BÜYÜK KAVGA

Bu yazıda ileri gelenlerle resuller arasında daimi olan, günümüzde de izlerini istikrar içerisinde sürdüren büyük bir kavgaya değineceğiz.

Kuran’a göre, resullere ve onların getirdiği dine / yol ve yönteme ilk itiraz edenler, en azılı düşmanlar daima o bölgenin “servetle şımarmış” ileri gelenleridir. İlle bir mazeret ileri sürerek resullere muhalif olmuşlardır.

Peki bu kavganın sebebi nedir ? Neyi bölüşemediler, neden uzlaşamadılar ?

Aslında bu kavganın kökleri insanın ilk çağlarına, ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır.

Kuran’a göre, “insanın üzerinden anılmaya değer bir şey olmadığı çok uzun devirler” geçmiştir. İnsan, insanlık bu döneminde insandır ama “adem” değildir. Anılmaya, kendisine vahyedilmeye değer bir varlık olamamış, tekamülünü tamamlamamıştır. İnsan “Adem” olduğunda Yaratıcı alemlerdeki bütün meleklere / kuvvetlere şöyle seslenir:

“… yer yüzünde bir halife / ardıl tayin edeceğim.”

Gelenekselleşmiş dini inanış bu ayette insanı “Allah’a halife” olarak görmüşse de, sonu gelmeyen bir varlığın (Yani Allah’ın) halifesi / ardılı olamayacağı için biz bu görüşü kabul edemiyoruz. İnsan yani adem, kendisinden önceki “anılmaya değer olmayan varlığın” halifesidir.

 

Adem / İnsanlık, “sınırsız bir ömre sahip olmak için” yasak meyveden yediğinde bahçesinden / mevkisinden kovuldu. Biriktirmek, biriktirdiği ile ticaret yapmak ve böylece “yarınını garanti altına almak” tutkusuyla yeryüzündeki diğer tüm canlılardan farklı bir din / yol / yöntem edindi. Adem / İnsanlık, mülk edindikçe, biriktirdikçe dünyevileşti. Mülk için savaş yaptı, kan döktü, sorun çıkardı. Çünkü “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken” ölümü unuttu. Ölümü hiç hatırına getirmeyen insan, kendisini “ebedilik” yolunda zannedecektir. Adem / İnsan bu yanılsamayla biriktirdikçe “kıt olmayan kaynakları” kıt hale getirdi.

Ne zaman bir resul gelse ve “ihtiyaçtan arta kalanı” diğerleriyle paylaşmayı teklif etse önce oranın “servetle şımarmış” ileri gelenleri itiraz ettiler. Çünkü maldan eksiltmeyle arınmak, ölümü hatırlamaktır. Maldan arınmak dünyevilikten arınmaktır.

Her peygamberin getirdiği ve biri birinin aynı olan teklif, dünyeviliği terki emrediyordu. İleri gelenlerin neredeyse yaşam gayesi olan mülk, şan, şöhret, oğullar, aşiretler vel hasıl kişiyi muktedir kılan her şeyi makul seviyeye indiren, sınırlayan teklif yasak meyveyi daha da cazip hale getiriyordu. İnsan, kendisinden önce yaşamış hiçbir ebedi varlığa şahit olmadığı halde kendisini buna layık görebiliyor, alemlerin gerçeklerine karşı kör, sağır kesilebiliyordu.

Büyük kavganın ikinci sebebi, resullerin gelenekselleşmiş inanışlara karşı “yeni” ve sorgulayıcı bir bakış açısı getirmesidir. Var olan düzen ileri gelenlerin iktidarını pekiştirirken, sıradan insanlara “sultanlık” teklif eden bir inanış nasıl kabul edilebilir ?

Şuayp peygambere karşı çıkan ileri gelenler şu itirazı ileri sürdüler:

“Ey Şuayb, atalarımızın taptığı tanrılarımızdan vazgeçmemizi ve mallarımız üzerinde dilediğimiz gibi tasarruf etmemizi engellemeni sana salatın mı emrediyor ?”

Kavganın iki temeli bu kadar açık ve nettir.

İleri gelenlerin Kuran’la olan kavgası da aynı minvaldedir.

Müşriklerin Hz. Peygamberden, “bu Kuran’ı değiştir, yahut başka bir Kuran getir” diye talepte bulunmalarının sebebi de bu iki temele dayanmaktadır.

