve bu inanca bağlı olanları âlimlerden önce etkiledi; fakat oluşturduğu ortam âlimlere yol açtı. Müslüman Doğu’ya karşı çok özel şahsî eğilimi olan kimseler, hiçbir engel olmadan çalışmalar yapabiliyorlardı. B. d’Herbelot (1625–1695), elde bulunan oldukça zengin materyal birikimini kullanarak İslâm Ansiklopedisi’nin ilk teşebbüsü olan (ve ölümünden sonra 1697’de Galland tarafından yayımlanan) Bibliotheque Orientale’i kaleme aldı. Galland, oldukça büyük tesiri olan Arabian Nights (1704–1717) kitabının çevirisini 18. y.y.ın başında yayımladığında, Doğu dünyası ile ilgili şeylerin tadılmasına kesinlikle yardımcı oldu. Bu çalışmalar bilimsel oryantalizmi ortaya çıkardı.5 Bilimsel oryantalizm denen dönemin, Sylvestre de Sacy’nin 1795’te Paris’te “Ezoles Bes Languages Oriantales”i kurması ile başladığı kabul edilir. Bu ilgi özellikle 19. yy’ın ilk yarısıyla 20. yy’ın ilk yıllarında zirvesine ulaştı. Bu dönemlerde, Belçikalı, Hollandalı, İspanyalı, Fransız, İngiliz ve Amerikalı misyonerlerin hepsi çalışmalar yaptı. S. Zvemer, H. Lamnens, D. B. Mac Donald, M. A. Palacious, C. De Faucault, M. Watt, Ignaz Goldziher, K. Cragg, Louis Massignon gibi isimler çalışmalarını yayınladı. İslam konusundaki şüpheler ortaya atıp, onu ikincil bir konuma düşürmeye çalıştılar. Oryantalistlerin milletlerarası ilk konferansı 1873 yılında Paris’te yapıldı. Bu tarihten sonra bu tür konferanslar birbirini takip etti ve kısa zamanda sayıları otuzu geçti. Buna ilaveten her devlete bölgesel seminer ve paneller düzenlendi. Mesela Almanya’nın Dresden şehrinde ilk defa 1849 yılında toplanan ve bu tarihten sonra periyodik şekilde devam eden Alman Oryantalistler(Müsteşrikler) Konferansı bunlardan biridir. Bu gibi konferanslarda yüzlerce oryantalist ilim adamı hazır bulunmuştur. Mesela ,Oxford konferansında 25 ülkedeki 80 üniversiteden ve 69 ilim cemiyetinden dokuz yüz ilim adamı hazır bulunmuştur.6 Oryantalist çıkarlarla ticari çıkarlar 17. yy. sırasında çakışmaya başladı. İngiltere, Fransa, Almanya, Portekiz, Hollanda ve İspanyalı kişiler Müslüman ve gayrimüslim topraklarda ticarî şirketler kurmaya başladılar. Müslüman ülkeler ana ilgi odağını oluşturuyordu. Çünkü Hindistan’ın büyük bölümü Moğol, Ortadoğu ise Osmanlı yönetimi altındaydı. Avrupalı ticaret şirketlerinin siyasî boyutlar kazanması için uzun zaman geçmesi gerekmedi. Bu bölgelerdeki kullanılmamış hammaddelerin talan edilmesi işi, tekelleştirme ve kârın devamlılığı için siyasî kontrolü gerekli kılıyordu. Özellikle 19. asrın ortasından itibaren İslam dünyasının maruz kaldığı işgallerin Avrupa’nın Şarka olan bakış açısını belirlemede büyük rolü oldu. Sömürgecilik, müsteşriklik kültüründen istifade etti. Diğer taraftan Garbın Şark üzerindeki hakimiyeti, müsteşrikliğin durumunu güçlendirmiş, böylece oryantalizm (müsteşriklik), Avrupa’nın Şark yayılmacılığı ile doğru orantılı olarak müessese ve muhteva bakımından büyük ilerlemeler kaydetmiştir. 19. asır, Batılı sömürgecilerin, İslam dünyasının geniş bir bölümünü istila etmesine şahit oldu. 1857’de İngilizler, siyasî olarak Hindistan’ı istila ettiler. Böylece Hindistan, resmen İngiliz Kraliyeti’nin tebaiyetine girdi. Aslında 1857 yılından itibaren zaten Hindistan Şark şirketinin nüfuzu altına girmişti. 1857 yılında Fransızlar, 1830’dan beri istila etmeye başladıkları Cezayir’i bütünüyle ele geçirdiler. Hollanda bundan önce yani 17. asrın başlarında Hollanda–Hind şirketi yoluyla Doğu Hind adalarını (Endonezya) istila etmişti. 1881 yılından sonra, Mısır ve Tunus istila edildi. Sömürgeciler, İslam dünyasını parça parça koparıp kendi hâkimiyetleri altına almaya başladılar. Nihayet İslam dünyasını, doğudan batıya çember altına almaya muvaffak oldular. Birinci Dünya Harbi’nden sonra, hemen hemen İslam dünyasının tamamı, Garb sömürgesinin nüfuzuna boyun eğmiş oldu. Sömürgecilik, kendi maksadına hizmet ettirmek, hedeflerini gerçekleştirip, Müslüman ülkelerde hâkimiyetini sağlamlaştırmak için bir grup müsteşriki kullanmayı başardı. Böylece müsteşriklikle sömürgecilik arasında resmî ve sağlam bir bağ oluştu. İlimlerini, Müslümanların zelil kılınmasına adayan birçok müsteşrik, bu cereyana kendisini kaptırdı. Bu durum, insaflı müsteşriklerin karşısında utanç duydukları bir husus oldu. Bu konuda çağdaş Alman müsteşrik Stephan Wild, şunları söylüyor: “Bundan daha çirkini kendilerine müsteşrik adını veren bir grup, İslamiyet ve İslam tarihi hakkındaki bilgilerini, İslam’ın ve Müslümanların zayıflatılması yolunda kullandılar. Bu, misyonlarına samimiyetle bağlı müsteşriklerin bütün açıklığıyla itiraf etmeleri gereken acı bir gerçektir”. Müsteşriklikle sömürgecilik arasındaki irtibatın çok sayıda misalleri vardır. Biz sadece Almanca İslam Dergisi’nin kurucusu ve Afrika’da Almanya’nın sömürgeci emellerine hizmet eden, araştırmalar yapan Karl Heinrich Becker’i örnek veriyoruz. (Ö. 1933). Almanya 1885–1886 yıllarında sâkinleri kısmen Müslüman olan bazı Afrika ülkelerini sömürgeleştirdiler. Bu ülkeler 1918 yılına kadar Almanya’nın hâkimiyeti altında kaldı. Bu gaye ile 1887 yılında, bir Şark Dilleri Enstitüsü kuruldu. Bu enstitünün görevi, o zamanki Şark ve Uzakdoğu ülkeleri ve bu ülkelerin millet ve kültürleri hakkında bilgi elde etmek şeklinde özetlenebilir. Alman müsteşrik Ulrich Harmann, bu konuda şöyle der: “1919’dan önce âlem–i İslam hakkındaki Alman araştırmaları daha az masum ve iyi niyetliydi. Bizim büyük müsteşriklerimizden birisi olan Karl Heinrich Becker, siyasî faaliyetlere dalmış bulunmaktaydı. Öyle ki, 1914 yılında Afrika’da İslamiyet’in İngilizlere karşı bir siyasî zırh olarak kullanılma planlarının ateşli bir taraftarı olmuştu.” Rusça olarak yayınlanan Âlem–i İslam (Mir İslama) dergisinin kurucusu Barthold’a (Ö. 1930) gelince, bu zâtın da Rus hükümetine yaptığı ve Orta Asya’da Rusya’nın çıkarlarına hizmet eden teklifleri gerçekleştirildi. İslamiyat sahasında Hollandalı meşhur Snouck Hurgronje (Ö. 1936) sömürgecilik hizmetinde çalışmak için hazırlanmak uğrunda 1885 yılında Mekke’ye bir Müslüman ismi olan Abdulgaffar adını takınarak gitmiş ve burada bir buçuk sene kalmıştır. Arapça’yı bir Arap gibi konuşabilmesi de bu faaliyetlerinde kendisine yardımcı olmuştur. Bu müsteşrik, Doğu Hindistan’ın Hollanda hâkimiyetinde bulunan bölgelerinde kültürel ve sömürgeci siyasetlerin oluşmasında mühim roller oynamıştır. Fransa’da Kuzey Afrika işlerinden sorumlu Sömürgeler Bakanlığı’na bağlı müsteşar olarak çalışan bir çok müsteşrik vardır. Misal olarak Sacy’yi verebiliriz. Bu zat 1805 tarihinden itibaren Fransa Dışişleri Bakanlığı’ndaki “müsteşrik” makamını işgal etmiştir. 