AYET OKUMAK

Anadoluda ona Kuran okumak, sure okumak derler. Bizim Kuran’ı yani “okunan”ı okumayı unutuşumuz çok eskilere dayanır.

Kuran’ın ayet dizininin “oku” diyerek başladığına inanırız da, onu okumayız. Okuduğumuz şey; arap harflerinin bir araya gelmesinden ibaret bir söz yığınıdır. Anlamını bilmeden söyleriz, anlamını bilmeden dinleriz. Büyülü, tılsımlı, sihirli sözcüklerdir. Kayıp eşyaların bulunmasında, hastalıkların şifasında, kapanan kısmetin açılmasında, bozulan ekonominin –biz yapar olduklarımızı değiştirmediğimiz halde – düzelmesinde ve bilhassa ölmüşlerimizin ruhlarının ferahlamasında pek istifade ederiz ondan. İçimizde anlamını bilmeden okumaya ve anlamını bilmeden dinlemeye “ziyafet” diyenlerimiz de vardır.

Alemlerin Rabbinin muhataplarının öğüt alması için indirdiği ayetleri “namaz”da üstelik yine anlamını bilmeden O’na geri okumamızdan da herhangi bir kuşku duymayız.

Dirilerin uyarılması için indirilen Kuran’ı kendimizden uzaklaştırarak Kuran’daki tabiriyle “diri” olmadığımızı ikrar ederiz. Çünkü O eğer kulak verirlerse ancak dirilere fayda sağlar.

Her sene kadir gecesini kutlarız da, o Kuran bize bir kez olsun inmiş mi inmemiş mi, ilgilenmeyiz.

Birimiz birimize, anlamı bilinmeyen bir dilde öğütte bulunsa buna güler, dalga geçeriz ama Allah’ın “alemler için bir öğüt” olarak nitelediği Kuran’la ve bilmediğimiz bir dille bize “öğüt” verdiğine iman ederiz.

Tapınaklarımızda ayinlerimizin ve tozlu rafların en yüksek yerlerinin vazgeçilmezidir Kuran…

Onu anlamını bilmeden okumak, hatta ona dokunmak için elimizi ayağımızı yıkarız da, onu kavramak için hangi pisliklerden nasıl arınacağımızı hiç bilmeyiz. Allah’ın “Beyt ehlinden / müminlerden” giderdiği pisliğin, yıkanmakla keselenmekle geçebilecek bir şey olmadığını henüz öğrenememişizdir. Vücuduna dövme yaptırana kasıla kasıla “senin guslün kabul olmaz” deriz ama, aklını ve vicdanı gerçeğe kapatanların “idrak” ve “iman” kirinin nelerin kabulüne mani olacağından habersizizdir.

İşte bütün bunlar aslından devşirilmiş “İslam” adlı dinin bağlılarının modern görünümüdür. Onun için biz ona “İslam” demiyoruz. Kuran’da anlatılan “İslam” ile halkın bilip inandığı “İslam”ı keskin hatlarıyla birbirinden ayırıyoruz. Kavram kargaşasına düşmemek için halkın “İslam” dediğine biz “gelenek dini” veya “atalar dini” diyoruz.

Kuran’daki islamın öğrenilmesi, önce Kuran’a bakış açımızın düzeltilmesiyle başlamalıdır.

Kuran, tılsımlı, şifreli, sihirli sözlerin ardı ardına dizildiği bir şiir değildir. Kuran, ayetlerden / delillerden oluşan bir yaşama ve anlama biçimidir. Bir öğüttür. Doğruyu eğriden ayıran, bu bilgiyi öğreten bir Furkan’dır. Akletmede zaafa düşen sözde akıl sahiplerinin hastalıklarına bir şifadır. Muhataplarına öyle sorular sorar ve sordurur ki, onları büyük bir şaşkınlıkla düşünmeye sevk eder. Onlarda bir “Karia”ya bir “Şok”a sebebiyet verir.

Biz hanifler; gelenek dininin bağlılarına ve onların alimlerine “zor sorular” sormayı Kuran’dan öğrendik. Çünkü o bizim için bir ayettir, bir delildir.

Kuran okumak onun sözlerini tekrar etmek değil, ayetlerini yani getirdiği delilleri idrak etmektir.