Çünkü karşılarında okunan (Kuran), dünyevileşmeye itirazlar içeriyor, ölümü hatırlatıyordu. “Eskilerin masalları” diye alaya alınan ayetler, önceki kavimlerin resullere karşı çıkarttıkları büyük kavganın akıbetini haber verirken, yine ölümü ve kendilerinden önce aynı yolda ölenleri hatırlatıyordu. Ve şunu soruyordu:

“Şimdi onlardan hiçbir ses duyabiliyor musunuz ?”

Mülkleri, servetleri, şan ve şöhretleri, oğulları, kızları, atları, arabaları, hanları hamamları vel hasıl “iktidarları” dağılmış ve onlar “masallara” çevirilmişlerdi…

Kuran bir ayetinde kitap ehlinin Kuran’ı, “öz oğullarını tanıdıkları gibi” tanıdıklarını haber verir. Bu gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir. Bir kişinin oğlunu milyarlarca insanın arasına koysanız, o yine de kendi evladını onlar arasından hatasız olarak seçip çıkarır. Kuran “Kitap ehlinin” Kuran’ı tanıyışını da böyle nitelendiriyor…

Önceki resullerin getirdiklerine şahit olanlar, onun inceliklerini bilenler Kuran’ı daha duyar duymaz tanırlar. Çünkü aynı kelimeler, aynı vurgular, aynı ikazlar tekrarlanır.

Kuran da, kendisinden öncekiler gibi dünyevileşmeye reddiyeler içerir. Dünyevileşen ve bu suretle kendilerini güvende hissedenleri ihtar eder. Ebedilik hevesine kapılanları ebedi bir cehennemle korkutur.

Kuran, güven içinde olanların tarifini yaparken cennete layık olanları tarif eder. Cennet ehlini daima “güvende olmakla” vasıflandırır. Bu bir yönüyle, dünya mülkü ile güven arayışına reddiyedir. Kuran’a göre, beyte / Allah’ın evine / önerdiği dine girenler güven içerisindedir. Yasak ağaçtan yiyerek biriktirmeye başlayanlar, dünyevileşenler, biriktirerek ebedileşeceğini düşünenler güvende değildir. Dünyevi tutkulardan ve saçma sapan, akla ve vicdana aykırı inanışlardan arınmadıkları için kovulmuşlardan olacaklardır.

Kuran bu sebeple arınmayı yani zekatı, salat ile birlikte zikreder. Gelenekselleşmiş din, zekatı kırkta bire ve bir aya indirgeye dursun, Kuran zekata süreklilik yükler. Salat gibi zekat ta zamandan arındırılmış, bir ömrün sorumluluk gerektiren her safhasına konulmuştur.

Kuran, “dünyevileşenlerin” salatını / hayra desteğini yeterli görmemektedir. Sosyal sorumluluğu yüksek birey, kendi nezdinde de dünyevilikten, biriktirmekten ve aşırılıktan arınmalıdır. Birey ancak arınmasını sürdürdükçe salata meğil tutar. Onun salatı sürekli hale gelir. Dünyevilikten arınan insanı boş gayelerle oyalayacak herhangi bir şey bulunmayacağı için o salata daha candan sarılacaktır. Bilinçli yaşamının her anında hayra desteğini, görevinin gereğini hatırlayacak ve tereddüde düşmeden desteğini ve vahyi izlemesini sürdürecektir.

Kuran, “süslenmiş, cicilenmiş” arınmayı reddeder. Çünkü süslenmiş, ilan edilmiş arınma, dünyevi zevklerden bir başkası için, yani şan, şöhret için riya tutkusuyla yapılır. Arınmanın gayesi dünyevilikten arınma ise, arınmanın usulü de dünyevilikten uzak olmalıdır.

Kuran, maldan arınma konusunda çok keskindir. İşte Kuran’ı ehli kitaba kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıtan unsurların en başında bu gelmektedir.

“Sana neyden infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasından”

Tabiri caizse dananın kuyruğunu koparan teklif budur. Kuran, insan için ihtiyacının fazlasını “infakın / hayır yolunda maldan harcamanın” konusu yapmaktadır. Kişi burada ihtiyacını belirlemede hür bırakılmıştır. Bu hürriyet, büyük hesaplaşmada yargılama konusu yapılacak ve defterler açılacaktır.

Kuran, maldan arınmada insanların üretebileceği muhtelif şeytanlıklara da hemen set çeker.

“Kendinizin gözünüz kapalı alıcısı olmadığız şeyleri sakın ola Allah yolunda harcamaya yeltenmeyin !”

Eski püskü kıyafetleri, kullanılmayan eşyaları, yemek artıklarını sözüm ona ihtiyaç fazlası diye verip kurtulma kurnazlığını Kuran sert bir ihtarla reddeder.