1830’da Fransızlar Cezayir’i işgal edince Cezayirlilere hitaben yayınlanan bildirileri tercüme eden zâttır. Şark ile ilgili meselelerde, dışişleri bakanlığı tarafından düzenli olarak savunma bakanlığı tarafından da özel durumlarda kendisine danışılıyordu. Yakın bir zamana kadar Massignon, Fransız Sömürgeler Dairesi’nde İslamî konular müsteşarı olarak bulunuyordu. Fransız müsteşrik Hanotaux (Ö. 1944) da, “Şüphesiz bugün İslam ve Müslümanlık problemi ile karşı karşıya kaldık” isimli makalesinde Müslüman Afrika sömürgelerindeki Fransız siyasetini yönlendirmeye dair tekliflerini ve kolay idare edilmeleri için Müslümanların inançlarını zayıflatma konusunda bu tekliflerin güttüğü hedefleri açıklıyor. Oryantalizmin disiplin olarak belirdiği zamanlarda emperyalizmin de boy göstermiş olması dikkat çekicidir. Bu da oryantalizmin, emperyalizmin ihtiyacı olan bilgi desteğini sağladığını gösterir. Bunun çarpıcı örneklerinden birisi de, Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında pek çok bilim adamını da yanında götürüp, Mısır hakkında 23 ciltlik kitap yazdırmasıdır.(7) Bu bağlamda oryantalizmin bir toplum ve kültür mühendisliği olduğu söylenebilir. Başka deyişle oryantalistler, Müslüman halkları Batı uygarlığının çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu. Burada şunu da belirtelim: Bazı oryantalistler iyi niyetli olsa bile, onların emperyalizmin keşif kolu olarak kullanılmasına engel ol(a)maz. Örneğin ünlü oryantalist Louis Massignon, Fransız Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmış, sonra da Fas’taki Fransız sömürge yönetiminde görev almıştır. Oryantalizm(istişrak) , yaptığı çalışmalarla misyonerlere malzeme hazırlamış, onların İslam ülkelerinde girişecekleri faaliyetlerde yardımcı olmuştur.Batılıları şarkiyatçılığa teşvik eden bazı önemli faktörler vardır: 1-Dinî Sebepler: Oryantalizmin kuruluşunun arkasında duran ve uzun zaman boyunca hiç ayrılmadığı dinî hedefleri şu şekilde sıralanabilir: a)Hz.Muhammed (s.a.v.)’in risaletinin doğruluğu hakkında şüphe uyandırmak ve hadislerin Müslümanlar tarafından ilk üç asırda uydurulan sözler olduğunu iddia etmektir. b)Kur’an-ı Kerim’in yüce Allah kelamı olduğu hakkında şüphe uyandırmak ve Kur’an’ı kötülemek. c)İslam fıkhının değerini küçük göstermek, İslam fıkhının Roma hukukundan alınma olduğunu ileri sürerek bunu pekiştirmek. d)Arapça’yı küçük düşürüp, anlaşılmaz olduğunu iddia etmek. e)İslam’ın, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarına dayandıklarını ileri sürmek. f)Misyonerlikle Müslümanları, Hıristiyanlaştırmak. g)Zayıf haberlere ve uydurma hadislere dayanarak görüş ve teorilerine güç kazandırmak.(8) 2-Siyasî Sebepler: Başta dinî sebeplerle gelişen Oryantalizm, zamanla siyasi bir hüviyet kazanmış ve şu siyasî hedefleri gözetmiştir: a)Müslümanların yaşadıkları ülkeleri sömürge haline getirebilmek; buraları en iyi şekilde(!)idare edebilmek için de kolonilerdeki memurlarını yerli halkın dillerini, edebiyatlarını ve dinlerini öğrenmeye teşvik etmek. b)Müslümanlar arasındaki kardeşlik ruhunu zayıflatıp, onları birbirinden ayırmak suretiyle zayıf düşürmek, böylece Batının üstünlüğünü ve hükmünü onlara kabul ettirmek. c)Yerli şivelere önem vermek ve yaygın adetleri etüd etmek. 3-Ticarî Sebepler: Özellikle Batıda, sanayi devriminden sonra yatırımlar yapmak isteyen ve ürünlerini pazarlamak isteyen Batılı büyük şirketler, İslam ülkelerini tanımak için, bu ülkeler hakkında rapor yazan araştırmacılara yüklü miktarda para vermişlerdir. Bu da oryantalistlerin çalışmalarını arttırmıştır. 4-İlmî Sebepler: Oryantalistlerin çok az bir kısmı sadece gerçeği öğrenmek; Doğu kavimlerinin medeniyetlerini, dinlerini, kültürlerini ve dillerini öğrenmek için araştırma ve tedkike yönelmiştir. Bu nevi oryantalistler, kasden iftira ve tahrif yapmadıklarından İslam’ı anlamakta başkalarına nazaran daha az hataya düşmüşlerdir.(9)Bunlardan bazıları İslam’ın gerçeklerini anlayıp Müslüman olmuşlardır. Mesela; Fransız asıllı Diniye adlı oryantalist, yaptığı araştırmalar neticesinde Müslümanlığı seçmiştir. Bir de şu hususu belirtmek gerekir ki, müsteşrikler İslamî ilimlerin her bir dalında, alanın temel kaynakları ile ilgili tenkitli veya tenkitsiz ana kaynakları neşretmişlerdir. İlk olarak Hollandalı müsteşrik Juynboll tarafından neşredilen ve İslam vergi hukukunun en kadim kaynaklarından birisi olan Yahya b. Âdem’in Kitâbu’l-Harac’ını 30 küsur yıl sonra neşreden Ahmed Muhammed Şâkir, bu esere yazdığı mukaddimede şunları söylemektedir:”Selef-i salihin’imizin eserlerine keşke biz sahip çıksaydık. Zira bu eserlerden istifade etmenin yolunu bize açan ve o defineleri önümüze seren onlardır. Hiçbir kıymetli kitap yoktur ki, daha önce Avrupalı Şarkiyat âlimleri tarafından neşredilmiş olmasın. Bizler ise uyuyoruz ve elimizin altındaki hazinelerden habersiziz…”(10) Ana hatlarıyla açıkladığımız bu faktörlere daha başkaları da eklenebilir. Şimdi de yaptığı çalışmalarla meşhur olan bazı oryantalistleri tanıyalım: İ. Goldziher Macar asıllı koyu bir Yahudi’dir. İslam Ansiklopedisi yazarlarındandır. Sâmi dilleri üzerine çalıştı. Tevrat, Talmud dersleri ve Yahudilik şuuru aldığı hocası Treudenberg’in gözetiminde 1833’de “Yahudiliğin Kur’an Üzerindeki Etkisi” konulu doktora tezini hazırladı. Suriye’ye gönderildi. Orada Tahir el-Cezairi ile beraber oldu. Mısır’a gitti. El-Ezher Üniversitesi’nde eğitim gördü. Muhammed Abduh’tan dersler aldı. “Tefsir Ekolleri” ve “İslam’da Akide ve Şeriat” isimli eserleri meşhurdur. Tezini “Kur’an-ı Kerim’in vahiy mahsulü olmadığı” fikrine bina etmiştir. Kur’an’a hermenötik metodlar uygulamış, İncil ve Tevrat’ın da hak kitaplar olduğunu ispata çalışmıştır. Vahyi tartışmaya açmak, İslam’ın temel itikadî esaslarının zedelenmesine zemin hazırlayacak, bu vesileyle İslam aleminin birliği daha kolay bozulacaktı. Goldziher yaşadığı dönemdeki faaliyetleri ile bu fonksiyonu icra etmiştir.