Kuran’a göre, yerler ve gökler Allah’ın ayetleriyle / delilleriyle doludur. Peygamber’den mucize isteyenleri ayetlere yönlendirerek hakiki mucizeyi işaret eder. Hoş, Allah’ın Hz. Peygamber’e “indirmediği” mucizeyi kendisinden sonra yaşayanlar indirivermiştir ama hakiki mucizeye hiçbir zaman vakıf olamamışlardır.

Çünkü hakiki mucizeye şahit olmak için okumak gerekir. Kuran okumayı, bir sayfada yazılı metinleri okumak zannedenler, yerlerin ve göklerin ayetlerini de bu denli basit okurlar.

Şu kınadığımız “gavur” bile yerlerin ve göklerin ayetlerini bizden iyi okumuştur ve okumaktadır. İlimde, fende geldikleri muciz yani aciz bırakıcı nokta, hakiki mucizeye şahit olmak için okudukları kevni ayetlerden yani yaratış ayetlerinden gelmektedir.

Kurdu, kuşu, böceği, ağacı, dalı, çiçeği, toprağı, güneşi, ayı satır satır okuyor, idrak ediyorlar. Onların bu okuyuşları onları gerçeğe teslim olmaya zorluyor. Gerçekle haşır neşir oluyorlar. İçlerinden vicdan, ahlak ve akıl sahibi bulunanlar hakiki bir “iman” / “eminlik” ile yaşayıp, göçüp gidiyor. Gerçeği gördüğü halde “bilerek” inkar edenler, akıllarını, fikirlerini gerçek yerine kendilerinden hiçbir farkı bulunmayan beşerin yorumlarına, talimatlarına, uydurma söz ve inanışlara teslim edenler “akıl müsrifleri” olarak inkarcılar hanesine yazılıveriyor.

Kuran, ilmine çok güvenen sözde alim sıfatlı akılsızların durumunu “Yahudi alimlerini” betimlerken “kitap yüklü eşeğin durumuna” benzetir. Gerçekten onlar, sırtına kitap yüklenmiş eşekler o kitaplardan ne derece nasiplenmişse o derece nasiplenmişlerdir. Onların okuyuşları da, hurafeye ve dogmalara boğulmuştur.

Vahyi ve okumayı, iki kapağın arasına sıkıştıranlar, canlı cansız her şeyi konuşturan Allah’ı susturabileceklerini zannedenlerdir. Her an yeni bir yaratışta olan Rabb, her an yeni bir vahyediştedir. Gerek ki, hakkını vererek okuyan bulunsun.

Ali Aksoy – 02.06.2010

 

AYET OKUMAK” üzerine 5 yorum

  1. Selam

    alternatif forumdan bir muhabbet…

    Vayy baho!Nbr lan..Özlemişim sennle sohbeti ha..
    Bu arada şu ayetteki ‘apaçık’ saçmalığını sil..
    Mübiyn apaçık demek değil açıklayan beyan eden demektir..
    Açıklık veya kapalılık insanın gözlerindeki perdenin
    saydamlığına ve kulaklardaki ağırlığın özkütlesine bağlıdır…
    Apaçık olma fiili nesneye değil özneye aittir..
    Onnçün açık olma olayı kitabın kendisiyle değil kitabı okuyan özneyle ilgilidir..
    Öznel bir fiili nesneye yüklemek saçmalığın daniskası..

    Örneğin dünyanın döndüğü Galileiye Evren
    isimli kitaptan aklı sayesinde
    beyan edildi yani açıklandı….
    O bilgi yani Evren isimli kitaptaki o cüz yada bilgi ona beyan
    edilince kitabın o kısmı ona mübiyn oldu..
    Gözlerinde perde kulaklarında ağırlık olan lanet olası
    din bilginleride bunu göremedi.
    Galileiye;allah kitap din iman elden gidiyo diye saldırdı..
    İşte GökTanrı böylelerine Yahudi diyor..
    Ama ben mosleman diyorum..

    Ben aya hiç çıkmadım..Ay apaçık değildirki..
    Hiç ayın üzerindeki kraterlerin hacmini çıplak gözle ölçebileniniz var mı?
    İşte aya çıkıp ölçerseniz Evren denen kitabın
    içinde bulunan Ay isimli cüz insana mübiyn olur..