Sonra iyice anlaşılması için bu duruma şöyle bir açıklama getirir:

“En sevdiğiniz şeylerden / severek – isteyerek harcamadıkça asla iyiliğe ermiş olmazsınız.”

Demek ki iyilik, kişinin zaten dünyevi bir bağının kalmadığı veya önemli ölçüde azaldığı şeylerden arınmak değildir. Bilakis iyiliğe erginlik, “en sevilen şeylerden” yani insanı dünya hayatına sıkı sıkıya bağlayan şeylerden sarf etmekle elde edilir. Çünkü Kuran, baştan sona dünyevileşmeye apaçık ve doğrudan bir reddiyeler manzumesidir.

Kişi mesela, artık kullanmadığı bir kıyafetini değil, yeni aldığı ve gönlünün ısındığı bir kıyafetini seve seve elden çıkarabiliyorsa arınmış olacaktır. İhtiyaç fazlasının tamamını bu bakış açısıyla değerlendiğimizde, Kuran’ın teklifinin ağırlığı hemen anlaşılabilecektir.

Gelenekselleşmiş ve akla ve vicdana uygun gerekçeleri bulunmayan her türlü inanışın reddi ile birlikte bu “arınma / zekat” olgusu ileri gelenleri çileden çıkartmıştır.

Böylelikle değişmeyen, eskimeyen, pörsümeyen, daima ayakta duran tebliğ / Din-i Kayyım, yasak meyve ağacına sadece bir yönden değil iki yönden, iki cepheden birden balta vurmaktadır.

Bu günün “ileri gelenleri” de büyük kavganın tarafı olmaya devam etmektedir. Savunur göründükleri siyasi, ekonomik, dini eğilim her ne olursa olsun “dünyeviliği” salık veriyorsa ister istemez kavganın tarafı olmaktadırlar.

İleri gelenlerin ürettikleri ve savundukları tüm rejimler, tüm sistemler, tüm yasalar, tüm kararlar dünyevileşmişlerin lehinde ve dünyevileşmeyi cazip kılacak, teşvik edecek bir dine / yol ve yönteme hizmet etmektedir.

Enteresan bir özellik arz etmesi nedeniyle, sözüm ona “dindarlık” söylemiyle iktidar olan yeni ileri gelenlere baktığınızda onları ihale yarışlarında, hayır için toplanan paralarla her türlü kamu varlığını araklama faaliyetlerinde görebilirsiniz. Kuran bu gün bizim “kamu malı” diye tabir ettiğimiz şeyi, “Allah’a ve resulüne ait” mallar olarak zikreder. Kuran hangi mal için “Allah’a ve resulüne aittir” diyorsa o kamu malıdır. Böyle olunca, bu gün kamu malına el uzatıp araklama faaliyetine giren “dindarlar”, aslında Kuran’daki deyimiyle Allah’a ve Resulüne ait bir varlığı araklamaya yeltenmiş olmaktadır.

Kendilerine göre “Dindar olmayanlarla” hatta “din düşmanı” olanlarla bile (!) kolaylıkla ittifak ettikleri yalıtılmış, kutsal bir alandır “servet” yarışı…

Savunur oldukları gelenek dini, namaza, oruca, hacca eklemekte / arttırmakta hiçbir mahzur görmezken “maldan harcama” konusunda pek bir ketumdur. Maldan harcamada arttırdıkları tek yer, gariban çiftçinin mahsulüdür. Mahsule 1/10 (%10) yazdıkları vergi, yığın yığın altın ve gümüşte, biriktirilmiş servette 1/40 (%2,5) oluverir.

Anlam itibariyle çerez parasına döndürdükleri “sadaka” her zaman yapılabilirken, maldan 1/40 gibi pek büyük (!) bir miktarda harcama sadece yılda bir kez yapılabilir.

Okullarda, camilerde, kitaplarda dinden bahsettikleri her yerlerde “namaz” vurgusu serbestçe ve bol bol yapılırken, zekat pek bir gariban bırakılır.

Servet deyince akıllarına önce “Süleyman Peygamber” gelir. Ne de olsa “servet sahibi” bir Peygamberdir. Kendilerince Süleyman Peygamber, “zenginliğin, servet düşkünlüğünün, biriktirmenin” emsali, beraatidir. Allah ona izin verdiyse, her halde kendilerine de izin vermiş olmalıdır.

Süleyman’ın servetini nasıl tasarruf ettiğinin, nereye harcadığının veya kendilerinin Süleyman gibi olup olmadıklarının herhangi bir önemi yoktur.