(11) Ernest Renan Saint Sulpice Koleji’nde İbranice öğrendi. 7 yıl süreyle bir papaz okulunda eğitim gördü. 1845’de papazlıktan ayrıldı. Alman düşüncesinden etkilenerek Katolik inancından koptu. İnsanlığı ilgilendiren büyük meselelerin ancak liberal bir bilim yoluyla çözümlenebileceğini ispat için “Bilimin Geleceği” adlı eseri yazdı. 1850’de Bibliothegue Nationale’deki Süryanice el yazmalarını sınıflandırmakla görevlendirildi. 1852’de “İbn-i Rüşd ve İbn Rüşdçülük” teziyle doktorasını verdi. 1860’da Suriye’ye gitti. 1862’de College de France’ın İbranice kürsüsüne getirildi. 1864’de Mısır, Anadolu ve Yunanistan’a gitti. Hayatının son yıllarında Origines isimli eserini (İsrail Milletinin Tarihi) ile tamamlamaya çalıştı. 1892′’e öldü. E. Renan “İslamiyet ve Bilgi” adlı bir konferans da vermiştir. Burada İslam’ın gelişmeyi ve ilerlemeyi yok eden ve bilime engel olan bir din olduğunu ileri sürdü. Renan’ın bu çarpık fikirlerine, Namık Kemal “Renan Müdafaanamesi” adlı eserinde karşı çıkmıştır. Namık Kemal eserinde Renan’ı şöyle tanıtıyor: “Engizisyonun kötülüklerini tenkit ede ede, her fenalığı dine bağlayan ve her dini aynı meziyette vehmeden bir münkir. Üstelik ele aldığı konuyu hiç de bilmemektedir. Nasıl olur denilebilir, bir Şark dilleri mütehassısı, bir akademi azası İslam’ı nasıl bilmez? Bilmez, Avrupalı Şark’ı bilmez”Namık Kemal bu eserinde Renan ve başka Avrupalı oryantalistlerin İslam dinini yanlış değerlendirdiklerini örneklerle açıklamıştır. Renan’ın tezi akılla nakili çatıştırmaktı. Renan’ın düşüncesine göre, nakil karşısında akıl tek hüküm koyucudur. Dolayısıyla akıl, naklin yani vahyin üstündedir. E. Renan İslam dünyasında bu görüşü hâkim kılmak için çalışmıştır. L. Massignon Fransız asıllı bir Katolik misyoneridir. Aynı zamanda da misyoner cemiyetlerinin ruhanî lideridir. Mısır ve Şam ilim akademilerinin üyeliklerinde bulundu. Goldziher ile yakın temasları oldu. Araştırmalarını tasavvuf üzerinde yaygınlaştırdı. Bağdat’a gitti, Kahire’ye yerleşti. 1909’dan itibaren El Ezher’de, bir Ezherli kıyafetiyle derslere girdi. Hicaz, Kudüs, Halep, Şam ve İstanbul turları yaptı. 1922’de kendisine doktora unvanı verildi. İslam’da Sufi Şehid Hallac adlı eseri vardır. Christian Snauch Hurgrange Hollandalı bir müsteşriktir. ‘Mekke’de Hac Mevsimi’ tezi üzerine doktora yaptı. Çalışmasında haccın cahiliye döneminden kalma bir âdet olduğu iddiasını işledi. 1884’de Cidde’ye gitti. Mekke’ye girebilmek için bir süre bekledi. Ardından Abdulgaffar sahte adıyla Mekke’ye casus olarak girdi. Bir müddet Cava’da ikamet etti. 1912’de “Kur’an’daki İbrahim” adlı eseriyle gerçeğe uymayan pek çok iddiada bulundu. Macar müsteşrik Goldziher ile temaslarda bulundu. Hurgrange misali bize yeni bir münakaşa imiş gibi takdim edilen Hac ve Kurban tartışmalarının çıkış noktasının müsteşrik kaynaklı olduğu hakikatini açıkça göstermektedir. İslam akaidini çökertmek gayesiyle faaliyet gösteren bu müsteşriklerin sayısı pek çoktur. Yukarıda ismini ve kısaca faaliyetlerini zikrettiklerimizin haricinde G. Von Grunebaum, P. Hitti, S. Wensink, P. Casanova,R.A. Nichkolson, H.Lammans bunlardan bazılarıdır. Bu şahıslar farklı konuları ele alıp, farklı sahalarda araştırmalarını yürütmüşler ve her biri kendi alanında İslam inancına zıt ve çarpık bir takım tezler geliştirerek İslam dini hakkında şüpheler uyandırmak istemişlerdir. Adı geçen bütün müsteşrikler-oryantalistler hep bu gayeye hizmet için araştırma yapmışlar, hadis müessesesine, İslam tarihine, akıl-vahiy münasebeti gibi konulara hep bu maksatla ele almışlardır. ORYANTALİSTLERİN FİKİR VE ÇALIŞMALARININ İSLAM DÜNYASINA ETKİLERİ Oryantalistlerin yukarıda değinmeye çalıştığımız bu tehlikeli ve hakikat dışı fikirleri fazla zaman geçmeden Mısır ve diğer İslam ülkelerine yayıldı. Özellikle sömürgecilerin kontrol ve işgali altındaki Mısır, bu tür fikir ve düşüncelerin merkezi haline geldi. Dikkat edilirse yukarda kısaca tanıttığımız Oryantalist/Müsteşrik’lerin hemen hepsi El-Ezher’de eğitim görmüş veya burada doktorasını vermiştir. Zira o dönemin İslam ilimlerinin eğitim merkezi El-Ezher idi. Bu sebeple buraya yönelmişlerdir. Hepsinin maksadı aynıdır. Ortadoğu ve Hicaz Bölgesi’nde mevcut İslam inancına uymayan bâtıl bir itikat geliştirmek suretiyle buraları Osmanlı’dan koparmak ve Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden çıkan bu toprakları başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin birer sömürgesi haline getirebilmek. Fazla zaman geçmeden müsteşriklerin bu haince ve gayri ma’kul fikirleri kendilerine modernist diyebileceğimiz Cemaleddin Efgani (12), Muhammed Abduh(13) , Reşid Rıza(14), Seyyid Ahmed Han, Ali Abdurrazık, Kasım Emin tarafından savunulmaya başlandı. Mısır’da başlayan bu tartışmalar ve fikri karışıklıklar başta Pakistan ve Hindistan olmak üzere bütün İslam âlemine yayıldı. Tanzimatla belirginleşen Batılılaşma sürecinde, modernizm sandığımızdan çok daha fazlasıyla içselleşti. Modernizm sadece zihinlerimizde değil elbette, çevremiz de önemli ölçüde modernizm tarafından biçimlendirilmiş durumda. Hem çevresi hem de zihni modernlikle biçimlenen aydınların (adlarının da ilhamlarının da Aydınlanma Felsefesi’nden geldiğini de hatırlayalım) İslam’ın oryantalist yorumunu akıllarına daha uygun görmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle modernist/reformist ilahiyatçılar, oryantalistlerle/düşmanla işbirliği yaparak kendi tarihine ve geleneğine savaş açmışlardır. Müslümanların modernizm ile yüzleşmelerinden itibaren özellikle Mısır’da Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh ile Hindistan’da Seyyid Ahmed Han örneklerinde olduğu gibi İslam’ın tarih içinde oluşturduğu geleneğin sorgulanması bahanesiyle Âlemlere Rahmet Hazret–i Muhammed (sav)’in sünneti tartışma konusu edilmeye başlandı. Efgani, Abduh ve Ahmed Han’ın projeleri “İslam ile Modern Uygarlık arasında nasıl bir sentez yapabiliriz?” sorusunu eksen alıyordu. Daha açıkçası Efgani, Abduh ve Ahmed Han modernizmi neredeyse tartışmasız bir veri olarak alıyorlar, İslam’ı modernizme uygun olarak nasıl yorumlayacaklarının hesabını yapıyorlardı. Modernizm’i eksen aldığı için bu akıma “İslam Modernizmi” ya da “Modern İslam” deniyorsa da biz “Modernist ve reformist ilahiyat çizgisi” adını daha uygun görüyoruz. (15) Modernist ve reformist ilahiyatçılar, yorum alanlarını genişletmek amacıyla öncelikle sünnetin dindeki işlevini ve bağlayıcılığını tartışmalar başladılar. Güya usûl–u hadis, usûl–u fıkıh ve usûl–u tefsirde sünnetin rivayet, metin ve yorum açısından kritiği yapılmamış gibi. Ancak mütevatir hadislerin dışında kalan sünneti göz ardı eden bu ilk kuşağı şimdi “Kur’an” hakkında benzer tartışmalara kalkışan yeni kuşak modernist ve reformist ilahiyatçılar almış durumda. Daha açıkçası modernist ve reformist ilahiyatçılar artık açıkça Kur’an’ın bağlayıcılığını tartışmaktalar. Hatta bazıları bir vahiy olarak Hazret–i Kur’an’ın sıhhatı hakkında bile çeşitli kuşkular ileri sürmekte. İlginçtir, “Din”de taklidi hararetle eleştiren modernist ve reformist ilahiyatçılar oryantalistlere öykünüyorlar. Modernist ve reformist ilahiyatçıların savunduğu temel görüşlerin daha önceden oryantalistler tarafından savunulmuş olması bu öykünmenin yeterli bir kanıtı olsa gerek. Oryantalistlerin çoğunun İslam’ı incelerken izledikleri yaklaşım “tarihsellik”(16) yöntem ise “hermenötik”tir. Modernist ve reformist ilahiyat çizgisinin popüler önderi Fazlu’r–Rahman da “İslam” isimli yapıtında Hazret–i Kur’an’ı incelerken yaklaşım olarak “tarihselliğin” yöntem olarak ise “hermenötiğin” izlenmesinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez olduğunu vurgular. Ve üstadı oryantalistlerin izini sürerek Hazreti Kur’an’ı salt bir tarihsel bir metin olarak ele almaya ve “Betti”nin hermönetiğini Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışır. Tarihî ve edebî tenkit ile ilgili disiplinler XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin ürünüdür. T. Nöldeke’nin 1860’da yayınladığı “Kur’an Tarihi” buna dayalıdır. Nöldeke’nin çalışması Batı’da Kur’an konusunda en itibarlı eser olarak kabul edilmiştir. Goldziher, hermenötiği Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışan öncü oryantalistlerdendir.Yukarıda belirttiğimiz gibi bizde de Fazlu’r–Rahman aynı şeyi önermektedir. Aslında oryantalistlerin ve Fazlu’r–Rahman gibi modernist ilahiyatçılarımızın yaptığı, XVIII ve XIX. yüzyılda tahrifata uğramış Kitab–ı Mukaddes’e uygulanan tenkid yöntemini Kur’an’a uygulamaya kalkmaktır. İlginçtir buradan hareket eden Fazlu’r–Rahman, Salman Rüşdi ve Dinler arası diyaloğun mimarlarından Watt gibi(17) “şeytan ayetleri iftirasını” savunmaktadır. Watt, “Muhammed Mekke”de adlı eserinde de bu hezeyanı genişçe işler. Watt’ı böyle düşünmesine şaşmamak gerek. Watt’ın bu görüşünün arka planında bize göre iki temel nedenden söz edebilir: ilki Watt’ın bir oryantalist olarak İslam’a olan garazı. İkincisi ise genel olarak Hıristiyanlıktaki özel olarak protestanlıktaki peygamberlik ve vahiy anlayışını İslam’a giydirmeye çalışması. (18) Oryantalistlerin İslam dünyasını da derinden etkileyen görüşlerinin Müslüman kimlikli görünen kişilerdeki izdüşümü bizleri hayrete düşürmektedir. G. Von Grunebaum, P. Hitti, S. Wensink, P. Casanova, R.A. Nichkolson, H.Lammans, İ. Goldziher, J.Schacht gibi oryantalist/müsteşrik’lerin ilmî(!) fikirleri çok geçmeden aynı lafız ve vurgulamalarla, yaşadıkları coğrafyalarda büyük âlim diye addedilen Taha Hüseyin, Muhammed Abduh, Mahmud Ebu Reyye, Ali Abdurrazık, Fazlurrahman, Ahmet Emin, M.Hüseyin Heykel, Y.Nuri Öztürk, Seyyid Ahmed Han, Ahmet Akbulut gibi kişilerce savunulmaya başlanmıştır. Biz yazı dizisinin bu bölümünde müşahhas örnekler vererek, bakalım oryantalistler neleri iddia etmişler, bunun İslam dünyasındaki izdüşümü ne olmuş konusuna açıklık getirmeye çalışacağız: 1-) Kur’an-ı Kerim’in beşeriliği iddiası: Oryantalistlere göre Kur’an , Hz. Muhammed’in Arabistan’da yaşadığı hayatın etkisi altında yazdığı bir kitaptır.”Müsteşriklerin Şeyhi” ünvanlı İ. Goldziher, Kur’anın Hz.Peygamber’in Yahudilik ve Hristiyanlık’tan rastgele derlediği bazı dökümanların yanı sıra olup biten olaylara karşı tavrını gösteren tarihi bir malzeme olduğunu, Kur’anın Hz.Peygamber döneminde tamamlanmadığını, daha sonraki nesillerin tamamladığını iddia etmiştir.(19) Yine bu konuda meşhur oryantalist H.R.Gibb şunları söylemektedir:”Muhammed yaratıcı her şahsiyet gibi bir taraftan kendisini kuşatan dış çevrenin şartlarından etkilenirken, bir taraftan da toplumda o gün yaşayan ve egemen olan inanç ve düşünceler arasında yeni bir yol açmıştır..Başlangıçta Muhammed de yeni bir dine davetin sahibi olduğunu bilmiyordu.Belki Mekke halkının O’na olan muhalefeti ve devam eden düşmanlıkları Muhammed’i yeni bir din ilan etmeye götürmüştür..Kur’an, Araplar için tamamen yeni bir şey değildir.