    GÖRÜNEN EVRENE TANRI ”KİTAP” DİYOR…

    Fekkkaaat!!!! Bu görünen evren ile
    birlikte birde görünmeyen evren var..
    Aslında biz görünen evreni o görünmeyen
    evren sayesinde görüyoruz..
    Bilin bakalım Tanrı ona ne diyor?
    Bahadır dostum özellikle sana soruyorum..
    Ve bu soruyu bileceğini düşünüyorum..
    Bilemessende beni hayal kırıklığına uğratacaksın..

    baho bu soruya cevap yazamamış

    cevabı
    vicdanın süzgecinden geçmiş
    akıl diyenler kazandı.

    ayetler(deliller, kanıtlar, tüm veriler),
    aklın ve vicdanın kendiside dahil
    Allah’tan

    esenlikle..

  2. Selam,

    Vahiy Nedir?

    Vahiy kelimesi, “Gerçek Söz” demektir, “Gerçeği, Gerçek ile bildirmek” demektir.

    Vahye- Gerçeğe, gerçek bilgiye dayanmayan her söz-fiil, Hevadır.

    Heva, Vahye (Gerçeğe) dayanmayan Her Şeydir.

    Vahiy kelimesinin Tam karşılığı “Gerçek Söz – Kavlul Hakk” tır. Haşa, ne olduğu belirsiz ilhamlar değil, Gerçekliği açık ve kesin bir bilgidir. Gerçek açıklamalardır. Kur’an’da İSA ismi ile temsil edilmiştir.

    Neyin Gerçek (Vahiy) , Neyin Heva (Batıl) olduğunun bilincini de Kur’an verir.

    Bu bilinç, Kur’an’ın “Furkan – Fark ettiren” özelliğidir. Ona muhatap olan insana verilen Hak ile Batılı ayırma kabiliyetidir.

    Büyük, daha büyük mucize arayışı, göz önündeki mevcut muhteşem mucizelerden gafil olma durumu ile beraber gelir.

    Mevcut mucizelerdeki (Ayetlerdeki) ihtişamı görmeyenin TATMİNSİZliği, Allah’ı açıkça görme talebine kadar gidiyor.

    Halbuki sağlıklı Kalbler, Kur’an’da açıklanan ve Kainat kitabında açıkça görünen Allah’ın Ayetleriyle Tatmin-Mutmain olmalıdır. Aksi halde, hastadır. Başka şeylerle asla tatmin olmaz, ancak hastalığı daha da artar.

    Ayetler arasındaki bağlantıların gözlemlenmesi ile önemli bir açıklama ortaya çıkmaktadır. Böylece, Ayetlerin birbirini açıklama ve gerçeği açıkça ortaya koyma (beyan) özelliği vardır.

    Bir örnek:

    Kitapta bir Sinek örneği verilmiştir ve bu örneğin “İşitilmesi” emredilmiştir.

    22:73. Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu İŞİTİN: Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, bunun için bir araya gelseler bile bir SİNEĞİ dahi YARATAMAZLAR. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!

    Sinek örneği ile vurgulanan şudur; Allah’tan başka taptıklarınız, bir sineği YAPAMAZLAR. ÇÜNKÜ, bunu yapmak için gereken vasıfları YOK. Bu vasıflar; BİLGİ, TEKNİK, Hesap ve İnşa kabiliyetleridir. Bunların yaratma kabiliyetleri YOK.

    Bu Kabiliyetler, verilen örneğin hemen öncesinde ve sonrasında vurgulanıyor. 1- İLİM ve 2- KUDRET şöyle ki;

    22:70. Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa BİLİR. Bu, kitapta mevcuttur. Bu Allah için çok kolaydır.

    22:74. Onlar, Allah’ın KADRİNİ hakkıyla Takdir edemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür.

    Dikkât edilirse verilen örnek ile Ondan başka yaratıcı olmadığı açıkça görünmektedir.

    İşte Allah’tan başka yaratıcılar dedikleri şeylerin her birine DİKKÂT edin; bunların yapıcılık yönünden birer HİÇ olduğunu görün. Bunların ilmi yok, tekniği yok, hesap yapamaz, tasarım kabiliyeti YOK. Bunların yaratıcılar olmadığını görün, hissedin (işitin) .

    Her şeyi bilen, her şeye Kadir bir tek yaratıcı olarak Allah’ı kabul etmeyenin Yaratılışı izah etmek için sarıldığı yaratıcı unsurlar geçersiz ve dayanaksızdır. Bunların bir şey yarattığına dair bir delil yoktur. Bunlar yaratılışta kullanılan, kendileri de yaratılmış melekelerdir.