Onun için, “ribayı” yani yığın yığın, üstüne üstüne aşırı biriktirmeyi “faiz”e döndürüp akladıklarında şu mesajı vermiş olurlar: Dilediğiniz kadar biriktirin, hanlar, hamamlar, evler, arsalar, yatlar, katlar edinin, altını gümüşü tıka basa doldurun ama faiz yemeyin !

Halbu ki, ihtiyaçtan arta kalanı infakın konusu yapan bir dinde faizin ne işi olabilir !

İmanı, camide / tapınakta aramak kolaydır. Kolaysa, hastanede tedavi ücretini ödeyemediği için rehin kalanlara yardımda, aş evlerinde, kadın sığınma evlerinde arayın ! Elektrik parasını bile ödemeyen fakirhaneleri aydınlatacak iman “nuru” nerede !

Bir de “talebe okutuyoruz” diye, Allah’ın kelimesini düzeltmeye yeltenenler var. Onlara göre, tüm infak “talebe okutmaya” ayrılabilir. Allah, sadakanın dağıtılacağı sekiz sınıf insanı “öylesine” saymıştır. Din yine büyük kavgada ileri gelenlerin işine yarayacak sinsi bir silaha dönüşmüştür.

Eğer gerçekten “iman” ediyorsan, dininde gerçekten samimiysen topladığın sadakayı o sekiz sınıfa eşit olarak dağıtarak bunu kanıtla ! Bunu yap ki, Anayasal kurumları ele geçirmek ve bu suretle hurafeyi iktidar yapmak için mi, Allah rızası için mi yardım topladığın apaçık belli olsun. Sen, fakir fukaradan her birinin teker teker rızasını almadan Allah’ın onların hakkına ayırdığı payı bir başka alana transfer edemezsin.

Görüldüğü gibi büyük kavga, yasak ağaçtan meyve yeme yarışıyla ilgilidir. Hangi görünüme bürünürse bürünsün işin temelinde bu yatmaktadır.

Allah’ın yarattığı mahlukat içerisinde insandan başkasında, ihtiyacından fazlasını biriktiren görülmüş, duyulmuş değildir. Kurda, kuşa, böceğe, sayısını ancak Allah’ın bilebileceği mahlukata geniş ve bolluk içerisinde bulunan yeryüzü, yasak ağaca meyleden insan yüzünden kıtlık içerisine düşmüştür. Kuran’a göre insan öylesine cimridir ki, kendisine Allah’ın hazineleri verilse tükenir korkusuyla harcamaz.

İhtiyaç fazlasını infakın konusu yapmayı salık veren peygamberlerin inkar edilmesinin, yurtlarından sürülmelerinin ve öldürülmelerinin en büyük nedeni işte bu büyük kavgadır. İnsanlık var oldukça, peygamberler ve bu büyük kavga var olmaya devam edecektir. İsterse inkarcılar hoş görmesin !

Ali Aksoy – 04.06.2010

 

BÜYÜK KAVGA” üzerine 15 yorum

  1. Selam,

    esintiler
    bop rumuzlu kardeşten

    Muhammed ve yanındakiler ümmilikten rabbaniliğe sonra hanifliğe yükselir. Kıçı kırık üç beş ritüel yada tapınsal harekete karşı gelmenin yada alternatif sunmanın sonucunda değildir bu varılan makam ve mevkii…!! Kölelik eşitsizlik adaletsizlik var ortada ve karşı çıkılanda bunlar….Hala gelenekten etkilenerek yorumlamaya ayetleri okurken sakallı cübbeli çöl ortasında devenin üstünde kum rüzgarı ile ordan oraya savrulan gittiği yerlerde namaz saçmalığına davet eden bir muhammed profilini zihninizde canlandırarak ele almayın….haniflik bir makamdır ve o makam beyti ayakta tutanlardır….beyt haccın yapıldığı yerdir. Hacda ise makam sahibi kitleler bir araya gelir meclis yapar….Meclisin amacıda halkın refahına yönelik kararlar almaktır…bir araya gelerek küp etrafında tam tam dansı yapmak değil ! oraya müşrikleri sokmayın der….müşriklerin faaliyetleri nedir kuran bütünlüğünde ayet ayet anlatımları bütün ele alarak incelemedikçe ne kastedildiğini kimi hangi karakteri kastettiğini anlayamazsınız….kelime manası hakkında 10 yorum elde edebilirsiniz ve bu neyi nasıl doyurur ve sonuca ulaştırır ? müşriklerin muhammed karşısındaki tutumu bir çok ayette ve anlatımda açıktır. müşrikler gökten mucize bekleyen tayfadır ama bunu isterken bir sunuma karşılık isterler….Gökten hazine indirse ya ? gibi….muhammed onlara gelin namaz kılalım ama dürüst kılın mı demiş yoksa kölelik sistemine karşı bunların yola gelmelerini ve yanında mücadele etmelerinimi istemiş ? müşrikler halktan çok kendi kişisel çıkarlarını düşünen devlet mekanizması içinde yer almış söz sahibi makam sahibi yetki sahibi bir kitledir….Bugün ki lobiler holding sahibi para babaları yada ombüstmanlar gibi….oluşturdukları sistemler kendilerini zengin ederken halkı sosyalleşmekten uzaklaştırıp fakirleştiren sistemlerdir….Bugün için TBMM de bunlar açık açık sergilenir. hanifler o meclis çatısı altında bilinçli hareket edenlerdir. çalışmaları ve amaçları sadece halka yönelik çözüm üretmekten yana ve halkın selahiyeti içindir…Gelen giden rızıklanır. Onlar için hiç bir şey çözümsüz değildir….ismini hatırlayamadığım diğer başlık altında enfal suresinden sorulan iki ayette ve o surenin bütünündede bundan bahseder…Muhammed halkın içinden çıkmış ümmi iken rabbaniliğe adım atmış zorluğa rağman mücadelede pes etmemiş sistemi ele geçirmiş iktidar olmuş ve hanif olarak devam etmiş biridir. Bir devrimcidir çöl bedevisi de değil arapta değil…