İçindeki ahiret inancı, cennet ve cehennemle ilgili ayrıntılarda tamamen Süryani Hıristiyanlığından alınmıştır…Muhammed’in kitabı da Mekke’deki hayatın bir yansıması yahut ifadesidir…”(20) Mısırlı Müslüman(!) yazar Taha Hüseyin de “Eş-Şi’rul –Cahili” adlı eserinde aşağı yukarı aynı fikirleri savunmuş, Hz.Muhammedin yaşadığı dönemden etkilenerek çözümler sunduğunu iddia etmiştir. Taha Hüseyin’e göre de Kur’an Araplar için yeni bir şey değildir. Zaten Araplar o dönemde de kültür ve medeniyette ileri seviyededir. (21) Kur’an-ı Kerim’in beşeriliği iddiası, İslam dünyasında tutmayacağı için oryantalistlerin peşinde giden İslam modernistleri, daha ziyade Kur’an-ı Kerim’in tarihselliği(!) üzerinde durmuşlar, Kur’an ayetlerini hermönotik, yorumsama vb. yöntemlerle devre dışı bırakmaya çabalamışlardır. Nitekim Fazlurrahman, Kur’an’ın ahlâki denebilecek değerlerinin evrensel; siyaset, hukuk, ekonomi vs. gibi konulardaki hükümlerinin ise tarihsel olduğunu, o dönem Araplarına has olduğunu iddia etmiştir. Bakınız Fazlurrahman neler söylüyor: “Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi genel beşerî değerlerin, her zaman yeni bir yaşama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön ortaya koyduğu halde, Kur’an’daki fiilî yasama, Kur’an’ın indirildiği o günkü Arap toplumunu, başvurulacak bir örnek alarak almak zorunda kalmıştır. Bununla, Kur’an’daki fiilî yaşamanın ezelî olduğu kastedilmiş olamaz. Bunun Kur’an’ın kadîm oluşu ile de bir ilgisi bulunamaz. Durum böyle iken İslâm fakihleri ve kelamcıları çok geçmeden meseleyi karıştırarak Kur’an’ın hukukla ilgili emirlerinin; şartları, yapısı ve iç bünyesi ne olursa olsun herhangi bir topluma uygulanacağını sanmışlardır.”(22) 2-)Sünnet ve Hadis İle İlgili İddialar: İslam dini üzerinde az bir bilgi birikimine sahip olan kimseler sünnetin dolayısıyla hadislerin dine kaynaklık etmedeki önemini bilirler. Bu dinin merkez noktası ve dinin etrafında gezindiği eksen, sünnettir. Sünnet Kur’an’dan sonra ikinci kaynak, hakikatin güneşi ve hidayetin kaynağıdır ve bu konuda bütün Müslümanlar ittifak halindedir. (23) Sünnet ve hadis kelimeleri, usulcüler arasında farklı tanımlar yapılmasına rağmen çoğunlukla birbirleri yerine kullanılırlar. Bir farkla ki hadis peygamberimizin peygamberlik dönemini kapsadığı gibi peygamberlikten önceki hayatıyla ilgili haberleri de kapsar(24). Bir başka deyişle sünnet, hadislerin, yani peygamber asrından nakledilegelen bilgilerin kanunlaşmış şeklidir. Sünnetin konumu bu olunca, İslam düşmanları hadisler üzerinde, hadislerin delil olarak kullanımında ve güvenilirliğinde bir takım şüphe tohumları ekmeye başladılar. Kur’an-ı Kerim hakkında yaptıkları çalışmalardan elle tutulur bir fayda sağlayamayan oryantalist/müsteşrik’ler daha ziyade bu konulara kafa yormaya başladılar… Başarılı oldukları da söylenebilir. Sünnet ve hadis noktasındaki görüşleri, başta modernistler olmak üzere birçok ilim adamınca savunulmaya başlandı. Bu konuda önce oryantalistlerin fikirlerini, sonra da İslam modernistlerinin fikirlerini serdedelim ki, yukarıda söylediğimiz kanaat doğru mudur yoksa yanlış mıdır, karar sizlerin… İ. Goldziher’e göre hadis olarak kitaplarda rivayet edilen haberlerin Hz. Muhammed’le doğrudan bir ilgisi yoktur; bu rivayetler İslam’ın birkaç asır devam eden oluşum süreci içinde bu sürece katılan siyasi, ictimâi, iktisâdi vb. birçok faktörün belgeleridir. Bu bakımdan hadisler, İslamiyetin zuhuru ile ilgili değil, fakat daha sonraki devirlerde, bu dinin inkişafı ile ilgili vesikalardan ibarettir…(25) Goldziher’e göre her türlü mezhep, siyasi eğilim ve fırkaya mensup Müslümanlar kendi hoşlarına giden şeylerin yanında, başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere çeşitli din ve kültürlerden aldıkları fikir ve sözleri bazen tanınamayacak kadar değiştirerek Peygamber’e söyletmişler ve bunu hadis olarak rivayet etmişlerdir.(26) İ. Goldziher’in bu temelsiz ve ilmî dayanaklardan uzak bu görüşlerini kendine dayanak kabul eden ve hadis alanında fikir(!)leriyle ölçü alınan Joseph Schacht ise, fıkıhla ilgili hadislerin sahih olmadığını, bunların çoğunun üçüncü asır Müslümanlarının görüşlerini yansıttığını söyler. Daha da ileri giderek, Sahabe’den ve Tabiun’dan gelen fıkhî hadislerin, Peygamber’e nispet edilenlerden daha erken ortaya çıktıklarını savunur.(27) Yukarıda serdettiğimiz oryantalist/müsteşriklerin temelsiz ve ilmî dayanaklardan uzak bu görüşlerine “ mal bulmuş mağribi” gibi sarılanlar yine İslam modernistleri olmuştur. Üzücü olan Müslümanların hadislerle irtibatını kesmek için çaba sarf edenlerin sadece oryantalistler olmaması, Müslümanlardan batılılaşmış bir grup insanın da bunlara katılması ve bu zalimce eyleme bulaşmış olmasıdır. Bu insanlar halkın cahil bırakılmış olmalarından faydalanmak suretiyle, kavram bilgisinden yoksun olan insanlara doğru yanlış birçok bilgi sunmuş, tartışmalı birçok konuyu hakikat diyerek takdim etmişlerdir. Gelelim İslam dünyasına…1800’lü yıllarda Mısırda başlayan tartışmalar, başta Hind yarımadası olmak üzere alevlenerek tüm İslam memleketlerine yayılmıştır. Dikkat edilirse, o yıllarda Mısır ve Hindistan İngilizlerin işgali altındadır. Sömürgeciler, Hz.Peygamber’in Sünneti’ne savaş açma zarureti hissetmişlerdir. Çünkü Sünnet’i teşrî alanından uzaklaştırmanın ve bu sahadaki konumuna şüphe sokuşturmanın neticesinde Kur’an’a müdahalede bulunmak, çok daha kolay hale gelecektir. Sömürgeci güçler(özellikle Hind yarımadasında), cihadla ilgili hadisleri ve bazı sünnetleri inkara yeltenen Ehl-i Kur’an adlı bir grup oluşturdular.(28) Mısır, bulunduğu konum ve müsteşriklerin özel ilgisi sebebiyle, bu tür tartışmaların orta yerindedir. İlk önce bu görüşlerin yaygınlaşmasını Müslüman iken Hristiyan olan sonra tekrar Müslüman(!) olan Mirza Bakır yapar. Arkasından Dr.Tevfik Sıdkî, Reşit Rıza’nın çıkardığı el-Menar dergisinde “El-İslâmu Huve’l Kur’ânu Vahdeh( İslam Kur’an’dan ibarettir)” başlığını taşıyan bir makale yazar ve burada Sünneti külliyen reddeder. Tevfik Sıdki’yi Ahmed Emin takip eder. Bilhassa İ. Goldziher ve Brockelmann’dan etkilenen Ahmed Emin, Sahih-i Buhari ve Müslim’deki bir çok hadisin uydurma olduğunu, muhaddislerin metinden ziyade isnad’a baktıklarını iddia eder. M.Abduh ve Reşit Rıza diğerleri kadar da açıktan olmasa da bu tür görüşlere destek olmuşlardır. Bu iki yazar, Sahabenin sünneti Kur’ân gibi kalıcı olur endişesiyle yazmadıklarını, kavlî sünnetinde belge değerinde olmayacağını dolayısıyla sıhhatinde şüphe olabileceğini iddia eder. Bu babtan olmak üzere o ikisine göre; İsa (a.s)’nın ahir zamanda nüzulü, Deccal ve Cessâse, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi vessellem) büyü yapılması, mi’raç vb. hadisler, âhâd olduklarından ve akla ters düştüğü iddiasıyla inançta hüccet olmazlar.