    Modern! Anlayış!?, Bunları “yaratıcılar” olarak insanlığın önüne getiriyor. Diyorlar ki, biz bunlara “tanrı vizyonu” vermiyoruz. Fakat yaratan bunlar! diyorlar. Halbuki bunları Allah’tan başka yaratıcı ilan etmek için onlara “tanrı vizyonu” vermeye gerek yok. İddia öyle.

    “Efendim şüphen mi var ki açıklamaya çalışıyorsun” denmesin, Çünkü Kur’an’ın temel davası budur. İşte Gerçek, işte Gerçekle bildirilen beyan budur:

    La ilahe illa HU

    İbadet etmek, Tapınmak değildir.

    Kişinin gelecek hayatını üzerine bina ettiği düşünce,

    “KİME” ait ise; kişi ona ibadet ediyor demektir. Çünkü O düşünceye göre kendisini ve geleceğini bina ediyor. Yaratılışı Allah’tan başka sebeplere dayandıran kişi, Allah’tan başka yaratıcı unsurlar uydurup onlara ibadet halindedir.

    Gerçeği görmeyenler Kördür, Sağırdır. Vahiy, Körlerin gözünü açan, ölü kalpleri dirilten, gerçeğe dayanan, gerçek açıklamalardır. İsa ile misal edilen Gerçek sözlerdir. Allahın Kitabından-İlminden alınan Gerçektir yani Vahiy dir.

    Kur’anın Tevhid ve Islah mücadelesi, sadece eski çağlarda putlar icat ederek bunlara ilkel tapınma ile tapınan putperestlere değil, aynı zamanda yaratılışı başka melekelere bağlayan çağdaş putperestleredir. Başka yaratıcı uyduran körleredir.

    Aynı zamanda Allahın yolunu saptıran, aslında inanmayan, onun yoluna çöreklenip çarpıtan Batıl (Heva) ehli bozguncularadır. Hâlis İslâm, Kaynağı Sadece Vahiy (Gerçek ve Gerçek bilgi) olan Allahın dinidir.

    İsa’ya yapılan eziyetler, Kur’anın gerçek açıklamalarına yapılan eziyetlerdir. Üstelik bunu yapanlar kendilerini doğru yolda zanneden, aşırı dindar görünümlü, kalpleri katılaşmış insanlar ve bunları körü körüne takip eden düşünmeyen çoğunluktur.

    “Zubâben” ve “Baudaten” kelimeleri “Sinek” anlamında iki benzer kelimedir. Benzer kelimeler arasında kurulan bağlantıdan bir açıklama ortaya çıkar. Mesela benzer sinek kelimesi Bakara suresinde de geçer ve yakın ayetlerde “eğer şüpheniz varsa benzer bir Suret getirin” denir. Burada dahi Yapmak fiili önerilir. Çünkü İlahi kitap olan Kainattaki ve Kur’andaki suretlerden birini (ondan kopya almadan) yapmak için her şeyi bilmek ve her şeye kadir olmak gereklidir.

    Aynı zamanda ilahi kitap içindeki suretlerin “ondan başkalarınca yapılamayacağı” gerçeğinden çıkan bir diğer sonuçta şudur:

    Kainat Allah’ın Gerçek bir kitabıdır. Ondaki bilgiler gerçek birer dayanaktır, Ayetler, Suretler, Yasalardır.

    Çünkü İlahi Kitap içindeki bir sureti yapabilmek için, yapanda her şeyi yapabilecek Bilgi (İlim) ve Kudret (Teknik) bulunması şarttır ve ondan başka yaratıcı unsur denilen kavramlarda bu kabiliyetler YOKTUR.

    İbret vericidir ki; işte yaratıcılar denilen Melekeler; Enerji, Hareket, Materyaller gibi büyük putların en çok bulunduğu mekanlar, büyük cehennemler olan Yıldızlardır. “Gerçeği örtenler ve Allah’tan başka tapılanlar cehennemdedir”

    Varlık ve Hayat Kitabı olan Kainat, İlahi bir kitaptır ve Diğer yazılı Kitaplar onunla birlikte ve bağlantılı olarak düşünülmelidir. Her iki İlahi kitap birbirini açıklamaktadır. Aksi halde “emredilen bağları” koparmış oluruz ve araya başka sözler “Heva-Batıl” girer.

    28:49. De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!