    selamlar 🙂

  2. Yabancı sitelerde hep görürdüm, uzun ve doyurucu bilgi, aynısını Türkiyede görmek ben mutlu ediyor, yazılarınızı keyifle okuyorum.Sabırsızlıkla bekliyrum.

  3. merhaba
    ilahiyat çıkışlı olmayıp da kur’an’ı kendi çabasıyla anlayıp da anlatan size imrendim.
    allah şaşırtmasın hep doğru olun.selamlar

    tefsir okumadan ben kur’anı anlamıyorum.

  4. Dostum bir çok site ücretsizken, sen amatör yazıların için bile para talep ediyorsun. Allah’ın kelamını parayla satıyorsun. Yazık sana

  5. – Önce şunu belirtelim ki, ayette söz konusu edilen “halife” den maksat Hz. Adem mi, yoksa bütün insanlar mı olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, burada söz konusu edilen “halife” den maksat Hz. Adem’dir. Ancak önemli bir kısım tefsircilere göre bundan maksat insanlık neslidir.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

    Nitekim, bütün insanlara hitabeden: “Sizi dünyada halifeler yapmış olan O’dur.”(Enam, 6/165), “O nesneler/putlar mı üstün yoksa, çaresiz kalıp kendisine yalvaran insanın duasını kabul edip sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler yapan Allah mı?”(Neml, 27/62) mealindeki ayetlerde de bu insanlık hilafetinden söz edilmektedir.

    – Şunu da belirtelim ki, ayette yer alan “cailun/CEALE” kelimesi, yaratmak manasına geldiği gibi, kılmak, yapmak manasına da gelir.(bk. Maverdî, Beyzavî, Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri). Taberi, Zemahşerî, Razî, Alusî, bu ikinci manayı tercih etmişlerdir.(bk. a.g.e, ilgili ayetin tefsiri). Şayet bu ikinci manaya göre meal verilirse, manası; “Yeryüzünde bir halife kılacağım” demek olur ki bu, Hz. Adem (as)’ın yeryüzünde yaratıldığını göstermez.

    – Hz. Adem (as)’ın göklerde cennette yaratıldığını söyleyen bir kısım alimler olmakla beraber (İbnu’l-Cevzî, Zadu’l-mesir, ilgili ayetin tefsiri), alimlerin büyük çoğunluğuna göre, Hz. Adem, önce yeryüzünde yaratılmış, daha sonra cennete yerleştirilmiştir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” mealindeki ayetin açık ifadesi bu görüşü desteklemektedir.

    “Bir vakit Rabbin, meleklere “Ben topraktan bir beşer yaratacağım.”(Sad, 38/71) mealindeki ayetin açık ifadesi bu görüşü desteklemektedir.

    Bu ayeti göz önünde bulunduran Ebu’s-Suud, Bakara, 30. ayetini “Ben bir beşer/insan yaratacağım ve onu yeryüzüne halife kılacağım.” şeklinde anlamanın mümkün olduğunu söylemiştir.

    Zaten, İbn Abbas’ın da belirttiği gibi, “Adem” kelimesinin manası, yeryüzü unsurlarından yoğrulmuş varlık demektir. Demek ki, Hz. Adem (as)’in ismi, kendisinin nereli olduğunu gösteren bir kimliği hükmündedir.