(29) Bütün bu tartışmalardan Sünnet etrafında (oryantalistlerin teşvik ve fikirleriyle) meydana gelen şüpheleri bir araya getirip derleyerek bir kitap yazmak da Mahmud Ebu Reyye’ye nasip olmuştur(!). O’nun dilimize “Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması” ismi ile çevrilen “Adva ale’s-Sünnetil-Muhammediyye” adlı eseri baştan beri anlatmaya çalıştığımız tartışmalardan ortaya çıkan şüphelerin bir derlemesidir. Ebu Reyye bu eserinde oryantalist/müsteşrik’lerin fikirlerini aynen tekrar etmiştir, hatta boynuz kulağı geçer misali tezviratta müsteşrikleri dahi geçmiştir. (30) Şimdi de büyük âlim diye lanse edilen Fazlurrahman’ın sünnet ve hadis noktasındaki görüşlerine bakalım: Fazlurrahman şöyle demektedir:”İlk dönemlerde hadislerin büyük bir kısmı nebevî hadislerin tabii olarak az olması sebebiyle Hz.Peygambere değil de sonraki nesillere dayanmaktadır..Gerçekten de hadis, bizzat Müslümanlar tarafından ifade ve görünüşte Hz.Peygambere isnad edilmiş özdeyişlerin toplamıdır..Nebevî Sünnetin içeriğini tarihen ve açık bir şekilde saptamak ve belirlemek imkansız bulunmaktadır…”31 Fazlurrahman’ın görüşleriyle ilgili 2 cilt kitap yazmış olan Ebubekir Sifil, bakınız bu konuda şunları dile getiriyor: Hadislerin büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra ortaya çıktığını iddia eden Fazlur Rahman, bizzat Müslüman alim, kadı ve yöneticiler tarafından yürütüldüğünü söylediği “hadis formüle etme” faaliyetinin, “hadis uydurmak” olmadığı görüşündedir. Gerekçesi de şudur:”Dikkat edileceği üzere, biz Hadis’i genelde tam olarak tarihî (yani Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait) kabul etmemekle birlikte onunla ilgili olarak “Mevzu” ya da “Uydurma” terimlerini kullanmadık; ama onun yerine “ifade etme-formüle etme” terimini kullandık. Çünkü Hadis, söz olarak Hz. Peygamber’e ulaşmasa da, ruhu kesinlikle ulaşmaktadır.”(32) Burada İslamî kaynaklara kesinlikle onaylatılamayacak bir iddialar demeti göze çarpmaktadır:1. Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait olan hadisler “tabii olarak” azdır.2. Hadis külliyatının büyük çoğunluğu sonraki nesiller tarafından formüle edilmiştir.3. Hadisi “formüle etmek”le “uydurmak” arasında fark vardır. Birinci maddedeki “tabii olarak” ifadesini tırnak içine almamız sebepsiz değildir. Zira Fazlur Rahman’a göre Hz. Peygamber (s.a.v) esasen çok gerekmedikçe insanların işine karışmayan, hatta “içine kapanık, çekingen ve –yakışıksız bir durum sergilediği hakkında herhangi bir kanıt yok ise de– kadınlardan hoşlanan birisidir.(33) Buradaki peygamber telakkisi, bir “Müslüman”ın değil, daha çok İslam’a karşı önyargı ve kin duygularıyla kalem oynatan bir müsteşrikin kaleminden çıkmış gibidir ve –herhangi bir kaynağa dayanması şöyle dursun– tamamen vehim ve hayal ürünüdür. İkinci maddede yer alan iddia, yine müsteşriklere ait bir iddia ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Hatta bu, Herald Motzky gibi çağdaş bir müsteşrikin, Goldziher ve Schact’a güçlü delillerle itiraz ettiği en önemli hususlardan birisidir. Bugün artık bu konunun ciddiye alınabilir bir yanının olmadığını bir müsteşrik bile söyleyebiliyorken, İslam kaynaklarından asla refere edilemeyecek böylesi iddialara tutunmak Müslüman araştırmacılar için “zul” olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Üçüncü maddeye gelince, tam anlamıyla traji-komik bir iddiadan ibarettir. Zira uydurma hadisler hakkında kaleme alınmış onlarca eserden herhangi birisinde bir kısım hadisler için Hadis imamlarından nakledilen “Anlam olarak doğrudur, ama Hz. Peygamber (s.a.v)’e aidiyeti sabit değildir” gibi ifadelere rastlamak son derece kolaydır. Tek başına bu durum bile Fazlur Rahman’ın, “hadis formüle etmek”le “hadis uydurmak” arasında fark bulunduğu yolundaki sözlerini ve bu sözlerin gerekçelerini tamamıyla geçersiz kılmaktadır. (34) Dikkat edilirse müsteşrik/oryantalist ilim adamlarıyla, İslam modernistlerinin Sünnet/hadis noktasındaki görüşleri büyük oranda örtüşmektedir. 3-) Sahabe Ve Alimlerle İlgili Batıl İddialar: Müsteşrikler, sünnet ve hadis üzerindeki çalışmalarını raviler üzerinde yoğunlaştırmış, sahabeye varıncaya kadar dil uzatarak bir kısım ravilerin rivayet ettikleri hadislerin güvenilir olmadıklarını iddia etmişlerdir. Okuyucunun bu bilgileri tahlil edebilmesi mümkün olmadığından, iddia sahipleri, rical ve tabakat kitaplarında yan yana bulunan bilgilerden sadece bir kısmına yer vermek suretiyle okuyucunun yanlı yönlenmesine sebep olmuş ve böylece bir çok değerli insanı kendi şöhretleri uğruna tarihte mahkum etmişlerdir. En çok hadis rivayet eden değerli sahabe Ebu Hureyre (r.a.) bunlardan sadece birisidir. Bir hadis yok etmek için yıllarını harcayanlar işin kolayını bulmuşlar, bir Ebu Hureyre(r.a.) ‘yi yok etmek suretiyle binlerce hadisi yok etmek istemişlerdir. Nitekim Hadis üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Şarkiyatçı Sprenger (v. 1893), Allah Rasülü (s.a.v.) ’nü anlattığı eserinde, Ebu Hureyre(r.a.)’den; aşırı dindarlığı sebebiyle hadis uydurmaktan çekinmeyen bir yalancı olarak bahseder. Dayanılmaz bir İslam düşmanı olan Ignaz Goldziher (v. 1921) ise, Ebu Hureyre(r.a.)’nin Emeviler’in çıkarları doğrultusunda hadis uydurduğunu iddia eder.(35) Yine İtalyan müsteşrik Caetani, Ebu Hureyre(r.a.)’nin “kelimenin tam anlamıyla” yalancı olduğunu, rivayetlerine tabiat üstü ursurlar ve hayali şeyler karştırdığını , Tevrat ve İncilden cümleler alarak bunları Hz. Muhammed’e mal ettiğini , kendisine nisbet edilen hadisleri ya kendisinin veya kendisinden sonra gelen talebelerinin uydurduğunu iddia etmiştir.