    Vahyi (Gerçeği) işitmek ve anlamak için, gerçek sözle (Vahiyle) bildirilen Bu büyük “Gerçek” gereği gibi işitilmeli ve hissedilmeli derim.

    Ondan başka yaratıcı YOK. İlahi kitabı yazan, yasaları koyan, öğreten, bildiren Odur.

    “….Müminler Onun Rablerinden gelen “Gerçek” olduğunu iyi bilirler….” (2:26)

    Vahiy, “Gerçek söz” demektir. Onun tersi Heva ise, Belirsiz Dayanaksız Şeylerdir.

    Turgut Sak

  3. Selam

    written by Arif Aydoğmuş

    Kendimize “insan” derken dile kolaydır söylemesi ancak altını doldurmakta aynı maharete sahip değiliz… Nedir “insan” olmak? Nasıl insan olunur? İnsan nedir?

    Bizleri köklerimizden kopardılar, bağlarımızı kopardılar, birleştirmemiz gerekeni ayırdık…
    Neyi birleştirecektik? Nasıl birleştirecektik?

    Daha önce Akıl ve Zeka ile ilgili iki yazı ( 1nci – 2nci ) yazmış ve insanın varlığını, evrendeki diğer varlıklara göre konumlandırmıştım. Bu yazımda “insanı” konumlandırmayı, bazı benzetmeler ve çağrışımlarla devam ettirmek istedim.

    Öncelikle kullandığım (kullanacağım) bazı kavramlara kısaca değinmem gerekiyor.
    İNSAN; derken bedensel bir olgudan değil “algılama mekanizmasının” işletildiği soyut kimlikten bahsediyorum.
    AKIL; derken “insan” olmayı sağlayan, ruh ve beyinden gelen verileri sentezleme yetisinden bahsediyorum.
    BEDEN; derken bu evrenin şartlarına uygun, insanın taşıyıcısı olan somut olgudan bahsediyorum.
    BEYİN; derken dışarıdan alınan verilerle beslenen, dışarısını “tek gerçeklik” olarak algılayan ve bunda ısrarcı olan (haliyle yanılabilen / yanıltabilen [kuruntu, umutsuzluk gibi]) olgudan bahsediyorum. (Ses tonu konuşma-bağırma arasıdır.)
    RUH; derken beynin tam tersinden, yani dışarının tek gerçeklik olmadığını, dışarıdan alınan verilerin kendisinden gelen verilerle birlikte değerlendirilip düşünce oluşturulmasını sağlayan olgudan bahsediyorum. (Ses tonu fısıltı şeklindedir.)

    AKILSIZLIK
    İnsan, ruh-akıl-beyin üçlüsünün ilişkisine göre kazanılan bir sıfattır. Beyin, beden aracılığıyla elde edilen verileri tek gerçeklik olarak kabullenme eğilimindedir. Sürekli olarak dışarıya ait verileri işleyip şekillendirerek, yüksek sesle konuştuğundan kişi yalnızca “beyin yaşamı” içerisinde sıkışıp kalabilir. Bu durum “akılsızlık” halidir. Stress, kuruntu, umutsuzluk, kaygılar, hırslar ve ego “yalnızca beyinsel” yaşayanlarda görülen tipik özelliklerdir.

    AKILLILIK (İNSAN OLMAK)
    Beyin, dışarıyı tek gerçeklik olarak algıladığından tüm üretimide yine dışarıya yöneliktir. Bu eğilimi, beynin çoğu zaman mantıktan uzaklaşmasına neden olur. Dışsal veriler üzerinde tarafsız ve/veya adaletli bir yargılama süreci uygulanırsa sonuç her zaman beynin isteği gibi olmayabilir. Bu nedenle beyin bu sürece ilgi duymaz. Bu sürece ilgi duyan ruhtur. (kimi zaman sağ duyu, kimi zaman vicdan, kimi zaman adalet, kimi zaman ebjektiflik dediğimiz bütünlük)

    Beyinden gelen yüksek sesli verilerin yanı sıra ruhtan fısıltı düzeyinde gelen verilerle birlikte bir düşünce üretmek aklın işletilmesi yani insan olmak demektir.

    Ruh fısıldar, beyin bağırır. Beynin gürültüsünde ruhun sesini duymak, diskoda fısıltıyı duymak gibidir.