    Nitekim, bu ismin -med dahil- ebced değeri olan 46 sayısı da, onun temel yapısını teşkil eden kromozomlarının (23+23) 46 adet olduğunu da bize göstermektedir.

    – Bütün açıklamalardan anlaşılıyor ki, söz konusu ayeti, meallerde geçtiği gibi “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” şeklinde anlamanın hakikate aykırı bir yönü yoktur.

    İnsan : Yeryüzünün Halifesi

    Hilafet, “birisini temsil etmek, onun yetkilerini kullanmak” demektir.

    Allah Kelamında, “yeryüzünde her ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı” beyan edilmektedir (Bakara, 2/29). İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğuna göre, bu nimetlerde O’nun rızasına uygun olarak tasarruf etmek durumundadır. Hz. Adem bir peygamber ve ilk halife olarak bu manayı yaşamış ve yeryüzünün hakkıyla halifesi olmuştur. Ancak, hilafet ona mahsus değildir, bütün insan nevine şamildir. Şu var ki, Allah’ın mülkünde O’nun rızası hilafına icraat yapanlar “halife” değil, emanete hıyanet eden “asi” birer kuldurlar.

    “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” mealindeki ayet-i kerimenin de bildirdiği gibi, iman, ibadet ve marifet görevini yapan kişiler, yaratılış gayelerine uygun bir ömür sürmüş olurlar. Aksini yapanlar, yaratılış gayelerine ters düşerler; hilafet de bu cümledendir. Böyle kimseler hilafete de aykırı hareket etmiş olmakla bu şereften mahrum kalırlar.

    İnsandan önce yeryüzünde bir milyonu çok aşkın bitki ve hayvan türleri yaratılmıştı. Bütün bu varlıkların kendilerine mahsus tespihlerini temsil eden melekler zâten var idi. Ancak, bu bitki ve hayvanlara kumandanlık yapacak, onları sevk ve idare edecek, onlar üzerinde Allah namına tasarrufta bulunacak bir varlık henüz ortada yoktu.

    Melekler; “hamd, tespih ve tekbir” görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlardı, ancak bu onların arza halife olmaları ve yeryüzündeki canlılarda tasarrufta bulunmaları için yeterli değildi. Mahlukatın tespihlerini temsil etmek başka, bu varlıklar üzerinde icraatta bulunmak daha başka idi. Bunu melekler yapamazlardı. İnsandan önce yaratılan canlılar içinde de bu görevi yapacak bir varlık yoktu.

    İşte, Cenâb-ı Hak bu varlığı yaratmayı irade buyurmuş ve bunu meleklerine de bildirmişti.

    Bu hadise Kur’an-ı Kerimde şöyle haber verilir:

    “Hani Rabbin, meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.

    Melekler, “Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz” dediler. Allah meleklere “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.” (Bakara, 2/30)

    Hilafetin meleklere değil de insana verilmesinin birçok hikmeti vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

    – Her melek vazifeli olduğu sahada iş görür. Müekkel olduğu varlığın yahut varlıkların tesbihatını temsil eder. İnsan ise, ibadet ve tespihin bütün çeşitlerini yapabildiği gibi, bütün varlık âlemini de tefekkür edebiliyor.

    – İnsan “bütün esmâya” mazhardır. Bu yönüyle de melekleri geride bırakıyor. Cebrail (as) ile Azrail’in (as.) mazhar oldukları isimler farklıdır, görevleri de farklıdır. Ama insan, iman hakikatlerini ve İslam’ın güzelliklerini başkalarına ulaştırmakta Hz. Cebrail’in sahasına bir derece girdiği gibi, nice canlara kıymakla da Azrail’in görevini taklit edebiliyor.

    – Kâinatın meyvesi olan insan bütün bir âleme muhtaç olmakla, onlarda tecelli eden isimlere de muhtaç olmuş oluyor. Rızka muhtaç olduğundan, kendisinde “Rezzak” ismi tecelli ettiği gibi, şifaya muhtaç olmasıyla da “Şâfi” ismine ayna oluyor. Melekler ne yerler ve içerler, ne de hastalanırlar. Dolayısıyla, onlarda ne Rezzak ismi tecelli eder, ne de Şâfi ismi.

    Örnekleri artırabiliriz.

    – Ayrıca insana cüzi irade verildiği için de meleklerden üstün olmuştur. Meleklerin iradeleri sadece hayra çalışır; şerri irade edemezler. “Şerri irade etmek” kötü bir sıfat ise de, iradenin hem hayrı hem şerri dileme yetkisine sahip olması, bu sıfat yönünden, insanı meleklerden daha üstün kılar.