(36) Oryantalizmin Ebu Hureyre (r.a.) hakkında ürettiği mesnetsiz iddiaların temelinde O büyük sahabinin şahsında bütün hadis mecmualarının sıhhatini lekelemek vardır. Kemiyyet itibariyle Ebu Hureyre (r.a.) rivayetlerinin ciddi bir yekün tuttuğu hadis kitapları, O’nun yalanla itham edilmesiyle itibar kaybına uğrayacak, neticede mesailinin çoğunluğunu hadisle temellendiren fıkıh ve kelam gibi İslami Disiplinler büyük bir sarsıntı yaşayacaktır. Şia’nın hadis hususunda irtikap ettiği tahrifata verdiği mukni cevaplarla büyük bir boşluğu dolduran İmam-ı Rabbani Hazretleri bu noktada şunları söylemektedir; “Ebu Hureyre(r.a.)’yi karalamak şer’i hükümlerin yarısını da inkar etmek anlamına gelmektedir. Çünkü şer’i hükümlerle alakalı üç bin hadis vardır. Bunların bin beş yüzü Ebu Hureyre(r.a.)’nin rivayetine dayanmaktadır.[37] Oryantalizm’in Ebu Hureyre(r.a.) çevresinde oluşturduğu şüpheler kısa zamanda İslam coğrafyasında makes bulmuştur. Her hususta oryantalistleri takip eden İslam modernistleri bu hususta da, müsteşriklerin hezeyanlarını ilmi gerçekler gibi savunmuşlar, hatta Ebu Hureyre(r.a.) düşmanlığında oryantalistleri sollamışlardır. Bazı Müslüman(!) müellifler Ebu Hureyre(r.a.)’yi tenkit modasına katılmakla kalmamış, O’nunla alay etmişlerdir. “Şeyhu’l-Madire”[38] gibi şen’i bir yakıştırma maalesef ki Müslümanlık iddiasında bulunan bir yazara aittir. Oryantalizmle yeni bir hal alan Ebu Hureyre(r.a.)’yi tenkit cereyanı, İslam dünyasında Şii müellif Abdulhuseyn Şerefuddin el-Amili, talebesi Muhammed Ebu Reyye ve Mısırlı yazar Ahmed Emin gibi müelliflerle temsil imkânı bulmuştur. İlk aşamada tenkitlerin Oryantalistlere ait olduğunu itiraf eden “reddi mirasçılar” ciddi tepkilerle karşılaşınca hezeyanların tamamiyle kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece, işbirlikçi olmadıklarına Müslümanları inandıracaklardı. Bu noktada Mustafa es-Sibaî şunları nakletmektedir: “Hicri 1360 (miladi 1939) yılında Ezher’de İmam Zühri hakkında münakaşa patlak verdiği zaman Sünnet düşmanı Ahmed Emin, Ali Hasan Abdulkadir’e İslam’ı tahrif ederken nasıl bir strateji izlemesi gerektiğini tenbihlerken şu hususa dikkat çekmişti: Oryantalistlerden aldığın görüşleri açıkça onlara nisbet etme, Ezher Ulemasına isnat et, kendi hususi araştırmalarının neticesi olarak göster. Yeni yaklaşımlara, onlarla kontakt kuranları rahatsız etmeyecek derecede şeffaf maskeler geçir. Tıpkı benim “Fecru’l-İslam” ve “Duha’l-İslam” kitaplarında yaptığım gibi…”[39] Mu’tezile ve Şia ile başlayan Ebu Hureyre(r.a.) karşıtlığı Sünnet ve Cemaat Âlimlerinin mukni cevapları haiz eserleriyle tesirsiz hale getirilmişti. Batının siyasi nüfüzunu arkasına alarak İslam’a saldıran Oryantalizmin tetiklenmesi ile hastalık yeniden nüksetti. Bugünse şifa bulmaz bir illet olarak mikrop salmaya devam etmektedir. Elhamdulillah, bütün bu batıl hezeyanlara ilmî cevaplar verilmiştir ve verilmeye devam etmektedir.(40) Daha önceden zikrettiğimiz üzere, sahabe ve alim düşmanlığında oryantalistleri sollayan modernistler Hz. Ömer döneminde Müslüman olan ve Ebu Hureyre ile arkadaşlığı olan Ka’bul Ahbar’ı da dillerine dolamışlardır. Ka’bul Ahbar(41) , Yemen Yahudilerinden olup, Tevrat hakkındaki geniş bilgisiyle meşhur olmuştur. Peygamber Efendimizin (asm) vasıflarını kutsal kitaplarından öğrenip Müslüman olmuş ve çevresindeki Yahudi âlimlerini de ikna etmeye çalışmıştır. Ehli Kitap ravilerinin (nakledicilerinin) en güvenilir olanı kabul edilmiştir. Ka’b, aralarında Hazreti Ömer’in de bulunduğu sahabelerden öğrendiği hadisleri rivayet etti. Naklettiği hadisler Ebu Davud, Darimi, Tirmizi ve Malik’in eserlerinde yer almaktadır. Kendisi sahabelerden istifade ettiği gibi, sahabe ve tabiin de kendisinin bilgi ve birikiminden istifade ettiler. Hazreti Ömer (ra), Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre ve Muaviye (radıyallahu anhum) kendisinden istifade eden sahabelerdir. Ayrıca tabiinden bazıları da kendisinden öğrendikleri hadisleri naklettiler. Buna rağmen, M. Reşit Rıza, Ka’bul Ahbar ‘ı dini tahrip maksadıyla İsrailiyata dair rivayetleri dine sokuşturduğu şeklinde itham etmiş ve Kab’ı muteber sayan âlimleri yanılıp aldanmakla suçlamıştır.(42) Ka’b’ın güvenilirliği ve kişiliğiyle ilgili tartışmalar günümüze kadar gelmiştir. Aralarında Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin kendisinden istifade ettiği, öğüt ve tavsiyelerinden yararlandığı şeklindeki rivayetlerin yanında; naklettiği şeylerden vazgeçmediği takdirde, Medine dışına sürülmekle tehdit edildiği de ifade edilmektedir. İbn Mesud, rivayetlerinde yer verdiği bazı hususlardan dolayı Ka’b’ı eleştirmiştir. Diğer taraftan Ebu Derda’nın görüşünü nakleden İbn Hibban ise bilgili bir âlim olduğu, geniş bilgisi konusunda ittifak bulunduğuna yer vermektedir. Ayrıca, biyografisi üzerinde çalışma yapan Zehebi, engin bilgi ve dindar kişiliğine vurgu yaparken, Ka’b’ı yalanlayıcı her hangi bir beyana yer vermemiştir. Bunların dışında başka müellifler de kendi eserlerinde Ka’b’a geniş yer vermekle, ona büyük önem ve değer verdiklerini göstermişlerdir.(43) Nihayeten şunu söyleyebiliriz: Batılı oryantalist/müsteşriklerin yanlı ve ilmiyetten uzak çalışmaları meyvalarını vermiş, bir iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da meseleye böyle bir kompleks içinde kısmen müsteşriklerin oyununa gelmişler ve dini ifsad yarışına girişmişlerdir. HATİME Yaptıkları çalışmalar ve ileri sürdükleri fikirlerle İslam dünyasını (özelde İslam modernistlerini) etkileyen Oryantalizm/İstişrak hareketi hakkındaki yazı dizimizin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Kısaca toparlayacak olursak; 1- Oryantalizm; Müslüman doğu medeniyetinin (din, edebiyat, dil ve kültürü içine alacak şekilde) bütün unsurlarını inceleyerek İslam dünyası hakkında batılıların sistematik bir bilgiye sahip olmalarını sağlayan, İslam ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı uygarlığı lehine veriler elde etmeye çalışan bir akımdır. Oryantalizmin Arapça karşılığı “İstişrak”tır. İstişrak ile ilgilenen kişilere de Müsteşrik denilir. 2- Oryantalizm, Batı’nın Doğu üzerinde tahakküm kurmak, kendi çıkarlarına göre yeniden yapılandırmak amacıyla geliştirdiği bir yoldur. Bir oryantalist bu durumu şöyle ifade eder: “Oryantalistlere güven duyulmamasının sebeplerinden biri ‘ne yaptıkları’dır. Milletleri araştırır, ne olduğunu, nasıl konuştuğunu, tarihini, dilini ve dinini, her şeyini öğrenir ve size anlatırlar. İnsanlara bu milletlerle ilgili konularda nasıl düşünmeleri gerektiğini salık verirler. O zaman bu, bir çeşit siyasî kontrol aracı olabilmektedir. Çünkü eğer siz bir toplumu bu kadar tanıyorsanız, bu bilginizi onları kontrol etmek ve onlardan bir şeyler kazanmak için kullanabilirsiniz. Bu tür şeyler oldu. Bu bir gerçektir.” 