    Farabi’nin mantığı dil ile açıklama uğraşlarını okuduktan sonra üzerinde düşündüğüm bir olgu var.
    Mantığın kurulması aynen bir dilde bir cümle kurulması gibidir.
    Zaten oluşan mantığın dışa vurumuna “natık” (söylev) deriz. Bir söylev (cümle) bazı öğelerden oluşur. Ancak bir cümle olabilmesi için olmazsa olmaz yegane unsur “YÜKLEM“dir. (Eylem)

    YÜKLEM olmadan bir cümle oluşamaz.

    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi”

    Yüklem olmadan sözcükler bir bütünlük, bir anlam ifade etmezler. Ancak bir yüklem olduğunda türlü anlamlar ifade edebilirler.

    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi düşürdü.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi aldı.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi itti.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi yuvarladı.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi kaldırdı.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi kesti.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi fırlattı.”
    “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi sevdi.”

    Mantık, aklın işletilerek bir cümle kurulmasıdır. Bu cümlede yüklem, özne, tümleç gibi öğeler olacaktır. Ancak bu öğelerin kaynakları iki tanedir.

    1- YÜKLEMİN KAYNAĞI -> RUH
    2- DİĞERLERİNİN KAYNAĞI -> BEYİN

    Özne, nesne, tümleç, yerlik, sıfat vb kavramların kaynağı beyindir yani “DIŞARISIDIR”…
    Yüklemin ise dışarı ile hiç bir bağlantısı yoktur.
    Yukarıdaki cümleyi ele alalım.
    Ahmet, masa, kırmızı kalem olgularını dışarıda “somut” olarak gözlemleyebilirsiniz, ancak “sevdi, düşürdü, aldı” gibi yüklemleri “somut” olarak gözleyemezsiniz.

    EYLEMLER SOYUTTUR.
    Çoğu zaman düştüğümüz yanılgıdır eylemlerin somut olduğu yargısı… Oysa hiç bir eylem somut değildir, soyuttur. Eylem dışarıya ait bir kavram değil içeriye yani RUH’a ait bir kavramdır.

    RUHUN SESİNİ DUYMAK!
    Peki, ruhun sesi nasıl duyulabilir? Ruhun sesini duyabilmenin yolu beynin sesini kısabilmekle ilgili DEĞİLDİR. Genelde çözüm beynin sesini kısmak olarak YANLIŞ OLARAK verilir. Mantık (cümle) kurulurken yardımcı öğeleri (özne, tümleç vb) kullanmamak cümlede “belirsizliğe” yol açar. Yukarıdaki cümlelerden “Ahmet masanın üzerindeki kırmızı kalemi” yardımcı öğelerini çıkardığınızda “yuvarladı, kaldırdı, kesti, fıtlattı, sevdi” eylemleri bir belirsizliğe sürüklenecektir.

    Neyi yuvarladı, kaldırdı, kesti, fıtlattı, sevdi? (“Neyi” sorusunun temeli böylelikle ortaya çıkmış oluyor. ÖĞESİZLİK)

    Cümlenin belirgin anlamlı olabilmesi için yardımcı öğelerede yer verilmelidir. Yani beynin sesini kısmak belirsizliğe yol açacağından yanlış bir yöntemdir. Sufilerin, yogilerin, keşişlerin, rahiplerin, dervişlerin ‘dışarıdan kopma’ dedikleri yöntem aynı temele dayanır ve belirsizliğe yol açar.

    Peki, çözüm nedir? Aslında çözüm oldukça basit. Beynin bir veriyi değiştirip değiştirmediğini bilmek yeterlidir. Beyin, bedenin algıladığı verileri kullandığına göre o veriler üzerinde değişim yapıp yapmadığını bilmek ve kontrolü beyinden almak yeterli olacaktır.

    Bu durumda yeni bir soru daha çıkıyor karşımıza, beynin veriler üzerinde bir değişim yapıp yapmadığını nasıl bileceğiz?
    İşte bütün bu yazının amacı bu cümleye varabilmekti.