    – Öte yandan, şerri irade etme imkânına sahip olduğu halde hayır işlemek, meleklerin hayırlı işler görmelerinden daha önemlidir. Zira, melekler bir engel olmaksızın ve severek ibadet ettikleri halde, insanoğlu, nefis ve şeytana ve şeytan görevi yapan nice cereyanlara ve onlara kapılan nice kötü insanlara rağmen ibadet etmekle meleklerden üstün olur.

    İşin bu mantıkî ve bir bakıma teorik yönü bir tarafa, mazideki uygulamalar ve vakıalar da insanın mahiyet olarak meleklerden çok daha ileri olduğunu açıkça göstermektedir. Meleklerin gıpta ettikleri bütün peygamberler, bütün sahabeler, Allah’ın bütün veli kulları bu davanın canlı şahitleridirler.

  6. Bu nasıl bir site böyle, hayran oldum, bilgiler doyurucu, ruhum şad oldu resmen.Tüm yazılarınızı okumaya başladım.Yorumlarımla eşlik etmek istedim.İyi akşamlar.


  7. ABDÜLHALIK:

    – Önce şunu belirtelim ki, ayette söz konusu edilen “halife” den maksat Hz. Adem mi, yoksa bütün insanlar mı olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, burada söz konusu edilen “halife” den maksat Hz. Adem’dir. Ancak önemli bir kısım tefsircilere göre bundan maksat insanlık neslidir.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).
    Nitekim, bütün insanlara hitabeden: “Sizi dünyada halifeler yapmış olan O’dur.”(Enam, 6/165), “O nesneler/putlar mı üstün yoksa, çaresiz kalıp kendisine yalvaran insanın duasını kabul edip sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler yapan Allah mı?”(Neml, 27/62) mealindeki ayetlerde de bu insanlık hilafetinden söz edilmektedir.
    – Şunu da belirtelim ki, ayette yer alan “cailun/CEALE” kelimesi, yaratmak manasına geldiği gibi, kılmak, yapmak manasına da gelir.(bk. Maverdî, Beyzavî, Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri). Taberi, Zemahşerî, Razî, Alusî, bu ikinci manayı tercih etmişlerdir.(bk. a.g.e, ilgili ayetin tefsiri). Şayet bu ikinci manaya göre meal verilirse, manası; “Yeryüzünde bir halife kılacağım” demek olur ki bu, Hz. Adem (as)’ın yeryüzünde yaratıldığını göstermez.
    – Hz. Adem (as)’ın göklerde cennette yaratıldığını söyleyen bir kısım alimler olmakla beraber (İbnu’l-Cevzî, Zadu’l-mesir, ilgili ayetin tefsiri), alimlerin büyük çoğunluğuna göre, Hz. Adem, önce yeryüzünde yaratılmış, daha sonra cennete yerleştirilmiştir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” mealindeki ayetin açık ifadesi bu görüşü desteklemektedir.
    “Bir vakit Rabbin, meleklere “Ben topraktan bir beşer yaratacağım.”(Sad, 38/71) mealindeki ayetin açık ifadesi bu görüşü desteklemektedir.
    Bu ayeti göz önünde bulunduran Ebu’s-Suud, Bakara, 30. ayetini “Ben bir beşer/insan yaratacağım ve onu yeryüzüne halife kılacağım.” şeklinde anlamanın mümkün olduğunu söylemiştir.
    Zaten, İbn Abbas’ın da belirttiği gibi, “Adem” kelimesinin manası, yeryüzü unsurlarından yoğrulmuş varlık demektir. Demek ki, Hz. Adem (as)’in ismi, kendisinin nereli olduğunu gösteren bir kimliği hükmündedir.
    Nitekim, bu ismin -med dahil- ebced değeri olan 46 sayısı da, onun temel yapısını teşkil eden kromozomlarının (23+23) 46 adet olduğunu da bize göstermektedir.
    – Bütün açıklamalardan anlaşılıyor ki, söz konusu ayeti, meallerde geçtiği gibi “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” şeklinde anlamanın hakikate aykırı bir yönü yoktur.
    İnsan : Yeryüzünün Halifesi
    Hilafet, “birisini temsil etmek, onun yetkilerini kullanmak” demektir.
    Allah Kelamında, “yeryüzünde her ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı” beyan edilmektedir (Bakara, 2/29). İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğuna göre, bu nimetlerde O’nun rızasına uygun olarak tasarruf etmek durumundadır. Hz. Adem bir peygamber ve ilk halife olarak bu manayı yaşamış ve yeryüzünün hakkıyla halifesi olmuştur. Ancak, hilafet ona mahsus değildir, bütün insan nevine şamildir. Şu var ki, Allah’ın mülkünde O’nun rızası hilafına icraat yapanlar “halife” değil, emanete hıyanet eden “asi” birer kuldurlar.