3- Oryantalizmin kuruluşunun arkasında duran ve uzun zaman boyunca hiç ayrılmadığı dinî hedefleri şu şekilde sıralanabilir: a)Hz.Muhammed (s.a.v.)’in risaletinin doğruluğu hakkında şüphe uyandırmak ve hadislerin Müslümanlar tarafından ilk üç asırda uydurulan sözler olduğunu iddia etmektir. b)Kur’an-ı Kerim’in yüce Allah kelamı olduğu hakkında şüphe uyandırmak ve Kur’an’ı kötülemek. c)İslam fıkhının değerini küçük göstermek, İslam fıkhının Roma hukukundan alınma olduğunu ileri sürerek bunu pekiştirmek. d)Arapçayı küçük düşürüp, anlaşılmaz olduğunu iddia etmek. e)İslam’ın, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarına dayandıklarını ileri sürmek. f)Misyonerlikle Müslümanları, Hristiyanlaştırmak. g)Zayıf haberlere ve uydurma hadislere dayanarak görüş ve teorilerine güç kazandırmak. 4- Oryantalistlerin İslam dünyasını da derinden etkileyen görüşlerinin Müslüman kimlikli görünen kişilerdeki izdüşümü bizleri hayrete düşürmektedir. G. Von Grunebaum, P. Hitti, S. Wensink, P. Casanova, R.A. Nichkolson, H.Lammans, İ. Goldziher, J.Schacht gibi oryantalist/müsteşrik’lerin ilmî(!) fikirleri çok geçmeden aynı lafız ve vurgulamalarla, yaşadıkları coğrafyalarda büyük âlim diye addedilen Taha Hüseyin, Muhammed Abduh, Mahmud Ebu Reyye, Ali Abdurrazık, Fazlurrahman,Ahmet Emin, M.Hüseyin Heykel,Y.Nuri Öztürk, Seyyid Ahmed Han, Ahmet Akbulut gibi kişilerce savunulmaya başlanmıştır. 5- Müsteşrikler Kur’an, Sünnet, Peygamber’in hayatı, Fıkıh ve Kelâmın her konusunda araştırma yaptıkları gibi; Sahabenin, Tabiinin, Müctehid imamların, Fakihlerin, Hadisçilerin, hadis ravilerinin, Cerh ve Tadil ilminin, rivayet sahiplerinin hepsine temas eden çalışmalar yapmışlar, Sünnetin delil olup olmayacağı, tedvin şekli ve İslâm hukukunun kaynağı konularını araştırmışlardır. Bütün bu araştırmalarını şüphe davet edici bir üslup ile yapmışlardır. Yaptıkları tek şey bu konularda derin görüşleri olmayan kişilerin İslâm konusundaki görüş ve inancında büyük sarsıntılar meydana getirmektir. 6- Müsteşriklerin yukarıda saydığımız çalışmaları neticesinde, İslam dünyasında bir takım fikrî ve akidevî karışıklıklar ortaya çıkmış, batı dünyası karşısında kompleksli bir aydın sınıfı oluşmuş ve İslam’ın temel sabiteleri çiğnenerek Kur’an ve sünnet’ten uzak, her şeyi akla göre yorumlayan bir İslam anlayışı kitlelere yayılmıştır. 7-Oryantalistler kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmişler ve misyonlarını tamamlamışlardır. Demokratik İslam, Ilımlı İslam, dinlerarası diyaloğ, medeniyetler buluşması gibi terim ve kavramlar bize oryantalizmin hediyesidir. A.B.D. öncülüğünde 19. yüzyıl oryantalizminin yeniden doğuşuna tanıklık ediyoruz. İslam’ın, Müslümanların ve İslam coğrafyasının ABD çıkarlarına göre düzene sokulmasını hedefleyen bu süreç, Kur’an’ın tahrif edilmesine kadar devam edecek. İncil, Tevrat ve Kuran’ın karışımından oluşan 77 surelik “Gerçek Furkan” adlı “kutsal kitap” çalışmasından, Amerikalı kadın Profesör Amina Wadud’un New York’taki St. John The Divine Katedrali’nde Cuma namazı kaldırmasına ve yeni bir İslam’ın öncülüğüne soyunmasına, Fas’tan Endonezya’ya uzanan her ülkede İslam-demokrasi sempozyumlarının yine ABD ve Batılı istihbarat kuruluşları tarafından organize edilmesine kadar, yüzlerce örnek, yukarıda aktarılan genel stratejinin birer göstergesi olmuştur.(44) Çalışmamız, oryantalistlerin kirli planlarının ortaya çıkmasına ve okuyucunun bu konuda bilgilenmesine yardımcı olmuşsa kendimizi bahtiyar sayarız. Sözlerimizin başı ve sonu; Âlemlerin rabbi olan Allah(cc)’a hamd etmektir. ————————————————————————————————– DİPNOTLAR: (1) Rahip Samuel Zwemer tarafından misyonerlere yönelik bir konferans da söylenmiştir. İlkadım Dergisi, Mayıs 2004 sayısı (2) Rahip Louis Massignon tarafından söylenmiştir. İlkadım Dergisi Mayıs 2004 (3) Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Yayınlayan: Milletlerarası İslam Gençlik Konseyi, s.135, Risale Yayınları, İstanbul–1990 (4) Edward Said, Oryantalizm, çev:Selahaddin Ayaz,s.15-16, Pınar Yay., ist-1991 (5) Maxime Rodinson, Oryantalizmin Doğuşu, çeviri: Ahmet Turan Yüksel, Marife Dergisi, Kış–2002 (6) Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, s.137 (7) Ali Rıza Bayzan, Oryantalizm ve Dinde Reform Meselesi–1 Kaynak:www.bayzan.net Günümüz Din Ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Hazırlayan: Milletlerarası İslam Gençlik Konseyi, Çeviri: Kemal HOCA, s.137–138, Risale Yayınları, İst-1990 9-) Osman CİLACI, Hristiyanlık Propagandası Ve Misyonerlik Faaliyetleri, s.23, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara–1992 10-)Ebubekir SİFİL, İslâm ve Modern Çağ, s.143,Kayıhan Yay.,İst-2004 11-)Hayatı hak. Bak: Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.14, s.102–111, İst–1996 12-) Cemaleddin Efganî, İran’ın Esedâbâd şehrinde doğdu. Necef medreselerinde tahsil gördü. Pek çok dil bilirdi. Son derece hareketli bir yapısı vardı. Daha sonra siyasî işlere bulaşmış,
  2. bu kadar şey yazmaya hiç gerek yoktu kıssadan hisse olabilir-
    di kısa bilgileryazsalardı yeterdi

  3. din dersi için bana çok yardımcı oldunuz …

    biraz daha kısa olabilirdi Sinem(abla)in dediği gibi

    ama güzel olmuş
    sağolun THANKS 🙂

  4. ya ben bu sitede “H.Z İsa hakkında hangi ayetlerde hangi bilgiler var” ben bunu bulamadım eğer bunu bulursanız ban email atar mısınız?

  5. bilgi idare eder ama bu adamın itikadında ciddi problem var.az bilgisi olanlara dikkat derim.alimleri eleştirirken kendini nereye koyduğuna dikkat edilmeli

  6. allahrazı olsun işime çok yaradı allah muradına erdirsin allah tuttuğunu altın etsin inşallah 🙂

  7. Geri bildirim: Sitemap 07.01.2014 | Ali Aksoy

Yorum bırakın