    Beynin veriler üzerinde değişiklik yapıp yapmadığını bilmenin tek yolu “BEDENİN NE DEDİĞİNİ BİLMEKTİR” yani bedenle konuşmaktır. Evet, bedeniniz sizinle konuşur hem de hiç durmadan ve sürekli… Aynen ruh gibi… Ancak beyin, ruhun olduğu gibi bedenin sesinide bastırıp “TEK EGEMEN” olma arzusundadır. Beyin o kadar çok bağırıp gürültü çıkarırki ruhun ve bedenin bir sesi olduğunun farkına bile varmayabilirsiniz…

    Bedeniniz sizle konuşur, ancak sizle Türkçe, Almanca, Japonca konuşmaz… Kendi diliyle, “VARLIK DİLİ” ile konuşur. Çok fazla yemek yeyip midenizi tıka basa doldurduğunuzda çektiğiniz mide sancısı bedeninizin dilidir. Size “YETER ARTIK PATLAMAK ÜZEREYİM” der. Bunu türkçe söylemez, kasılır, sancır ve size böylece bildirir… Siz bu sesi duymaz ve “beynin” açlık sinyalini tek gerçeklik olarak kabul edip yemeye devam ederseniz sonuçta mideniz varlığının gereğini yapacaktır spazm geçirecektir, kusacaktır bir şey yapacaktır.

    Yedikleriniz kana karışıp beyin tarafından algılanmadıkça “açlık” durumu beynin tek gerçekliği olmaya devam edecektir. Siz yalnızca beyninizi dinliyorsanız iki porsiyon yediğiniz halde henüz beyin tarafından algılanmadığı için “açlık” hissi ile yemeye devam edersiniz. Oysa bedeninizi dinliyorsanız, midenin “doldum” sesini duyabilir ve yemeyi bırakabilirsiniz. Beyin, “açım” diye haykırmaya devam ederken, “Evet, biliyorum gerekeni yaptım ve az sonra bu bilgi sana ulaşacak, boşuna feryat etmene gerek yok.” diyebilirsiniz…

    Hastlaıklarda benzer şekildedir. Bedeninizi dinleyerek, pek çok hastalığınızı henüz başındayken ve mücadele edilebilir durumdayken fark edebilir ve gerekeni yapabilirsiniz. Bir bina birden bire var olmaz. Bir tek tuğla ile başlar ve tuğlaların sıra sıra dizilmesi ile var olup kendini gösterir. Pek çok hastalıkta bir benzetme olarak tek bir hücreden başlayarak artımlı olarak devam eder, büyür ve sonunda koca bir tümör, yara, beze vb haline gelir. Bedeninize kulak veriyorsanız henüz bir kaç hücre seviyesindeyken sorunu duyabilir ve gerekli önlemi alabilirsiniz.

    SONUÇ OLARAK:
    İnsan olabilmek RUH + AKIL + BEYİN + BEDEN ilişkisini doğru ve kararında bir denge ile kurabilmekle ilgilidir.
    Beynin oynadığı “tek gerçeklik benim ve söylediklerim” oyununu sahteliğini görüp bozduğunuz anda yaşamda daha zevkli olacaktır ve “bilinçli” olmanın hazzı yaşanabilecektir.

    Kaynaklar:
    —————————-
    * Allah şah damarından daha yakındır. (Dışarıda değil içeri yönündedir, üflenen RUHUN geldiği yön)
    * İblis, Allah indinden dışarıya çıkarılmıştır. (Dışarısı tek gerçekliği olmuştur)
    * İblis: “Onlara her yönden yaklaşacağım ve onlara süslü göstereceğim, çoğusunu doğru yolda bulamayacaksın.” der. (Beyin ile yaşanmaya o kadar alışılmıştırki, herşeyin merkezinde beyin varmış gibi algılanır, her yönden verilerle kendini tek gerçeklik olarak kabul ettirir.)
    * Allah: “Balçıktan bir beşer yaratıp (beden) ona ruhumdan üflediğimde (ruh) secde edeceksiniz.” Yalnızca iblis (beyin) buna uymadı. Büyüklendi…
    * Meleklere gösterip “Şunların adlarını haber verin” dedi, onlar bilemediler, ancak adem onların adlarını bildirdi. (akıl (ar.) = anlayış (tr.))
    * Allah aklını kullanmayanlar üzerine pislik yağdırır. (Beden ve ruhun sesini duymama hali olarak stress, rahatsızlıklar vb yönde bir benzetmeyle)
    * Sana vahyettiklerimize şeytanın bulaştırdıklarını temizleriz. (Beynin veriler üzerinde oynama yapması durumunu farkedildiğinde veriler orijinal hale çevirilebilir. Böylece varlık dili bozulmadan mantık sürecine dahil edilebilir.)

    Esenlikle..

  4. Geri bildirim: Sitemap 07.01.2014 | Ali Aksoy

Yorum bırakın