    “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” mealindeki ayet-i kerimenin de bildirdiği gibi, iman, ibadet ve marifet görevini yapan kişiler, yaratılış gayelerine uygun bir ömür sürmüş olurlar. Aksini yapanlar, yaratılış gayelerine ters düşerler; hilafet de bu cümledendir. Böyle kimseler hilafete de aykırı hareket etmiş olmakla bu şereften mahrum kalırlar.
    İnsandan önce yeryüzünde bir milyonu çok aşkın bitki ve hayvan türleri yaratılmıştı. Bütün bu varlıkların kendilerine mahsus tespihlerini temsil eden melekler zâten var idi. Ancak, bu bitki ve hayvanlara kumandanlık yapacak, onları sevk ve idare edecek, onlar üzerinde Allah namına tasarrufta bulunacak bir varlık henüz ortada yoktu.
    Melekler; “hamd, tespih ve tekbir” görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlardı, ancak bu onların arza halife olmaları ve yeryüzündeki canlılarda tasarrufta bulunmaları için yeterli değildi. Mahlukatın tespihlerini temsil etmek başka, bu varlıklar üzerinde icraatta bulunmak daha başka idi. Bunu melekler yapamazlardı. İnsandan önce yaratılan canlılar içinde de bu görevi yapacak bir varlık yoktu.
    İşte, Cenâb-ı Hak bu varlığı yaratmayı irade buyurmuş ve bunu meleklerine de bildirmişti.
    Bu hadise Kur’an-ı Kerimde şöyle haber verilir:
    “Hani Rabbin, meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.
    Melekler, “Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz” dediler. Allah meleklere “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.” (Bakara, 2/30)
    Hilafetin meleklere değil de insana verilmesinin birçok hikmeti vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
    – Her melek vazifeli olduğu sahada iş görür. Müekkel olduğu varlığın yahut varlıkların tesbihatını temsil eder. İnsan ise, ibadet ve tespihin bütün çeşitlerini yapabildiği gibi, bütün varlık âlemini de tefekkür edebiliyor.
    – İnsan “bütün esmâya” mazhardır. Bu yönüyle de melekleri geride bırakıyor. Cebrail (as) ile Azrail’in (as.) mazhar oldukları isimler farklıdır, görevleri de farklıdır. Ama insan, iman hakikatlerini ve İslam’ın güzelliklerini başkalarına ulaştırmakta Hz. Cebrail’in sahasına bir derece girdiği gibi, nice canlara kıymakla da Azrail’in görevini taklit edebiliyor.
    – Kâinatın meyvesi olan insan bütün bir âleme muhtaç olmakla, onlarda tecelli eden isimlere de muhtaç olmuş oluyor. Rızka muhtaç olduğundan, kendisinde “Rezzak” ismi tecelli ettiği gibi, şifaya muhtaç olmasıyla da “Şâfi” ismine ayna oluyor. Melekler ne yerler ve içerler, ne de hastalanırlar. Dolayısıyla, onlarda ne Rezzak ismi tecelli eder, ne de Şâfi ismi.
    Örnekleri artırabiliriz.
    – Ayrıca insana cüzi irade verildiği için de meleklerden üstün olmuştur. Meleklerin iradeleri sadece hayra çalışır; şerri irade edemezler. “Şerri irade etmek” kötü bir sıfat ise de, iradenin hem hayrı hem şerri dileme yetkisine sahip olması, bu sıfat yönünden, insanı meleklerden daha üstün kılar.
    – Öte yandan, şerri irade etme imkânına sahip olduğu halde hayır işlemek, meleklerin hayırlı işler görmelerinden daha önemlidir. Zira, melekler bir engel olmaksızın ve severek ibadet ettikleri halde, insanoğlu, nefis ve şeytana ve şeytan görevi yapan nice cereyanlara ve onlara kapılan nice kötü insanlara rağmen ibadet etmekle meleklerden üstün olur.
    İşin bu mantıkî ve bir bakıma teorik yönü bir tarafa, mazideki uygulamalar ve vakıalar da insanın mahiyet olarak meleklerden çok daha ileri olduğunu açıkça göstermektedir. Meleklerin gıpta ettikleri bütün peygamberler, bütün sahabeler, Allah’ın bütün veli kulları bu davanın canlı şahitleridirler.

  8. Geri bildirim: Sitemap 07.01.2014 | Ali Aksoy

Yorum bırakın